Bir Bireyin ve Bir Toplumun Varoluş Destanı Safahat


Bu kitap kitapçılardan değil, sadece aşağıdaki iki linkten birisine tıklayarak satın alınabilmektedir. Gönderiyi paylaşmanız, kitabı almanız ve okuduktan sonra aldığınız siteden kitapla ilgili bir yorum yapmanız beni ziyadesiyle sevindirecektir. Her türlü desteğiniz için şimdiden çok teşekkür ederim. 1. Link: https://www.altinnokta.com.tr/yardmc-kaynak/1039-bir-bireyin-ve-bir-toplumun-varolus-destani-safahat-9786059515733.html?search_query=Huseyin+kahraman&results=7 

2. Link: https://urun.n11.com/kaynak-kitaplar/bir-bireyin-ve-bir-toplumun-varolus-destani-safahat-P516758630 



Bu çalışmadan, bilimsel gelişmelerin üretilebileceği iletişim ortamlarını oluşturamayan bir toplumun  gelişmiş ülkelerin sözünün geçtiği dünyada  varlığını  sürdüremeyeceğini, toplumunun çağdaş bilgi düzeyine gelmesine katkı sağlamayan bireyin insan olamayacağını,  şiirlerinde ana konu olarak işleyen bir Mehmet Akif Ersoy portresi ortaya çıkarabilmek, yazar için keyiflerin en büyüğü olmuştur. Okura da  yazar olma yolunda keyifli okumalar dilerim.  



Kısaltmalar




Acem Şahı= (A. Ş.)

Adamlığın Yolu Nerdense= (Ada. Y.)

Ağlarım Ağlatamam= (A. A.)

Ahiret Yolu= (Ahi. Y.)

Ah  O Din Nerde= (A.O…)

Alınlar Terlemeli= (A.T.)

Asım=(A.)

Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak=(A.K.)

Ayrılık Hissi Nasıl Girdi Sizin Beyninize?= (A.H.)

Azim= (Az.)

Azimden Sonra Tevekkül= (A.Son.)

Berlin Hatıraları=(B.H.)

Bir Mersiye= (B.M.)

Bir Mezar Taşına Yazılmış İdi= (B. Mez.)

Canan Yurdu= (C.Y.)

Durmayalım= (D.)

Fatih Kürsüsünde= (F. K.)

Geçenler Varsa İslam’ın Şu Çiğnenmiş Diyarından=(G.V.)

Geçinme Belası= (G.B.)

Gitme Ey Yolcu= (G.E.)

Hadis Meali Celili= (H.M.)

Hakkın Sesleri= (H.S.) 

Hasbihal= (Has.)

Hatıralar= (Hat.)

Hüsran= (Hüs. )

İki Arkadaş Fatih Yolunda=(İ.A.)

İnsan= (İn.)

İstibdat=(İs.)

Kıssadan Hisse= (K.H.)

Köse İmam= (K.İ.)

Küfe=(K.)

Leyla=(L.)

Mahalle Kahvesi=  (M.K.)

Meâl-i Celîli= (M.C.)

Meyhane=(M.)

Mezarlık= (Mez.)

Ne Eser Ne De Semer=(N.E.)

Olmaz ya…. Tabii.. = (O.Y.) 

Resmim İçin= (R.İ.)

Safahat= (S.)

Safahat İçin= (S.İ.)

Süleymaniye Kürsüsünde= (S.K.)

Süleyman Nazif’e= (S.N.)

Şark= (Ş.)

Tevhid Yahut Feryad= (T.Y.)

Umar mıydın?= (Um?)

Uyan= (U.)

Üç Beyinsiz Kafanın  Derdine Üç Milyon Halk=(Ü.B.) 

Vaiz Kürsüde= (V. K.)

Ya Rab Bu Uğursuz Gecenin Yok Mu Sabahı?= (Y.R.)

Yeis Yok= (Y. Y.)



Önsöz 


Bu incelemede   “Safahat” adlı eserinde yayınlanan şiirlerini yorumlayarak Mehmet Akif Ersoy’un ülkesinin karşı karşıya kaldığı felaketlere  çözüm getirmek için verdiği mücadeleyi anlatmaya çalıştım. Safahat’taki şiirlerin 1911-1933 yılları arasında -Türk toplumunun en kanlı, en sancılı, en karanlık dönemleri olarak yorumlanabilecek  I.  ve II. Balkan Savaşları (1912-1913), Çanakkale Muharebeleri (1915) ve Kurtuluş Savaşı (1919-1920) ve sonrasında da Türkiye Cumhuriyeti’nin  kuruluş aşamasında- kaleme alındığı göz önünde bulundurulursa,   Mehmet Akif Ersoy’un birinci önceliğinin,   ardı ardına kaybedilen savaşların beraberinde getirdiği toplumsal çöküşün, ümitsizliğin nedenlerini tanımlayarak,  bunlara çareler arayarak,  çözüm önerileri getirerek ülkesinin ayağa kalkmasına, toparlanmasına, çağdaş ülkeler seviyesine  gelmesine katkı sağlamak olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. 


Kaleme alınmasının üzerinden yüzyıl geçmesine rağmen Safahat’taki bazı şiirlerin  bugünkü gündelik konuşma diline  oldukça yakın olduğu dikkatlerden kaçmaz iken,


“Başlamış... Bir gün olup parlayacaktır elbet.

O zaman işte şu toprak yeniden işlenerek,

Bu filizler gibi binlerce fidan besleyecek.” (S.K.)


Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin oldukça yoğun olarak kullanıldığı  şiirlerin   sözlük yardımıyla bile  anlaşılamayacağına tanık olmak  da  mümkündür.   


“Hem öyle vekâyi' ki temâşâsı hazindir, 
Âheng-i tarab-sâzı bütün âh ü enindir! 
Zîrâ ederek bunca sefâlet-zede feryâd; 
Vâveyl sadâsıyla dolar sîne-i eb'âd ” (T.Y.)


