Mimar Sinan'ın Sanat Anlayışı ya da Osmanlı'da Sanatçı Olabilmek


Aşağıdaki linke tıklayarak Mevlana hakkında yaptığım incelemeye erişebilirsiniz: 


https://www.blogger.com/blog/post/edit/3959734586762523706/1345661096377127804  



Elif Şafak'ın "Ustam ve Ben"  adlı romanının incelenmesiyle kaleme alınmış bu  yazının hiçbir tarihsel gerçeklikle örtüşme iddiası yoktur. Şiirler, hikayeler, tiyatro oyunları  ve diğer sanat eserleri  bir ülkenin  tarihsel gelişimini aydınlatırlar. Hatta tarih kitaplarının anlatamadığı derinlikte.  Romanda anlatılan Mimar Sinan'ın sanatçı kişiliğini ve sanat anlayışını ortaya çıkarabilmek  amacıyla yazılan bu makalenin,   Mimar Sinan'ın dönemin  padişahlarına karşı romanda anlatıldığı gibi  bir  mücadele verip vermediğine, tarih kitaplarında anlatılan  Mimar Sinan ve dönemin  padişahları, ulema sınıfı ve yeniçerilerin oluşturduğu toplumsal yapının tarihsel gerçekliğe uyup uymadığına,  sadece    okurlar   karar vereceklerdir.  

Elif Şafak “Ustam ve Ben” (2013) adlı romanında,   cihat düşüncesi  üzerinde kurulan devlet erkinin      toplumu  sindirmek amacıyla  uyguladığı  yaptırımlara   karşı Mimar Sinan'ın bireysel inancını hayata geçirmek için sergilediği mücadeleyi ve  sanat anlayışını   büyüteç altına alır.   Romanın ana konusu, padişah,  ulema  (entellektüel sınıf) ve askeri kanadın temsilcisi   yeniçeriler tarafından oluşturulan ve  güç ve yetkileri iki dudağı arasında  bir  karar alma mekanizmasının, bir sözüyle savaş başlatma,   insan hayatına son verebilme konusunda kendisini olağanüstü yetkilerle donatan iktidar aygıtının Tanrı’yı   yorumlayış biçimidir.  

Yeryüzündeki bütün insanları aynı din şemsiyesi altında toplamayı,   sınırlarını  sürekli olarak genişletmeyi  amaçlayan,  sınırları içinde  yaşayan bütün insanları cihat    davasının askerleri  olarak kabul eden, bu düşünceyi yeryüzünde egemen kılmak için  çıkartılan savaşlarda   hayatını kaybedenlerin   şehit,  yaralananların ise gazi olacaklarını, savaşlara  katıldıklarından dolayı kendilerine cennette  bir köşk bağışlanacağını (s. 103) müjdeleyen devlet yönetiminin  kilit noktalarına bu uğurda en çok mücadele edenlerin getirildiği,  devletin bekası (geleceği)  söz konusu olduğunda, padişahların tahta kimin geçeceğini belirlemek konusunda  kendi oğullarını,  kardeşlerini  öldürmelerinin dahi  dini kurallara göre her hangi bir sakıncası olmadığına (s. 32) dair fetva istendiğinde,  bunu buyruk olarak kabul eden  ve  padişahların ve yönetim tarzlarının toplum nezdinde meşruiyetini sağlayan ulema, eleştirilerin odağındadır.

Tüm ekonomik gücünü  yeni ülkeler fethedebilmek  için harcayan  devlet aygıtı, sınırları içine dahil ettiği farklı dinlere, mezheplere aidiyete sahip  insanların can ve mal emniyetini sağlama, onların bir arada yaşayabilme, barınma ihtiyaçlarına çare üretme, yaşam koşullarını iyileştirme  konularında hiç de  donanımlı değildir. O dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yapmakta olan İstanbul'da devlet kurumlarının  şehrin altyapı sorunlarına çare bulma,  temel işlevlerini yerine getirme konusunda ne kadar aciz kaldığı  romanda şu cümlelerele betimlenmiştir. "Ne yana baksalar başıbozukluk, bakımsızlık ve pislikle karşılaştılar. ...oluklardan akan su öyle …bulanıktı ki her nevi hastalığa sebep olabilirdi. Kenarlarında kurbağalar vraklıyor, sıçanlar koşturuyordu. … Bir köşeyi döndüklerinde bir köpek çıktı karşılarına; çenesini fareler kemirmişti; İmalathaneler, ahırlar, koyun ağılları, sağım alanları, tavuk kümesleri, mezbahalar ve kenefler vardı." (s.312)

Devlet  kurumları, bulaşıcı hastalıkların  yayılabileceği  ortamlara karşı mücadele etmek,  sorunların  nedenlerini araştırmak ve  çare üretmek yerine, bu hastalıkları dış ülkelerin bir komplosu, imparatorluğu zor duruma sokabilmek icin batılı  güçlerin hazırladığı bir oyun olarak açıklama eğilimindedirler.  "Bütün musibetler gibi bu illet de Batı'dan, sıçramış diyorlardı."(s. 133) Toplumsal düzeni ve güvenliği sağlamak amacıyla insanlar şehrin meydanlarında  çeşitli silahlarla acımasızca katledilmekte,  "Nereye dönse metal ve et, et ve metal gördü,  mızraklar, kılıçlar, en sağlam zırhları bile parçalayabilen gürz ve topuzlar... Savrulan, tökezleyen, devrilen bedenler...Kan üstüne kan döküldükçe toprak koyulaştı."(s.120) esirler, kadınlar, kızlar ve çocuklar acımasızca dövülmekte, gerektiğinde  ibret olsun diye işkenceye tabi tutularak en ağır cezalara çarptırılmaktadırlar. "Karaköy sokaklarına daldılar. .....başka erkekler … ellerinde meşalelerle onlara katıldılar. Evleri ateşe verdiler. …..birini çırıl çıplak soyup üzerine tükürdüler;  Ertesi gün sokak köpekleri onu perişan halde, kanlar içinde buldu; dişleri dökülmüş, burnu kırılmış, kaburgaları ezilmiş, bir kulağı kesilmişti."(s. 136)