Safahat’ta yayınlanan  şiirlerin büyük bir bölümünü  günümüz Türkçesiyle   sadeleştiren   Prof. Dr. Ömer Faruk Huyugüzel, Yrd. Doç. Dr. Rıza Bağcı ve Arş. Gör. Fazıl Gökçen tarafından hazırlanan “Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 1994” adlı kitabın   ve T. C. Yenişehir Kaymakamlığı tarafından yürütülen  “Dünya Dillerinde Safahat Projesi”  adıyla  “Safahat” kitabında bir araya getirilen şiirleri  çeşitli dünya dillerine tercüme etmeyi amaçlayan ve URLsi    


https://yenisehir.fandom.com/tr/wiki/Mehmet_Akif_Ersoy_/_Safahat


olan internet sitesinin “Safahat”i  günümüz Türkçesine çevirmesinin şiirleri  anlamamda   büyük faydası olduğunu özellikle vurgulamak isterim.   




Safahat


Son   üçyüz yılda   çağdaş  bilgi düzeyine erişemeyen,  katıldığı savaşlarda yenilgi üstüne yenilgi  alan, çekmediği bela, yaşamadığı felaket kalmayan Osmanlı toplumu haksızlığa karşı isyan edemez hale  gelmiş,  


“İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebâb; 
Çünkü bîçârenin âtîsine îmânı harâb.
Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen: Meflûc...
Hani rûhunda o haksızlığa isyan, o hurûc? 
Karşıdan zinde görürsün, sokulursun ki: Yarım...
Yandık ecdâdımızın nârına, hâlâ yanarım!”  (A.)

ülkenin her yanının bombalanmasına, yanıp yıkılmasına,  


“Kim çıkıp «Yapmayın! » demişti, hani? 
Sustu herkes duyunca feryâdı,
Kimsecikler yerinden oynamadı” (İs.)


bebeklerin, kadınların, ihtiyarların bedenlerinin  kılıçlarla, süngülerle, şişlerle, dipçiklerle, ateşli silahlarla paramparça edilmesine, hamile kadınların  tecavüze  uğramasına, gözlerinin   oyulmasına,   göğüslerinin, karnındaki    bebeklerin          otlar gibi vahşice biçilmesine, hunharca doğranmasına, ellerinin, kollarının, bacaklarının bedenlerinden  ayrılmasına,  paramparça edilmesine hiç kimsenin  dur diyebilecek hali  kalmamış, 


“Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar! 
Bereden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler! 
Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler! 
“Medeniyyet” denilen vahşete lâ’netler eder.
Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler! 
Süngülenmiş, kanı donmuş, nice binlerle beden! 
Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden! 
Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat; 
Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat! 
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler! 
Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler! 
Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler:
Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkâz-ı beşer! 
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can! 
İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,
Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!”  (G.E.)


topluma şırınga edilen dayatmacı anlayış,  yaşanan  felaketlerin sona ereceğine, geleceğin  daha güzel  olacağına   dair bütün       ümitleri yerle bir etmiştir.


“Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,
Ye’sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı;” (Y.Y.)


Karşı karşıya kaldığı sorunları çözebileceğinden umudunu  kesmeyi  alçak bir ölüm olarak yorumlayan, 


“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak... 
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.” (A.K.)


toplumsal koşulların değişebileceğine,  daha insancıl bir hayatın kurulabileceğine inanmamayı, daha güzel bir hayat oluşturma mücadelesi vermemeyi yaşayan bir insana değil,   leşe ait bir  özellik   olarak değerlendiren Mehmet Akif Ersoy, 


“Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle. 
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle: 
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' 
Davransana... Eller de senin, baş da senindir! 
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?  (A.K.)


imamlardan  parçalanmakta olan vatanın kurtulmasına  destek olmalarını istediğinde, ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunlara çare bulmanın devlet yöneticilerinin görev alanına girdiğini, yaşanan felaketleri toplumun çoktan hak ettiğini, ülkenin düzlüğe çıkabilmesinin bundan sonra mümkün olmadığını,  dinsel düşüncenin gerilemesinin, ülkenin parçalanmasının Hz. Muhammed’in hadisleri doğrultusunda  kaçınılmaz hale geldiğini söylediklerine    tanıklık eder ve   kendisi de ümitsizliğe kapılır.


“Hani, can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi! 
Belki üç beş kişi olsun bulur irşâd ederim,
Diye etrâfa bakındımsa da, endîşelerim
İnkılâb eyledi bir nâmütenâhî ye’se,

Görünüp sûret-i haktan kimi söylettimse.

Ekseriyyet kafasız; varsa biraz beyni olan:

«Bu hükûmet şu ahâlîye biçilmiş kaftan! 

Kime dert anlatacaksın? Hadi anlat şimdi...

Ben mi kaldım, neme lâzım! » diyerek yan çizdi.

Hüsn-i zanneylediğim bir iki fâzıl hocanın,

İstedim fikrini açmak; dedim: «Artık uyanın! 

Memleket mahvoluyor, din de berâber gidiyor; 

Size Kur’an, bakınız sâde uzaktan mı diyor? »

— Memleket mahvolacak, olmayacak... Baştakiler,

Düşünürler ona mevcûd ise bir çâre eğer.

Gelelim dîne: Ne mümkün çalışıp kurtarmak? 

Bede’e’d-dînu garîben... sözü elbet çıkacak.” (S.K.)


Yıkılmak, batmak, yok olmak  üzere olan vatanın bağımsızlığa kavuşması için mücadele edebilecek,  öz evlatlarının kurban edilmesine  isyan edebilecek, 


“Vefâsız yurd! Öz evlâdın için olsun, vefâ yok mu? 

Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziyâ yok mu? 

İlâhî kimsesizlikten bunaldım, âşinâ yok mu? 

Vatansız, hânümansız bir garîbim... Mültecâ yok mu? 

Bütün yokluk mu her yer?” (G.V.)


karşı karşıya kalınan  felaketlerin  çözümünde kendisine yoldaş olabilecek, 


“Âşinâ çehre arandım... O, meğer, hiç yokmuş...

Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş!” (Ü.B.) 


batmakta olan toplumun feryatlarını  ciddiye alabilecek, yardım çağrılarına  cevap verebilecek kimse yok diyebilecek  kimseye  bile rastlamayan Mehmet Akif Ersoy, 


“Bin nevha-i cân içimde pür-cûş, 

Geldim bu garîb yurda, medhûş. 

Feryâdımı yok mu eyleyen gûş? 

Yâ Rab, bu nasıl cihân-ı hâmûş: 

Bir «yok! » diyecek sadâ da yokmuş! ” (C.Y.)