Osmanlı ordusunu oluşturan  ve toplumun güvenliğini sağlamakla   görevlendirilen yeniçeriler, bireylerin huzur ve güven içinde yaşamasını sağlamak  yerine, şehirleri talan etmeyi, yağmalamayı, yakıp yıkmayı,  yangınlar ve isyanlar çıkartmayı, yangınları söndürme çabalarını  engellemeyi bile düşünmektedirler.  Bundan dolayı şehirlerde ayaklanmalar kontrol edilemez boyutlara ulaşmıştır: "Ulufelerine zam isteyen ordu, yangını  kendi önemlerini ispatlamak için bir fırsat olarak görmüştü. Hatta ilk kıvılcımı onların çıkardığına dair rivayetler dolaşıyordu etrafta. Neticede sadrazam ulufeleri arttırmayı; yeniçeri ağası, adamlarına yangını söndürmelerini emretmeyi; yeniçeriler de ahaliye yardım etmeyi ağırdan almıştı. Herkes bu kadar yavaş ve isteksizken, süratli ve kararlı ilerleyen tek şey yangın olmuştu." (s. 292)

Halk  bir yığın felaketle boğuşmak zorunda kalırken, boza içmeyi  yasaklayarak, (s.167)  halkın yaşam tarzına müdahale ederek,  sorunlara çözüm aranmaktadır. "Peş peşe verdiği fetvalarla Şeyhülislam Ebussuud Efendi memleketin her yerinde daha çok mescit yapılmasını, cemaatle beraber namaz kılmayanların şiddetle cezalandırılacağını,  emirlere ısrarla uymayanların ise katledilmesi müstahak imansızlar sayılacağını buyurmuştu. Kadılar beş vakit namaz kılmayanları sertçe uyarıyor, köy ve şehirlerde her erkek cuma namazına gitmeye teşvik ediliyordu."(s. 164) Yaşanan sorunların üstesinden gelebilmek amacıyla uygulanan yöntemler,  çözümü imkansızlaştırması bir tarafa, çekilen sıkıntılara yenilerinin eklenmesine, can ve mal kayıplarının  artmasına, sorunların daha da ağırlaşmasına, hayatın daha da yaşanılmaz hale gelmesine  yol açmaktan başka bir işe yaramıyordu. "Şu illeti (veba) atlatırlarsa, ..fakir fukarayı doyuracaklarına ant içiyorlardı. … Kurbanlar kesiyor, dualar ediyor, adaklar adıyorlardı. …her aksam onlarca ceset kağnılara yüklenip mezarlıklara götürülüyordu." (s. 132)


Yükselme dönemine kadar  savaşlardan elde edilen ganimetler, devlete  sınırlarını genişletebilme,  vatandaşlarına  karşı yükümlülüklerini yerine getirme konusunda hiç de azımsanmayacak maddi kaynak sağlıyordu. Binaları, köprüleri sağlam ve kaliteli olarak inşa etmek ve onarmak   için gerekli malzemeler  bile savaşlarda edinilen ganimetlerle satın alınabiliyordu. "Fakat Kıbrıs'tan gelen ganimetle hız kazanacaktı inşaat. Oluk oluk akmaya başlayan para, daha fazla amele ve daha kaliteli malzeme getirecekti." (s. 309) Fakat yükselme döneminden sonra, savaşların kaybedilmesiyle birlikte  geriye ganimet değil, sadece yıkılmış, harap olmuş şehirler, yakınlarını kaybetmiş insanların çaresizliği ve  yılgınlığı kalıyordu. Ganimetlerin kesilmesi,  ülkenin ekonomik darboğaza girmesine, mimarinin gerilemesine,  kalkınmaya yeterince finansal kaynak ayrılamamasına, binaları inşa edebilmek için en temel malzeme olan taşı bile  satın almada zorluklar yaşanmasına neden oluyordu.  "Anadolu düzlüklerini kasıp kavuran Celali isyanları yüzünden inşaat malzemesi getirmek güçleşmişti. Artık kimse devasa selatin camileri sipariş edemiyordu. Cihat ganimetleri yoksa hiç bir hükümdar böyle masraflı inşaatlara girişemezdi. Payitahtta mimarinin gelişmesi için evvela hazine dolu olmalıydı." (s. 405)

Mevcut tarihi eserleri koruyan bir imar politikası da uygulanamamakta, şehirdeki tarihi binalar yeni ev yapmak isteyenler tarafından yağmalanmakta, yakılıp yıkılmaktadır. "Bir başkası, arka bahçeye kuyu açayım derken öyle derin bir çukur kazmıştı ki, Ayasofya'nın temellerine zarar vermişti. Bir üçüncüsünün yaptığı kulübe çökmüş, mucize eseri kimseye bir şey olmamıştı; fakat adam durmamış, bir ev daha dikmiş, bu seferkini ayakta tutmayı başarmıştı."(s. 313) Ulemanın Bizans döneminde yapılan su kemerlerini onarmanın kafirlikle eş anlamlı olduğuna dair görüş bildirmesi, dinsel inancın karar alma aşamasında oynadığı rolün hangi boyutlara ulaştığını olduğunu göstermektedir.  "Su kemerleri Bizans olduğu icin  onları onarmak kafirlik." (s. 270)

Devlet yönetimi,  toplumsal düzeni  sağlayabilecek  ne entellektüel kadroları ne de  kurumları  oluşturabilmiştir. Cihat düşüncesinin meşruiyetini sağlamak için  devletin kilit noktalarına      yerleştirilen, yönetici sınıfın buyruklarını yerine getirmekten başka  amacı olmayan,  en yüksek maddi gelire erişebilen,  en  itibarlı konuma sahip olan  ulemanın, toplumu aydınlanmak gibi bir amacı yoktur.


Tanrı'nın evrendeki bütün canlılarda  yansıdığını, Tanrı tarafından yaratılan bir canlıyı incitmenin Tanrı’yı incitmeye eşdeğer olduğunu,   "Aşktan bahsediyordu. Cümle kainata, en ufaktan, zerreden en mühime kadar her şeye eşit nazarla bakmaktan söz ediyordu."  (s.90) hiçbir ayrım yapmadan yeryüzündeki tüm insanları    sevmenin, insanı Tanrı’ya yaklaştıracağını, O’nun özelliklerine sahip olmak anlamına geldiğini  belirten  Leyli'nin bu düşüncesini Tanrı'ya şirk koşmak olarak yorumlayan ulema mensupları,  onun bu düşüncelerini kafirlik olarak değerlendirirler  ve bu ifadelerinden dolayı onu idam etmeye karar verirler. "Bense O'nun insana benzediğini sanmaktansa, insanın O'na benzeyebileceğine inanmayı tercih ederim." (s. 90) Ulema Leyli'ye  ancak düşüncelerinden geri adım attığı takdirde hayatının bağışlanabileceğini, aksi takdirde ölümü boylayacağını söyleseler de, düşüncelerinden vazgeçmenin,  dayatmacı sistemi onaylamak anlamına geleceğinin bilincinde olan Leyli, idama yürümeyi tercih eder. (s. 90)

Yine dönemin ulemasından Ebussuud Efendi,  köprülerin yıkılışının nedenlerini mekanik sebeplerle  değil, imanla inşa  edilmemesiyle açıklar. Mimar Sinan ise  su akıntısının doğru yöntemlerle ölçülmemesinin,   iyi bir zemin araştırması yapılmamasının,  köprülerin yıkılmasına neden olabileceğini,  binaların çökmesinin inançla bir ilgisi olmadığını, binalarda yaşayan insanların can güvenliğini sağlamanın en öncelikli konu olduğunu,  gerçekleşebilecek olası yıkımlarda can kaybını azaltabilmek için,  yapıların bilimsel gelişmelerin ışığında inşa edilmesi ve tüm mekanik hesapların en ince ayrıntısına varıncaya kadar yapılması gerektiğini düşünür. "Ebussuud Efendi konuştu evvela. "Aziz şehrimizde, kafirlerden kalma köprüler mevcut. Bunlar, hiç şüphesiz, imanla yapılmadıkları için yıkılmışlar. …"  Sinan bir nefes aldı. "Bir çok eski köprü harabe halindedir, çünkü sağlam zemine yapılmamışlar. Yahut seçilen malzeme uygun değilmiş. Biz köprü yaparken, suyun sığlığından,  toprağın sağlamlığından, akıntının kuvvetinden emin oluruz. Köprüler imanla inşa edilir, doğrudur. Aynı zamanda ilim irfanla." (s. 256)

Ebussuud Efendi ve  yeniçeri ağası arasında  gerçekleşen diyalogda, Mimar Sinan  köprü inşaatına başlamadan önce  su ve toprak analizleri yapması nedeniyle büyücülükle suçlanır: "..yeniçeri ağası girdi lafa. “… kulunuz Sinan yerin yedi kat altında ne kadar su bulunduğunu bileceğine inanıyor. Biz onu mimar bilirdik, büyücü değil. Yoksa sihirle mi iştigal eder kendisi? …Sinan hazırlıklıydı. "Ne sihir, ne keramet. …. Toprağın altındaki su miktarını …alet edevatla ölçebiliriz. "Peki bu bahsettiğin alet edevat, Allah'tan mı gelir yoksa şeytandan mı?" dedi yeniçeri ağası."Hiç şüphesiz, Hak'tan" dedi Sinan. "Bize akıl vermiş, kullanmamız için." (s.256) Medresede yapılan eğitimin amacı,  yaratıcı, özgür ve eleştirel düşünceyi ortaya çıkarmak, özgür  bireyler yetiştirmek değil,   imparatorluğun kuruluş felsefesinin temeli olan cihat düşüncesine hizmet edebilecek,   düşmanlara karşı savaşacak, verilen buyruklara itaat edecek bir insan tipi yaratmaktır. " …Uzunca sopaları ve falakaları vardı, talebelerinin üzerinde kullanmaktan hiç çekinmedikleri. ..Kurallar katıydı. (s. 147)

Osmanlı'da Sanatçı Olabilmek

Mevcut siyasi yapıda padişahların istekleri doğrultusunda eserler üreten sanatçıların devlet kadrolarında üst kademelere kadar çıkabilme, toplumsal itibar kazanabilme kapıları  ardına kadar açıkken,  devletin üst kurumları cihat düşüncesine  hizmet etmek istemeyen  sanatçıları engellemekte, Mimar Sinan gibi  sanatçılar "hain" damgasıyla yaftalamaktadır.