ülkesinin parçalanmasına  ses çıkaramayan, çekilen bütün   acıların   ahirette sona ereceğine, ibadet ettiği için öldükten sonra cennete gideceğine  inanan,  


“Eyvâh, ıssız diyâr-ı dilber... 

Her hatvesi bir mezâr-ı muğber! 

Uçmuş da bakındığım terâne, 

Kalmış sessiz bir âşiyâne. 

Yer yer medfun durur emeller... 

Gûyâ ki kıyâm-ı haşri bekler!” (C.Y.)


ülke mezarlığa dönmesine rağmen gıkı bile çıkmayan,  kılını bile kıpırdatacak hali kalmayan toplumdan öylesine ümidini kesmiştir ki,


Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki! ..

Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan

Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan? 

Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,” (G.E.)


genç vatan evlatlarının vahşice öldürülmesine göz yuman,  düşman saldırılarına karşı  ülkeyi koruyamayan,  ülkenin     yanıp yıkılmasını,  parçalanmasını önleyemeyen basiretsiz devlet yöneticilerinin  vurdumduymazlığı karşısında öylesine çaresiz duruma  düşmüştür ki,   mezarlık haline gelen   vatanın kurtulması, bağımsızlığa kavuşması için mezarlıkta yatan babasından, 





“Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk

Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!

Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş...

Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş! ” (Ü.B.) 


ve olası okurlarından  medet beklemek zorunda kalır.  


“Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:

Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?” (G.E.)


Üstü,  başı, saçı darmadağın,  bağımsızlığı, özgürlüğü gasp edilen, karanlıklara gömülen,   geleceğe dair bütün ümitlerini yitiren    insanlarla dolu Osmanlı toplumu parçalanmaya, yok olmaya doğru sürüklenmesine rağmen ülkesinin gelecekte bağımsızlığını  yeniden kazanabileceğini,  


“Lâkin görünen kimin hayâli? 

Cânan gibi tıpkı yâl ü bâli... 

Gîsû-yi siyâh-ı târumârı, 

Altında cebîn-i lem’a-dârı, 

Zulmetler içinde subh-i mahmûr; 

Yâ gözbebeğinde nazra-i nûr; 

Yâ ebr-i bahâr içinde cevvâl 

Bâran şeklinde dürr-i seyyâl; 

Yâ sînede her zaman coşan yâd, 

Yâ kayd-i bedende rûh-i âzâd.” (C.Y.)


gemiler dolusu  malların başka ülkelere ihraç edileceğini, ticaretin canlanacağını, halkın refah düzeyinin yükseleceğini, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’daki matbaalarda  kitapların, gazetelerin, dergilerin  basılacağını,   bilginin üretilmesinin,  yayılmasının,  paylaşılmasının önündeki tüm engellerin   ortadan kalkacağını, adaletin sağlanacağını hayal eden, 


“Sayısız mektep açılmış: Kadın, erkek okuyor; 
İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.
Gece gündüz basıyor millete nâfi’ âsâr; 
Âdetâ matba’alar bir uyumaz hizmetkâr.
Mülkü baştan başa i’mâr edecek şirketler; 
Halkın irşâdına hâdim yeni cem’iyyetler,
Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor; 
Gemiler sâhile boydan boya servet taşıyor...”(S.K.)


ülkesinin  yok olma  sürecini  toplumun büyük bir aymazlıkla izlemesi karşısında gözyaşı dökerek yazdığı şiirlerini,  okuru ağlatmak için değil,  


“Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum; 
Duyan yok, ses veren yok, bin perîşan yurda başvurdum.” (Ş.)

ülkesinin  bağımsızlığına  karınca kararınca destek vermek ümidiyle samimi duygularla kaleme aldığını, fakat toplumun maruz kaldığı felaketlerin boyutunu dile getirmekte oldukça aciz kaldığını belirten Mehmet Akif Ersoy, 


“Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim,

Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:

Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri; 

Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.

Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız,

Aczimin giryesidir bence bütün âsârım! 

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem; 

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! 

Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa; 

Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.”(S.)


ülkesini  parçalanmanın  eşiğine   getiren nedenleri,   bağımsızlığa götürecek kurtuluş reçetesini,  topluma serzenişlerini, çaresizlikten akıttığı gözyaşları olarak nitelendirdiği  düşüncelerini, tohumun toprağa ekildiği gibi,  şiirlerinin içine  serper ve  ülkesini   çağdaş bilgi düzeyine getirmesi, ülkesinin ve tüm insanlığın barış içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek  yol ve yöntemleri  araştırması,  olgunlaştırması, geliştirmesi,  düşüncelerinden gıdasını alabilmesi,  onları hayata uygulayabilmesi  için    “Safahat”i okurlarına emanet  eder. 


“Haykır! Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?

Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;

Feryâdımı artık boğarak, na'şını, tuttum,

Bin parça edip şi'rime gömdüm de bıraktım.

Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,

Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.

Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;

İnler "Safahât"ımdaki husran bile sessiz!” (Hüs.)











Felaketlerin Nedeni Dayatmacı Anlayıştır


Saltanatına  zarar verebileceği, toplumsal düzeni bozabileceği   gerekçesiyle düşüncelerini tehlikeli bulduğu aydınları   hapse tıkarak, sürgüne göndererek, ağır işkencelerden geçirerek, öldürülmesini  emrederek sanatçıları, yazarları  susturabileceğini,   her köşe başına casus yerleştirerek  toplumu  sindirebileceğini  düşünen, tüm toplumun ümitsizliğe, karamsarlığa kapılmasına neden olan Osmanlı padişahı II. Abdülhamid,  bu uygulamalarıyla şeytana bile rahmet okutmaktadır. 


 “Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse, 
«Bu bir cânî! » dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse. 
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse, 
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se... 
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs’e!” (İ.)


Geçmiş  dönemlerde tüm dünyayı aydınlatan yazarların ülkesi olan İran, ganimet elde etmek, saltanat sürdürmek  amacıyla komşu ülkelere karşı savaş açmayı marifet olarak değerlendiren,   ülkesini mezarlığa çeviren,   

 
“O, bir çok memleket vîran edip yaptırdığın eyvan 
Harâb olmaz mı? Kabristâna dönmüşken bütün Îran? 
Evet, Îrân’ı kabristâna döndürdün, helâk ettin; 
Kefen yaptın girîbân-ı ümîdi çâk çâk ettin!” (A.Ş.)