Devletin toplumsal düzeni sağlamak, eleştirel düşüncenin ortaya çıkmasını önlemek amacıyla topluma ve sanatçılara    uyguladığı yaptırımlar,  sadece sanatçıların özgür düşüncelerini dile getirmelerini, kendi anlayışlarına uygun sanat eserleri üretmelerini engellemiyor, uygulanan yasaklar aynı zamanda       Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüne de neden oluyordu. Toplumsal  düzeni sağlama adına sadece kendi dininden olmayanları değil, kendi çıkarlarına zarar verebileceği gerekçesiyle kardeşini, hatta öz  oğlunu bile öldürme hakkının dinsel açıdan meşru olduğunu iddia eden padişahlık makamı, ulema sınıfı ve yeniçerilerin dolaşımda tuttuğu devlet anlayışı,   eleştirel bir yaklaşımla gözler önüne serilirken, böylesine baskıcı bir ortamda bireysel  düşüncelerini dile getirmenin bedelinin en ağır yaptırımlarla  karşı karşıya kalacaklarının, hatta  hayatlarıyla bile ödeyeceklerinin bilincinde olmalarına rağmen, inançlarından asla taviz vermeyen sanatçıların dünya görüşü ve onların      çırakları  ile kurduğu iletişim biçimi,   romanda alternatif  bir düşünce sistemi   olarak  okurun dikkatine sunulur.

Kendi  buyruklarını harfiyen yerine getiren sanat anlayışının devam etmesiyle tahtta daha uzun süre kalabileceklerinin,  özgür  düşüncenin iktidarlarının buharlaşıp yok olmasına neden olacağının bilincinde olan,  yönetimleriyle ilgili hiçbir eleştiriye tahammül edemeyen padişahların çıkarlarına, beklentilerine, buyruklarına göre eser üretmeyen sanatçılar, hapse atılarak, sürgüne gönderilerek,   katledilerek  sistemin içine çekiliyor, bu sanatçıların düşüncelerinin dolaşıma girmesi engelleniyordu.


Mimar Sinan’ın kökeninin hristiyan olduğu gerekçesiyle  dedikodular çıkartılıyor, ona    cami yapmanın yakışmadığı, hristiyan birinin   inşa ettiği caminin  yıkılacağı söylentileri yayılıyor, kendi evini yenileyebilmek için çalıştığı inşaatların malzemelerini çaldığı  idda edilerek itibarsızlaştırılıyor,   (s. 166-167)   hatta hain olduğu öne sürülüyordu.  "Laf aramızda, benden de pek hazzetmez" dedi Sinan sesini alçaltarak. …."Muhalefet ettiğim için. Affetmedi zaar. Etrafını her dediklerine `evet' diyen dalkavuklarla dolduranlar, fikrini dürüstçe söyleyen adamı hain zanneder." (s. 145) Mimar Sinan’ın önünü kesme,   padişahın sanat anlayışını  dayatma,     tüm   yaptırım mekanizmalarını devreye sokma konusunda olağanüstü yetkilerle donatılan sadrazamı durdurabilecek hiçbir güç yoktu.   "Sadrazam farkında bile değildi. Varını yoğunu Sinan'ı engellemeye adamış görünüyordu." (s. 225)

Romanda sanatçılara  uygulanan baskıların psikolojik boyutta sınırlı kalmadığına, bunların yetmediği durumlarda, tehditlerin gittikçe arttırıldığına,  padişahın buyruklarına uymayan mimarların bunun bedelini hayatlarıyla ödediklerine,   baskılara boyun eğmediği takdirde Mimar Sinan'ın sonunun da aynı olacağına,    padişahın isteğini yerine getirmeyenlerin bırakınız  özgür sanatçı olabilmeyi, yaşama hakkının bile olmadığına dikkat çekilir.   "Sinan'ın benzi attı. Huysuz bir cocuğa laf anlatır gibi dikkatle cevap verdi: "Rahmetli mimarın hazin sonundan haberdarım." "O halde vazifesini layıkıyla yapmayanları ne cezalar bekler, biliyorsun. Maazallah sen de onlardan olma! Yazık olur sana." (s. 168)

Padişah,  yapılmasını istediği eserde beğenmediği özellikler  gördüğünde  mimarların sanat   hayatını sürdürmeleri mümkün değildi.   Yapılacak  caminin Ayasofya’dan  daha büyük görünmesini isteyen padişah,  (s.169) caminin  ihtişamlı görünümünden ziyade,  inşa ettiği eserin sağlam olmasını, bütün  insanlara hizmet etmesini ve kendi varlığını ebediyete kadar yaşatmasını isteyen, sanat anlayışından taviz vermeyen  sermimarı,    padişahın beklentisini karşılamadığı için,  en ağır şekilde  cezalandırır.    "Mimarın bu sütunları kısalttığını duyunca öfkelenmişti, ..Bunda bir kasıt olduğuna inanmıştı. Sermimar, hiç bir art niyet olmadığını dili döndüğünce anlatmaya çalışmıştı. "Istanbul, zelzele şehridir hünkarım, tek gayem işi sağlam kılmaktır" demişti. Fatih bu cevabı beğenmemişti. Atik Sinan hapse attırılmış, orada onlarca gardiyan tarafından dövülmüş ve elleri kesilmişti. Merak eden gidip kitabesinde okuyabilirdi. Bu usta zanaatkar, bu bilgili ve duygulu adam, deniz kenarında bir zindanda, yapayalnız ve acılar içinde bu fani dünyadan ayrılmıştı. Sırf sultanın direklerini azıcık  kısalttı diye" (s. 169)

Mimar Sinan, iktidarda kalabilmek uğruna gözlerini bile kırpmadan -dinleri, ırkları ne olursa olsun- insanları   katletmekte zerre kadar tereddüt göstermeyen,  iktidar hırsının, bencilliğinin   oyuncağı olmuş padişahların zorla benimsetmeye çalıştığı  sanat anlayışına eklemlenmeyi, katliamların işbirlikçisi olmak,  ideallerine ihanet etmek olarak yorumlar ve asla boyun eğmez. Mimar Sinan’a göre sanatçı, koşullar  ne kadar  elverişsiz   olursa olsun,  hayat yolunda karşısına çıkabilecek bütün sıkıntı ve zorluklara katlanmak,   üstesinden gelmek zorundadır ve   sanat anlayışına odaklanmaktan, sanatını hayata uyarlamaktan, toplumsal sorunlara çare üretmekten vazgeçmemelidir. "Onun bunca çirkef ve ithamın ortasında inancını nasıl kaybetmediğini, dedikodulara karşı nasıl sağır ve dilsiz kalabildiğini Cihan'ın havsalası almıyordu. Bir defa olsun atılan çamura çamurla mukabele etmemişti." (s. 225) Kendi bedenini sanat eserlerine dönüştürme konusunda her türlü engelle baş etmeye kararlı bir sanatçı olan  Mimar Sinan,  asla  bahanelere sığınmaya   çalışmaz. "Sinan elini çırağının omzuna koydu. "Düşünme bunları. Düşünürsen işini yapamazsın. Unutma, kabiliyet, Allah'ın bahşettişi bir hediyedir. Biz hediyeye layık olmak için didiniriz. Gerisine kafa yormayız." (s. 169) O her insanın doğuştan en güzel yetilerle dünyaya geldiğinin,   yaratıcı düşüncesini harekete geçirerek gün ışığına  çıkarabileceğinin bilincindedir. İnsana bahşedilen beden,  köprüye, camiye, sanat eserine  dönüştüğünde, varoluşunu ebediyete kadar sürdürebilme özelliğine bürünürken, güzel eserler, düşünceler   üretmeyen beden,  et yığını olarak toprağa karışacak ve orada   yok olacaktır.  "Vücut sarayını Rab inşa eder, anahtarını bize teslim eder" dedi Sinan." (s. 267)

Farklı dine, mezhebe aidiyeti olan toplumları  yok etmek üzere ordular kurmanın, onlara karşı seferler düzenlemenin,    onları   katletmenin,  vahim bir yorumlama hatası olduğunu, Tanrı  inancıyla çeliştiğini  düşünen Mimar Sinan, bireylerin ve toplumların   inançlarına, etnik yapılarına, sosyal konumlarına,   mevkilerine, makamlarına  bakmaksızın hiç bir ayrım yapmamayı,  yaşam tarzlarına saygılı davranmayı,    " ister köle ister vezir, ister Müslüman, ister gördüğün her insana hürmet etmelisin. Unutma ki dilencinin bile bir sarayı var." (s. 267)  bütün insanları kucaklamayı,   dini, dili, mezhebi, ırkı, teni farklı insanların beraberce yaşayabileceği bir anlayış üretmeyi Tanrı inancının gereği olarak yorumlar. "Kat kat semadan oluşmuş görünmez bir kubbe asılıydı yukarıda. Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, Zerdüşt ve daha bilmediği kaç itikat .. kubbenin altında herkese yer vardı. Göğün yedi katmanı, yerin yedi katının üstünde sütunsuz, direksiz yükseliyordu. Bakmasını bilene bu evren mükemmel bir yapıydı." (s. 188)

Bundan dolayı  mimarların, gerek şehir gerekse bina tasarımlarını yaparken, farklı dinlere ve ırklara aidiyetlere sahip olan  insanların birlikte nefes alabileceği,  inançlarının gereklerini  yerine getirebileceği, birlikte barış içinde yaşayabileceği  mekanlar olarak tasarlamaları  gerekir. "Bütün sesleri toplayan bir kubbe. İnsanlara bir Rab olduğunu ve onun korku ve ceza degil, merhamet ve sevgi saçtığını hatırlatacak kubbeler yapmalıyız. Kimseyi ezmeyen. İnsan ile Tanrı’yı yakınlaştıran kubbeler." (s. 400)

Şehrin sokakları, binaları, park ve bahçeleri, insan bedenini oluşturan organlar gibi bütüncül bir bakış açısıyla inşa edilmesi gerekir "...şehirler de insanlar gibidir. Öyleyse sadece taştan ve ahşaptan yahut sokaktan ve abideden müteşekkil değiller. Onların da yüreği, beyni, midesi, ciğerleri var…. Yapılan her gayrimeşru bina İstanbul'un kalbine çakılmış bir çividir. Her yangın ciğerlerine is doldurur.  …Herkes her yere inşaat kondurmak isteyebilir ama bu İstanbul'u üzer, incitir, bitirir.  Sehirlerin dertlerini anlatmaya dilleri yok. Seslerini biz duymazsak kimse duymaz." (s. 321)