şairlere, yazarlara  işkence ederek toplumu yıldırmaktan,  topluma hayatı zehir etmekten, kan dökmekten başka amacı olmayan  cani ve eşkiya yöneticiler  tarafından idare edilmektedir. 


“O Sa’dî’ler, o Hâfız’lar, o Firdevsî, o Râzî’ler, 
Gazâlî’ler, o Kutbüddîn, o Sa’düddîn, o Kàdî’ler 
Yetiştirmiş; o Örfî’nin, o birçok şems-i irfânın 
Ziyâsından tenevvür eylemiş iklîmi dünyânın, 
Bugün makhûr-i nâdânîsidir bir fırka haydûdun! ”(A.Ş.)

Sürekli olarak yeni topraklar fethetmek peşinde koşan, fethedilen toprakların,  savaşlarda   ele geçirilen  ganimetlerin sadece daha  uzun süre iktidarda kalmasına   yarayacağını      düşünecek  kadar güç sarhoşluğuna kapılan,  kazanılacak ya da kaybedilecek savaşlarda  on binlerce insanın hayatından olmasını,   çocukların  yetim kalmasını,   eşini ya da oğlunu kaybeden   kadınların   gözyaşı dökmesini  hiç mi hiç umursamayan,  gelecek kuşakların savaşların bedelini çok ağır bir şekilde ödeyeceğini aklına bile getirmek istemeyen,  


“Öbür dünyâda insanlık değilmiş yağma, gördün ya!
Dilinden âhiret hiç düşmüyor ey müslüman, lâkin,
Onun hakkında âtıl bir heves mahsûlü idrâkin!
Bu mecnûnâne vehminden şifâyâb olmadan, şâyed
Gidersen böyle sıfru’l-yed , kalırsın sonra sıfru’l-yed!
Hayâlât arkasından koştuğun yetmez mi ey şaşkın?” (Hat. )


savaşların kaybedilmesini   düşman   ordularının daha güçlü   silahlarla donatılmış olmasıyla açıklayan,     ordunun silah, cephane ve eğitim eksikliğinin giderilmesiyle ülkesinin  daha çok toprak ele geçireceğini, düşman saldırılarını rahatlıkla püskürtebileceğini, ekonomik olarak gelişmiş ülkelerle  rekabet  edebileceğini  düşünen devlet  yöneticilerinin     ordunun modernleştirilmesine öncelik vermesi,  alınan önlemlerin askeri alanlarda sınırlı kalması, eğitim  sorunlarının üzerine gidilmemesi,  geniş halk kesimlerinin  eğitim hizmetlerinden faydalanmasının önünü açabilecek  önlemlerin alınmaması, 


“Zevi'l-ukuul arasından seçilme bir hey'et

Düşündü: Milleti i'laya çare hangisidir? 

Döküldü ortaya ara-yı encümen bir bir:

Siyaseten kimi kurtarmak istemiş kalanı; 

Demiş ki diğeri: Asker halas eder vatanı

O der: Donanmaya vardır bugün eşedd-i lüzum

Bu der: Hayır, daha elzemdir iktisab-ı ulum

Kiminde san'ata rağbet, kiminde nakde heves; 

Hülasa, her kafadan başka başka çıkmış ses.” (V. K.)


hükümetin bilimsel düşüncelerin  özgürce dile getirebileceği, paylaşabileceği toplumsal koşulları  oluşturmaması, toplumun  güvenlik, sağlık,  eğitim, ulaşım  ihtiyaçlarını karşılayamaması,   


“Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün? 
Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün; 
Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn.
Asr-ı hâzırda geçen fenlere sâhip denecek,
Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?” (S. K.)


devlet hizmetlerinin  aksamasına, devlet  otoritesinin sarsılmasına,  güvenlik zafiyetinin tüm toplumun hayatını derinden etkilemesine, fabrikaların üretim yapabileceği,     esnafın para kazanabileceği koşulların  ortadan kalkmasına,


“Ne devâirde hükûmet, ne ahâlîde bir iş! 
Ne sanâyi’, ne maârif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir: Zâbıta yok, râbıta yok; 
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok.” (S. K)

hukuk, tarım, hayvancılık, denizcilik, tıp,  mühendislik alanlarında  toplumu aydınlatabilecek  tek bir bilim insanının bile    yetişmemesine, 


“Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.
Şu ne? Mülkiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne? 
O mu? Baytar. Bu? Zirâ’at. Şu? Mühendishâne.
Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız.” (A.)

toplumun çağdaş bilgi düzeyine  erişememesine,     fen  bilimlerinde geri kalmasına, geleneksel yöntemlerin kullanıldığı  tarımda verim kaybına,   sanayi  işletmelerinde üretim yapılamamasına  neden olmuş, 


“Zavallı milletin idraki tarumar olalı:

Muhit-i ilme giren yok, diyar-ı fen kapalı; 

Sanayi'in adı batmış, ticaret öylesine,

Zira'at olsa da Adem nebi usulü yine!”(V. K.)


bir zamanlar geyiklerin cirit attığı, yeşilin her tonunun görülebildiği  bitki örtüsüyle kaplı ormanlar,    yerini tek bir    tavşanın,    tek bir çalının, ağacın  bulunmadığı çorak araziye, çıplak kayalıklara bırakmış, 


“Eteklerinde zığın saklı bildiğin orman, 
Bugün barındıramaz hâle geldi bir tavşan! 
O, sırtı hiç de güneş bilmeyen yeşil dağlar, 
Yığın yığın kayalardır: Serâblar çağlar!” (İ.A.)


devlet yöneticileri    vatandaşlarının  yakacak odununu Avrupa’dan dilenecek duruma düşmüştür. 


“– Adam yetiştiremezmiş, demek ki, toprağımız! .. 
– Lâtîfe ber-taraf amma, adam değil yalınız, 
  Odun da isteriz artık yakında Avrupa’dan!”(İ.A.)


Ayrımcılığın etkisine kapılarak  birbirine  karşı   nefret ve düşmanlık duyguları besleyen,    başlarına gelen her olumsuzluğun, tüm felaketlerin  aydınlardan ve bilimsel gelişmelerden kaynaklandığını iddia eden, 


“Açılıp gitgide artık iki hizbin arası,
Pek tabî’î olarak geldi nizâın sırası.
Yıldırımlar gibi indikçe «beyin»den şiddet,
Bir yanardağ gibi fışkırdı «yürek»ten nefret.
Öyle müdhiş ki husûmet: Mütefekkir tabaka,
Her ne söylerse fenâ gelmede artık halka; 
Hem onun zıddını yapmak ebedî mu’tâdı.
Bir felâket bu gidiş... Lâkin işin berbâdı:
Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan,
Geldi efkâr-ı umûmiyyeye mühlik bir zan:
«Bu fesâdın başı hep fen okumaktır.» dediler; 
Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer.” (S.K.)


fen bilimlerine,  bilimsel düşünceye değer vermeyen,     hayatı geleneksel düşünce kalıpları bağlamında değerlendiren, yaşadığı  sorunlara çözüm üretmekten iyice uzaklaşan,  gün geçtikçe daha da bataklığa  saplanan, bir avuç idarecinin saltanat sürmesine hizmet eden, halkın kanından beslenen düşünce sistemiyle uyutulan, sağırlaşan, körleşen, 


“Beşikte her birimiz bir terânedir işitir,
Ki bestekârı tabîat değil de an’anedir.
Evet, bu an’anenin tellerinde mâzîmiz
Terennüm etse o parlak sesiyle râzîyiz.
Fakat mefâhir-i ecdâdı nakleden “ana” tel,
Bakılmayıp da asırlarca kalmadan mühmel ,
Ya büsbütün sağır olmuş, ya öyle paslanmış:
Ki hangi perdeye vursan, çıkan sadâ yanlış.
Bu tel ki “Yıldırım”ın dâsitân-ı satvetini
Başında besteleyip, ceddimin sabâvetini
Zafer havâsına doymaksızın uyutmazdı;
Bugün uyuşturuyor “ninni”lerle ahfâdı!” (B.H.)


geçmişe  baktığında  sadece kanlı ve  kabus dolu hatıralar canlandırabilen,   geleceği kapkaranlık gören,   üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi yaşayan Müslüman toplumlarda, 


“Okur yazar denilen eski baş belâsından,
Olunca ümmet-i merhûme büsbütün me’yûs;
Muhît-i fikrine çullandı kanlı bir kâbûs.
Çekilse: Arkada mâzî denen leyâl-i azâb;
Atılsa: Önde bir âtî ki dalga dalga serâb!” (B.H.)

eğitim kurumlarında uygulanan  baskıcı  anlayış nedeniyle  toplumun ihtiyaçlarına cevap veremeyen, toplumu çağdaş bilgi seviyesine getiremeyen okullar  işlevini  yitirme noktasına gelmiş, 


“»Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı»
Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı! 
İlmi tazyîk ile ta’lîm, o da bir istibdâd...” (S.K.)


öğrencileri dövmeyi kendilerine tanınmış bir hak, dayak atmayı  imanın şartı olarak değerlendiren öğretmenler,  öğrencilere  dayak atmadan  disiplinin sağlanamayacağına, eğitimin düzelmeyeceğine  inanacak kadar  mesleğine, toplumuna   yabancılaşmış,  


“— Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz...
Gül biter aşk ile vurduk mu...
— İnandım, câiz.
— Pek cılız çıktı bu «câiz», demek îmânın yok? 
— Dayak «Âmentü»ye girdiyse, benim karnım tok.
Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında! 
— Hele! 
— Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,
Fark olunmazdı Kızanlık’taki güllüklerden!”(A.)


ülkenin batacağı, kurtulmasının artık mümkün olmadığı beklentisinin okullara şırınga edilmesi,    gençlerin korkuya ve ümitsizliğe kapılmalarına,     geleceği kapkaranlık  görmelerine,    cesaretlerinin   kırılmasına neden olmuş, 


“Daha mektepte çocuktuk bizi yıldırdı hayat;
Oysa hiç korku nedir bilmiyecektik heyhat!
Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmiyeni;
“Yürü oğlum!” diye teşcî’ edecek yerde beni,
Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,
Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!
Bana dünyâya çıkarken “batacaksın!” dediler…
Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!
Ye'si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;
Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi İmam?”(A.)


büyük ümitlerle  geldikleri okulda ezberciliğin pençesine  kapılan öğrenciler,  ne kadar iyi niyetle öğrenmek için çabalasa  da, okuldan kovulmuş, büyük hayal kırıklıklarıyla karşı karşıya kalmış, 


“Koğuldum anne! Deyip ağlıyor zavallı çocuk... 
Ne yapsın annesi? Dünyada bir güvendiği yok!

o bari bir adam olsun da kalmasın cahil, 
Demiştim olmadı... Lakin kabahat onda değil; 
O, her sabah okuyordu gürül gürül cüzünü; 
-Ayırmıyordu kitaptan ne olsa hiç gözünü.” (M.)


hurafelere kapılan kızlar, kadınlar, erkekler doğal bir olay olan ay tutulmasında dümbelek çalarak şeytanı kovabileceklerine   inanacak kadar  yaşamdan  kopmuş,


“Ay tutulmuş, «Kovalım şeytanı kalkın! » diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!” (S.K.)


iyice tembelleşen halk, sokaklara yağan karı    temizlemek yerine, yerdeki kar örtüsünün  yağacak yağmurla   temizleneceği beklentisiyle yağmur duasına çıkacak  kadar  batıl inançların  etkisinde kalmıştır.  Kaldırılmayan karın lodos rüzgarından dolayı erimesi  dört bir tarafı çamur deryasına çevirince,  sokaklardaki  çamuru   temizlemeye, kirli   gömleklerini  yıkamaya vakit ayıracak zamanlarının olmadığını  söyleyen sokak sakinleri ise,  çamurlu yollarda yürümeyi, kirli, pasaklı elbiseleriyle dolaşmayı marifet olarak değerlendirebilecek kadar üşengeç ve hayatından bezmiştir. 


“Bizim diyâra biraz kar düşünce zor kalkar.
Mahalle halkı nihâyet kalırsa pek muztar,

Lodos duâsına çıkmak gerek…” denir, çıkılır.
Cenâb-ı Hak da lodos gönderir, fakat bıkılır:
Çamur yığınları peydâ olur ki mühliktir…
“Aman don olsa…” deriz… Şüphe yok, temizliktir,
Donun kırılması varmış, düşünme artık onu:
Yağar, erir, buz olur… Neyse, yaz değil mi sonu?