Mimar Sinan sanatçıların  kendilerinden beklenen bina tasarımlarını çizmekle yetinme kolaycılığına kapılmamalarını, ancak içinde yaşadıkları toplumsal sorunlara çizdikleri şehir ya da bina tasarımlarında çare ürettikleri takdirde,   üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirebileceklerini düşünmelerini ister. Bu bağlamda sanatçının en önemli sorumluluğu,   binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olan savaşların sebebi olan düşmanlık anlayışının yerine,  insanların birbirleriyle aynı dünyada kavgasız ve barış içinde, dostluk ve kardeşliğe dayalı bir iletişim sistemini devreye sokmak için mücadele etmektir.  "ben ve sen ayrımının  kalmadığı;.... kavgasız savaşsız bir … diyar." (s. 11) Sanatçının  inşa ettiği   köprülerle, parklarla, han ve hamamlarla  aynı zamanda yaşadıkları şehrin, ülkenin toplumsal yapısını da oluşturduğunun bilincinde olması ve  insan odaklı düşünmesi gerekir.  "Madem  işimiz bina yapmak, insanı anlamalıyız. Zira beden de bir binadır. Merkezinde denge ve ahenk var." (s. 267)

Mimar Sinan, dini, dili, mezhebi farklı olduğu gerekçesiyle  kafir olarak yaftalananları tanımayı,  onlarla   eşit bireyler olarak iletişim kurmayı, katledilmek istenenleri yaşatmak için mücadele etmeyi, onların   kılına dahi zarar vermenin,   Yaradan’ın varlığına zarar gelmesi, O’nun incinmesi olarak değerlendirebilmeyi, Tanrı inancı olarak yorumlar.  "Frenkler, Yunanlar, Sırplar, Yahudiler, Ermeniler, Araplar, Farisiler, Çerkezler, Gürcüler.. aynı çatı altında uyuyacak, aynı yahniye kaşık sallayacak, aynı nağmelere el çırpacak;  yandaki ...adamın dinini, uyruğunu dert  etmeyeceklerdi. …Şayet herkes her daim seferi olsaydı, belki de dünyada hiç savaş olmazdı." (s. 288) Toplumsal yapıyı kuşatan ve kendine benzemeyenleri düşman ilan ederek onların yok edilmesi gereken  varlıklar olduğunu iddia eden, nefret pompalayan düşmanlık söylemine ve uygulanan    yaptırımlara  karşı mücadele etmeyen bireyin, kendi varlığını inşa etmesi de mümkün değildir. Bunu gerçekleştirebilmesi ise her  daim kendini, yaşamını ve  içinde yaşadığı toplumsal koşulları yeniden tanımlamasına, yeniden yaratmasına ve oluşturmasına bağlıdır. "Şayet konuşma kabiliyetlerini geri almak istiyorlarsa, gördüklerini unutmaları gerekiyormuş. …Eğer gördüklerini hatırlamayı tercih ediyorlarsa, o zaman da zihinleri bulanacakmış" (s.11)

Yoğruldukları kültürel değerlerden,    dini, dili, mezhebi farklı olanların kafir olduğunu iddia eden düşmanlık duygularını besleyen düşünce kalıplarından, yaşam tarzlarından  kopamamanın, katliamlara neden olduğunu  gören Mimar Sinan, bu kültürel ortamın  değişmesinin ancak sınırın öteki tarafına geçerek yok edilmek istenen insanları tanıma çabasıyla gerçekleşeceği düşüncesine sahiptir.  Bu sorunun ötekileştirilenler ile kültürlerarası iletişim ortamını sağlayarak aşılabileceğini aktaran mimar, köprülerin sadece kara parçalarını  birbirine bağlamadığını,  aynı zamanda kültürlerarası etkileşimi de sağladıklarını,  kültürel köprüleri inşa edebilmenin de yabancı dil öğrenmeleriyle gerçekleşeceğini belirtir.  "Benden sana tavsiye, İtalyanca öğren. Köprüler kurmak isteyen kişi birden fazla dil konuşmalı." (s. 177)


Sanatçının    görevi,  ne savaşlarda kazanılan başarılar için övgü yazmak,  ne de kaybedilmiş bir savaşın ardından bir sonrakini nasıl kazanırız sorusuna cevap bulmaktır.  Yeryüzündeki bütün insanların birlikte yaşayabileceğini çağrıştırabilecek düşünceleri  sanat eserlerine dönüştürmek, sanatçının en önemli amacıdır.  "Sinan, ne kadar zor ve zahmetli olursa olsun, üstlendiği her göreve bir koza olarak bakıyordu. Bir kez o kozanın içine girdi mi gözü dünyayı görmüyordu. Savaşlarla, zaferlerle ilgilenmiyordu." (s. 309)

O çıraklarına gerek  bireysel gelişmelerinin  gerekse hayatta başarılı  ya da başarısız olmalarının  kendi söylem ve eylemleriyle açıklanabileceğini ve onlara bunun sebeplerini asla dış etkenlerde aramamalarını,  "Kendi amellerimiz ve kelamlarımızla yukarı çıkarken, yine kendi amellerimiz ve kelamlarımızla aşağı yuvarlanıyorduk." (s. 152) ve meslektaşlarından da idarecilerden de gelebilecek eleştirilere kulaklarını tıkamalarını önerir. "Ne Davud, ne Yusuf, ne Nikola ile rekabet etmeliydi. (s. 343) Başkalarının eleştirilerine cevap vermektense,  toplumsal koşullardan şikayet etmekle vakit kaybetmektense, sanatçılar bütün dikkatlerini ve enerjilerini kendi öfkelerini denetleme konusunda yoğunlaştırmaları gerekir. "Onun rakibi kendi öfkesinden başkası  değildi." (s. 343)