Kalenderin zifir olmuş su görmedik yakası…
Bakıp da bir titiz insan demiş ki:
– Kahrolası!
Nedir o gömleğinin hâli, yok mu bir yıkamak?
– Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak!
– Su kıtlığında değilsin ya… Hey müseyyib adam,
İkinci def’a yıkarsın…
– Fakîriniz yapamam:
Cenâb-ı Hak bizi dünyâya muttasıl gömlek
Sabunlayın, diye göndermemiş bulunsa gerek!

Hikâye bizleri te’yîde en güzel düstûr.
Süpürge sohbeti bitmez ki: Bahs-i dûrâdûr.
Sokak süpürmek için gelmedik ya bizler de!” (B.H.)


Ülkede adaleti tesis etmesi gereken  mahkemelerin  aldığı    kararlar,   toplumun  huzur ve güvenlik içinde yaşamasını   sağlamaktan  ziyade, iktidar sahiplerinin ve devlet     görevlilerinin  çıkarlarına hizmet eder hale gelmiş, sokaklar, meydanlar  ortalıkta cirit atan  çetelere kalmış, 


“Muttasıl kıvranıyor, kalbi yıkık, beyni harâb.
Hangi bîçârenin âlâmını etsin ta’dîl; 
Kimin imdâdına koşsun? O kadar çok ki sefîl! ..
Hangi mâtemli evin derdine çıksın ortak? 
Bir yığın kül kesilen, baksana, binlerle ocak! 
Hangi yardım dilenen aczi tutup kaldırsın? 
Hangi mel’un çetenin boynunu ilkin kırsın? 
Bizim ev mahkeme; hâkim, bereket versin, acar; 
Geceden hükmü verir, gündüzün icrâya koşar!” (A.)

hor görülen, şiddete maruz kalan, canından bezen, malından bıkan, çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen,  


“Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü: Cılız!
Bizim oğlan bunu virdetmiş, okur her yerde...;” (A.)

derdini anlatabilecek tek bir merci bile bulamayan,  yüzüne bütün kapılar kapanan vatandaş ise hayvan muamelesi görmektedir. 


“İki da’vâcı ne söylerse bütün dinleyecek.
O zaman kestiği parmak acımaz, âmennâ...
Ama hep bir tarafın ağzına bakmak, o fenâ.
Köylü câhilse de hayvan mı demektir? Ne demek!” (A.)


Dış     güçlerin kuklası haline gelen,  saltanatlarını  sürdürmekten başka hiçbir öncelikleri olmayan,  her türlü yüzsüzlüğü yapabilen,  her türlü sorunu kaba kuvvet kullanarak çözebileceğine inanan, zorbalıkla çözüm üreten dalkavukları  devlet kademelerinde vezirlik gibi en etkin konumlara   getiren, 


“Ne felâket, ne rezâletti o devrin hâli! 

Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli,
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:

Bir siyâset ki didiklerdi, emînim, Karakuş! 
Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pîr,
Haydi Mâbeyn-i Hümâyûn’a! ... Ya bâlâ, ya vezîr!” (S.K.)


karınlarını  doyurabilecek  parayı  kazanamayan, sefalet içinde yaşamak zorunda kalan,  cenazelerini bile toprağa verebilecek dermanı kalmayan halkın  gündelik yaşamını kolaylaştırabilecek önlemleri almayan, hayata tutunmasına destek vermeyi   aklından  bile geçirmeyen, sayısız  vatan evladının zorbalığa, haksızlığa, şiddete, savaşlara kurban edilmesine  kayıtsız kalan, 


“Muhtekir kàfilesiymiş, ne edeb var, ne hayâ.
Aç, sefîl inleyerek can veredursun dünyâ,
Yine siz dinlemeyin, anlamayın mâtemini,
Sürün artık serilen yurdunuzun son demini! 
Sağda yüzlerce ölen, solda hesapsız sürünen,

Bana anlat bakayım şimdi: Şu bîçâre ocak,
Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak? 
Hiç bu mantıkla, a dîvâne, hükûmet mi yürür? 
Bir cemâ’at ki erenler işi yumrukla görür,” (A.)


yaşanan felaketlerin Birinci Dünya Savaşı’nın doğal sonuçları olduğunu öne sürerek  kendini haklı çıkarma,  önceki   yönetimleri  suçlama,    bahane bulma derdine  düşen  padişahların, 


“«Devr-i sâbık» mı dedin şimdi? .. Elindeyse, çevir,
Ensesinden tutup eyyâmı da gelsin o devir.
Milletin beş parasız onda, emîn ol, yedisi! 
Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi! 
Yatırın âlemi çavdar karışık mezbeleye:
Ne bu? Ekmek! diye dünyâyı verin velveleye.
Hastalık, kehle, sefâlet saradursun, kol kol,
Sâde siz seyre bakın! 
— Harb-i Umûmî bu, ayol! 
— Devr-i sâbıkta gebermezdi adam böyle zelîl,
Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefîl.” (A.)


göreve yeni başlamalarına rağmen  el etek öperek, el pençe divan durarak kendilerine bağlılığını açıkça ilan eden subayları     generalliğe ataması,  ülkesi için varını yoğunu ortaya koyan, kelle koltukta mücadele eden subayların   terfi etmesine engel olması  ordudaki huzursuzluğu arttırmış, moralleri yerle bir etmiş, düzeni bozmuş, askeri eğitimin çökmesine neden olmuş, 


“Kışla yok, dâire yok, medrese yok, mektep yok; 
Ne kılıç var, ne kalem... Her ne sorarsan, hep yok! 
Kalmamış terbiye askerde. Nasıl kalsın ki? 
Birinin ömrü mülâzımlıkta geçerken öteki,
Daha mektepte iken tayy-ı merâtible ferîk! 
Bir müşirlik mi var? Allâhu veliyyü’t-tevfîk!” (S.K.)

başıbozukluk, laçkalık ve disiplinsizlik nedeniyle darmadağın olan ordu, düşman saldırılarını önleyemez, vatandaşın yaşama hakkını koruma  yükümlülüğünü  yerine getiremez,  


“Kışlalar evlere, asker de ahâlîye döner! 
Durmasın sonra kazan kaldıradursun ordu,
Düşmanın safları çiğner bu mukaddes yurdu.” (S.K.)

egemenlik alanındaki  yerleşim yerlerinin kaybedilmesine,   Osmanlı kültürünü hatırlatan eserlerin  yerle bir edilmesine, yanıp yıkılmasına dur diyemez,  


“Nasıl bilirdin! Evet, bilmesen de hakkın var:
Bırakmamış ki, taş üstünde taş, kuduz canavar! 
Yol uğratıp da bu sahradan önce geçmişsen; 
Görür müsün, bakalım, bir nişane geçmişten?” (V.K.)


kimliğinden  vazgeçmek istemeyen    ihtiyarların bedenlerinin, beyinlerinin delik deşik edilmesine, kadınların tecavüze uğramasına, çocuklarıyla birlikte taşlarla paramparça edilmesine, karların, çamurların  üstünde inim inim inleyerek can çekişmesine, gazlı bezle, yağlı katranla yakılmasına,  küle dönüşmesine çare bulamaz hale gelmiştir. 


“Ne ihtiyar seçiyor, bak, ne kimsesiz tanıyor; 
Beş altı günde otuz bin adam boğazlanıyor! 
Pomakların deşilip süngülerle vicdanı; 
Alınmak isteniyor ta içinden imanı! 
Birer birer oluyor ırzı, malı, yurdu heder
Gidince hepsi elinden: Ya Bulgar ol, ya geber! 
Şu, göğsü baltaların en koniyle parçalanan,
Şu, beyni taşların altında uğrayıp kafadan,
Karın, çamurların üstünde, inleyen canlar; 
Şu, bir yığın kömür olmuş, kül olmuş insanlar; 
Ki gazlı bezle, o olmazsa, yağlı katranla
Yakıldı Bulgar'a şayeste bir soğuk kanla; ” (V.K.)


Daha çok toprak fethetmenin Tanrı inancının gereği   olduğunu iddia ederek  başlatılan,    kazanıldığında büyük ganimetler ele geçmesine,   padişahların büyük komutan olarak kutsanmasına, saltanatlarının perçinlenmesine  hizmet eden,


“Girdiniz harbe heriflerle «zarûrî! » diyerek; 
Bu rezâlet de zarûrî mi, kuzum, bir bilsek?” (A.)


kaybedildiğinde ise  yurdun dört bir tarafının yangın yerine dönmesine,    toplumun      yeryüzünde  eşi ve   benzeri  görülmemiş büyük  bedeller   ödemesine neden olan savaşlarda, 


“Bu, yanmadık yeri kalmışsa, kağşamış yurda,
Meğerse Avrupa kundak sokar dururmuş da,
“Uyan şu uykudan, etrâfı yangın aldı, yetiş!”
Demek lüzûmunu hiçbir beyin düşünmezmiş.
Unutmuşum, bunu olmuştu hisseden gerçek…
Çıkıp da: “Orada fol yok, yumurta yok” diyerek!”

Sizin de varsa da pek kanlı bir hezîmetiniz;
Bizimkiler ona benzer mi; nerde! Nisbetsiz.” (B.H.)


hedefiyle buluştuğu anda şimşek gibi zifiri karanlığı gündüze çeviren, kapkara bulutlardan yıldırım gibi ateş yağdıran, önünde hiçbir engel tanımayan, temas ettiği her nesneyi darmadağın eden, askerlerin bedenlerini  küle dönüştüren,  taşları bile eritebilen,  gölgeleri  bile  parçalayabilen  bombalar,  


“Şu anda cebheni görmekteyim: Ateş yağıyor;
Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor!
Nigâhı bin bu kadar mil mesâfeden kavuran,
Alevleriyle berâber, o seyle karşı duran,
Karaltılar nedir, asker mi, taş mı, gölge midir?
Hudâ rızası için, seçmiyor gözüm, bildir.
Ne taş, ne gölge, ne asker… Serâb, korkuyorum,
Yığınla kül kesilen sırtlarında manzûrum!
Taş olsa, çünkü, erir; gölge olsa parçalanır;
Taşar gelir de bu tûfan, önünde sed mi tanır! ” (B.H.)

tüm yurtta hayatın cehennem haline  gelmesine neden olmuş,     savaşların sonuçlarından olumsuz olarak etkilenmeyen, yanmayan, yıkılmayan tek bir ocak bile kalmamış, 


“Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:

hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.

O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği! 

O ne tûfan ki: Yakıp yıktı bütün vâdîyi! ”  (Ü.B.) 



bedenini bir avuç devlet yöneticisinin  çıkarları için   feda ettiğinden, sömürüldüğünden, yıldırıldığından,  uyutulduğundan haberi  olmayan halk ne yapacağını bilemez hale gelmiş, 


“Tanımaz bindiği mahlûku, sürer kör körüne; 
Tanımaz gittiği yer hangi taraf, gördüğü ne? 
Fikri yok, duygusu yok, sanki yürür bir kötürüm; 
Bu da sağlıksa eğer bence müreccahtır ölüm.
Üç beyinsiz kafanın sevkine şaşkın gibi râm; 
Kırbaç altında bütün gün, ne tezallüm, ne kıyâm. ”(A.)


şehirler, köyler teker teker elden çıkmış, erkekler katledilmiş, kadınlar yetim kalan çocuklarıyla evlere  kapanmak zorunda kalmış, paramparça edilen bedenlerden akan kanlar pıhtılaşmış,  nehirleri kızıla boyamış,  


“Kefenli gezmede mevtin hayâl-i üryânı!
Bağırmak istedi, lâkin duyulmuyordu sesi.
Bunaldı… Çünkü tıkanmıştı büsbütün nefesi.
Nihayet oldu bu rü’yâdan öyle bir bîdâr:
Ki hepsi gitmiş elinden, ne yâr var, ne diyâr!
Çatırdamakta bütün hânümânının temeli;
Alev, saçaklara sarmış… Yerinde yok Rumeli!
Şakî çarıkların altında hurdehâş îmân;
Hudâ’yı titretiyor eyledikçe istîmân !
Domuz çobanları “Balkan”da hânedân-ı vakûr!
O hânedânlar, o beyler bütün bütün makhûr.
Reîs-i âileler kâmilen şehîd olmuş;
Kapanmış evlere dullar, yetimler dolmuş.
Zemîn-i câmidi seyyâl bir alev bürüyor:
Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor.” (B.H.)


kucaklarındaki çocuklarıyla, karınlarındaki bebekleriyle  bir yığın kadın bedeni delik deşik edilmiş, organları paramparça olmuş,  kemikleri dışarı fırlamış bir halde  Meriç ve Tunca nehirlerinin kıyısına vurmuş,  henüz ölmeyenler ise   can çekişmekte, son nefeslerini vermek üzeredir. 