Mimar Sinan, sanatçının tüm yaptırımların bile onun yaratıcı düşüncelerini sanat eserlerine dönüştürmesine engel olmaya yetmeyeceğinin bilincinde olmasını, sanatçıya içinde yaşadığı toplumsal sorunlara yeni bakış açıları getirmesini ve mevcut sanat anlayışının yerine yeni bir sanat anlayışını dolaşıma sokma mücadelesine girmesini önerir. Bunun için,  sanatçının yaşadığı toplumsal sorunların geçmiş ile bağlantılarını  çok iyi okuyabilmesi ve bu sorunların gelecekte yeniden ortaya çıkmaması için, kendi sanat anlayışını hayata geçirmesi "Bense köprüyü evvela zihnimde yapacağım. Ondan sonra inşa edeceğim." (s. 110) ve yaşadığı  kötü şehirlerden, binalardan daha güzel  bir şehri, binayı tasarlayabilmesi ve bu tasarımlarını uygulamaya geçirmesi gerekir. "Kızma artık geçmişe. Kabiliyetin kuş gibi tutsak kalmış. Maziyle uğraşmaktan, ona buna kızmaktan fırsat olmamış ki çıksın." (s. 146)

Sanatçılar eserlerini üretirken istedikleri kadar mükemmelliği yakalamaya çalışsınlar,  eserlerinin muhakkak kusurları olabileceğini düşünmeleri gerekir. Kendi eserlerinin  mükemmelliğinden kuşku duymayan sanatçının yanılgı içinde olabilme olasılığı yüksektir. Sanatçının ürettiği eserler  ebediyete kadar yorumlanmaya devam ederse,  ancak o zaman sanatçı mükemmel eserlere imza atmış demektir. Eserin mükemmel olup olmadığına,  sanatçının  kendisi değil, eserlerinin insanlar tarafından alımlanıp alımlanmayacağı, okunup okunmayacağı belirleyici olacaktır.  "Zira mükemmellik Allah'a mahsustu." (s. 158)

Mimarın görevi,  sadece bina inşa etmekten ibaret değildir. Mimar   tasarımını  çizdiği, inşa ettiği binaların, parkların  dini, dili, mezhebi farklı insanlar arasında düşmanlık duygularını değil, birlikte yaşamayı çağrıştırabilecek özelliklere sahip olmalarına aşırı özen göstermelidir.   Bu bağlamda Mimar Sinan,  eserleriyle kendi kişiliklerini, sanat anlayışlarını,  bir toplumsal iletişim modelini yansıtan   sanatçılardan,  inşa ettikleri   köprülerin, parkların, binaların topluma daha güzel bir gelecek hazırlayacağının, toplum buna  hazır olmasa,   inanmasa bile,    farkında olmalarını ister.  "Sinan'ın kalfaları Istanbul'u kurtarmak için Istanbul ahalisine rağmen mücadele veriyorlardı. Hiç bir zaman düşünmemişti Cihan işlerin bu raddeye varabileceğini; bir mimarın vazifeleri arasında, binaları insanların elinden ve geçmişi bugünün hırslarından kurtarmanın da olduğunu." (s. 322)

Sanatçının içinde yaşadığı   toplumsal koşulların ve  dönemin dayattığı sanat anlayışının  hapsettiği darlığa ve sığlığa mahkum olmaması için,   toplumsal sorunlara ve geleceğe ışık tutabilmesi,  tek bir üstada bağlı kalmaması,   geleceğe yön verebilecek eserler inşa etmenin hayaliyle yaşaması, "Üstatlar mühimdir ama kitaplar daha aladır, unutma. Insanın bir kütüphanesi varsa bin öğretmeni var demektir. Aslolan öğrenmek." (s. 175)  kendi sanat anlayışını inşa edebilmenin uzun vadeli, sabırlı ve özverili çabalarla mümkün olabileceğini bilmesi, tarihte mimari alanda izler bırakmış sanatçıların eserlerini kütüphanelerde araştırması gerekir. "Kitapların arasında kaybolarak kendini arayacaktı." (s. 178)

Yaşanan toplumsal sorunlarla ilgili kendinden başka sorumlu kişi ve makam aramayan Mimar Sinan,  gelecekte ortaya çıkabilecek sorunlara çare olabilmenin, ancak  söylem ve eylemleriyle sorumluluk taşıyabilecek bireylerin   yetişebileceği, onların eğitimde karşılaşabileceği  her türlü sorunun cesaretle ve özverili bir şekilde üzerine gidilebileceği toplumsal yapının oluşturulmasıyla mümkün olabileceğini belirtir. O yanında çalışan çırakların sadece inşaattaki  sorunlarıyla değil, aynı zamanda onların gelecekte yaratıcı sanatçılar olabilmeleri için gerekli olan tüm koşulları sağlama konusunda elinden gelen tüm gayreti gösteriyordu.  "Mimar Sinan sadece bina yapmayı öğretmekle kalmıyordu onlara; aynı zamanda ruhlarındaki yaraları da tamir ediyor, çürümüş, viran olmuş kısımları da onarıyordu. Sabırla,  sebatla.... (s. 347 348)

En barışçıl dönüşümü sanat eserleri gerçekleştirir

Hayatı yeniden tanımlama,   hayata yeni bir yön verme, hakikat arayışı, hep hikayelerde, romanlarda, müziğin tınılarında, ressamın tablosunda, mimarın hayalindeki düşünceyi yansıttığı  tasarımda,  karşılıklı  sevgi ve hoşgörüye dayalı iletişim modeline   katkı sağlayan,   toplumların birbirleriyle barış içinde bir arada yaşayabileceğini  anlatan sanat eserlerinde gerçekleşir. "Aşık, kalp ağrısında bulur aksini. Hakikat ise hikayelerde. Hepimiz aynı görünmez gök kubbenin altında yaşıyor, didiniyoruz. Zengin ve fakir, Müslüman ve vaftizli, kadın ve erkek, efendi ve köle, …usta ve çırak... Bütün ayrımların ortadan kalktığı bir hat var, tekmil sesler kubbede toplanıp ….bir sessizliğe dönüştüğü günde. ..kainatın merkezi yerin altında değil, üstünde: Kubbede." (s. 469)


Tanrı  varlığının  algılanması, kavranması da  sanat eserlerinin çağrıştırdığı düşüncelerle mümkün olabilmektedir. "Bütün çelişkileri ve zaaflarıyla Süleymaniye Camii'nin kubbesinin altında durdu, …Ve o an ona öyle geldi ki, hiç bilmeden, hiç anlamadan, ustasının bahsettiği Arzın Merkezine yaklaşmıştı." (s. 188) Tanrı’ya erişmek, O’nu kavramak,   ancak  sanatçıların ürettiği   eserleri  yorumlamakla mümkündür. "Taç Mahal... Taşın aksi suya yansır burada. Yaradan‘ın yansıması insana." (s. 469) İktidarlarını şiddet kullanarak  korumaya çabalayan  baskıcı ve dayatmacı anlayışın  temsilcileri padişah bile olsalar, saltanatları ne kadar   görkemli, şatafatlı, heybetli olursa olsun,  ordularıyla, silahlarıyla, top ve tüfekleriyle sanatçıların düşüncelerini ifade etmelerini engellemeye çabalayanların gelecekte  esameleri bile okunmayacaktır. Fakat  aşk duygusuyla inşa edilen   Taç Mahal ve bütün insanların barış içinde yaşayabileceğini anlatan Süleymaniye gibi ölümsüz eserleri üreten    bedenler toprağa karışsa da, yaratıcı düşüncelerini  sergileyen ve yorumlanmaya devam edecek olan  eserleriyle,   yasakçı ve dayatmacı anlayışları dönüştüreceklerdir.  Yeryüzündeki bütün insanları din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapmadan  kucaklayan,  onlara   birlikte yaşamayı, yaşatmayı çağrıştıran sanat eserlerinde betimlenen hoşgörü ve özgürlük anlayışı, bir avuç idarecinin çıkarlarına hizmet eden toplumsal koşulların dayattığı  düşmanlıkların ve çıkartılan savaşların  anlamını yitirmesine,  gelecekte daha özgür, daha hoşgörülü toplumsal koşulların kurulmasına  katkı sağlayacaktır. "Ne Doğu kalıyor, ne Batı. Geçmiş ne zaman bitti, gelecek ne vakit doğar söyleyemiyorum. Ne semanın nerede durup, toprağın nerede basladığını biliyorum artık; ne de Şark ile Garp‘ın ne yöne düştüğünü. (s. 470)

Her  türlü gösteriyi bastırabilecek, iktidarlarının meşruiyetlerini  sağlayabilecek,  kitlesel  eylemleri   şiddet uygulayarak  başarısızlığa uğratabilecek tüm  kurumsal mekanizmalara,   araç ve gereçlere,  hak ve yetkilerle sahip olan dayatmacı anlayış, sadece sanat eserlerinin yayılması karşısında çaresiz kalmaktadır. Alımlayanın düşüncesine hiçbir müdahalede bulunmaksızın,  sadece onun kendi irade ve kararıyla algılanmak ve yorumlanmak üzere yaratılmış olan sanat eserleri,    en zorba sistemleri hiç  kimsenin burnu bile kanamadan, kökten ve derinden sarsabilme ve değiştirebilme gücüne sahiptirler.

Bireyin/sanatçının  dayatmacı sistemlere karşı yapabileceği en etkin  meydan okuma, yeryüzündeki farklı aidiyetlere sahip tüm insanların birlikte barış içinde yaşayabileceğini  anlatan sanat eserlerine, köprülere, binalara, parklara dönüştürerek   bu düşüncenin duyumsanmasını, görünebilmesini, algılanabilmesini, üzerine konuşulabilmesini sağlamaktır.  Bu eserlerin  yorumlanmasının, söylemi belirlemesinin,  kendi iktidarlarını tehlikeye sokacağından, bu düşüncelere göre toplumsal bir  yapı şekilleneceğinden korkan iktidar sahipleri,  kendi çıkarlarına uyan  sanat anlayışını bütün sanatçılara dayatmaktan ve buna direnenleri ortadan kaldırmaktan başka çaresi olmadıklarının,  sanat eserlerinin  en zorba sistemi dahi alaşağı edebilecek özellikleri bünyelerinde  barındırdıklarının bilincindedirler. Fakat gelecek,  özgürlükten korkanlar tarafından değil,  ebediyete kadar var olabilme, bütün zamanlarda ve mekanlarda alımlanabilme özelliğine  sahip olan   birlikte yaşama düşüncesini, sevincini çağrıştırabilecek sanat eserleri tarafından şekillenecektir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mütevelli

Bir Bireyin ve Bir Toplumun Varoluş Destanı Safahat

Mevlana'da Hakk'a ve Evrensel Barışa Erişim Yolu