“Dışarda kendisi mahkum, içerde namusu
Esiri öldürüyor, bak ki, zulmün en koyusu!

Meriç'le Tunca'nın üstünde gördüğün kümeler
Nedir bilir misin? Enkaaz-ı tarumar-ı beşer! 
Sarayiçi'ndeki biçareler ki hepsi kadın
Kenara vurmuş olan kısmıdır bu ecsadın! 
Nazarlarında  sönen gözlerin sönük nazarı; 
Kulaklarında civarın enin-i muhtazarı; 
Kucaklarında birer na'ş-ı pare pare defin
Ecelle uğraşıyor bir yığın kemik Ne hazin!” (V.K.)


Ülke sınırlarını genişletmek amacıyla girişilen savaşlarda ordunun  yenilgi üstüne yenilgi almasıyla iyice fakirleşen,  evsiz  barksız kalan halkın  kaldırımlarda uyumak zorunda kalacak kadar sefil bir hayat yaşamakla karşı karşıya kalması, 


“Bin sefîl ordu ki efrâdı: Bütün âileler.
Hepsi aç, bir paralar yok, kadın erkek çıplak; 
Sokağın ortası ev, kaldırımın sırtı yatak!” (S.K.)

çoluk çocuğunu besleyebilecek, giydirecek  parayı kazanabilecek iş bulamaması,  acınacak duruma  düşmesi, açlıktan ölmeye mahkum olması, 


“Yalın ayak, baş açık, bir paçavra sırtında; 
Bu tamtakır adanın tamtakır muhitinde; 
Acından ölmeye mahkum olan zavallıları,” (V.K.)


ülkenin on binlerce evladını  kaybetmesi, tek  bir evin ışığının bile yanmaması, bütün ülkenin matem havasına  bürünmesi, hiç kimsenin uğramadığı ve ebediyete kadar da uğramayacağı koskoca bir mezarlık haline gelmesi, 


“Birer mezar-ı müebbed kesilmiş evlere bak:
Beş ayda kırk bini sönmüş ki yanmıyor tek ocak!” (V.K.)


hastaları, yaralıları tedavi   edebilecek doktor  bulunmaması, defnedilemeyen insan cesetlerinin  kokmaya yüz tutması sanki  yetmezmiş  gibi,   leş peşinde koşan,  kurtları,  sırtlanları bile  gölgede bırakan, kan akıtmaya  doyamayan devlet yöneticileri,  etrafındaki dalkavuklar ve     savaş tacirleri kendilerine  yeni kurbanlar  aramaktadırlar. 


“Hangi vîrâneyi eşsen kopuyor bin çığlık! 
Hasta binlerle, bakan yok; diriler çırçıplak; 
Ölüler kaskatı olmuş, hani kim kaldıracak? 
Bir taraftan bu fecâyi’ kemirirken yurdu,
Bir taraftan da elin bir sürü doymaz kurdu,
Dişliyor na’şını sırtlan gibi bîçârelerin;” (A.)


Ülkesine yönelen  saldırıları savuşturabilecek, sınırlarını koruyabilecek, toplumun güvenliğini sağlayabilecek,  vatandaşlarının hayatını kolaylaştırabilecek kurumları  oluşturamayan,  kadroları  yetiştiremeyen devlet yönetimi,  toplumsal düzenin işler halde kalmasını,   topluma uyguladıkları  türlü  türlü   baskılarla   hayatı     zehir eden, evine balık götüren insanlara bile dayak atabilecek derecede zıvanadan çıkan,  meyhanelerde içki içenlere saldıran,   düğünlerde  eğlenenleri,  kumar oynayanları acımasızca, öldüresiye dövmeyi alışkanlık hale getiren, durumdan vazife çıkarmayı marifet olarak değerlendiren,  devleti koruma içgüdüsüyle hareket eden,  olağanüstü yetkilerle donatılan  işgüzarlara havale    ederek  sağlayabilmektedir. 


“Sen o meyhâneyi basmakla mükellef miydin? 
Ya kumarbazları ma’nâsı nedir tehdîdin? 
Toplanıp cünbüş ederken elin evlâdı, gece,
Hangi bir hakla gidip hepsini dövdün delice? 
Na’ra atmış diye sarhoşları, tut sen, kovala...
Bâri git bekçi yazıl, aylık alırsın budala! 
Niye cebren ayırırsın kocasından kadını? 
Komşular, baksana, «kel kâhya» komuşlar adını! 
Balık almış, ne olur? Sonra yedirmiş, ne çıkar? 
Sanki hiç beslememiş kendisi vaktiyle zağar.
Sana bir şey dememiş, kısmış oturmuş dilini; 
Niçin, oğlum, seriyorsun herifin pestilini?” (A.)

Beline taktığı  kılıcıyla, elindeki kamçısıyla, elbisesindeki  envai çeşit madalyalarıyla      devlet gücünü temsil ettiğini kanıtlayabilmek için önüne gelene   şiddet uygulayan,  


“Belinde seyf-i «sadâkat», elinde bir kamçı, 
Ferik nişanları altında gördüğüm umacı, 
Ziyâ-yı bedr-i münîrin içinde, yâ Rabbi, 
Dururdu sîne-i îmâna girmiş ukde gibi! 
Semâ, zemin bütün envâr iken o pis gölge, 
Cebîn-i pâkine leylin ne pâyidâr leke!” (İs.)


kadını,  erkeği   karakola çeken, emrine  uymayanları evlerini yıkmakla, öldürmekle tehdit eden,  


“— Kuzum, nasıl paşasın, görmüyor musun? Kocamı 
Sürükleyip duruyorlar... 
— Defol kadın, adamı 
Vurunca öldürürüm ha! Benim şakam yoktur. 
— Çekil hanım, paşa lâf dinlemez; vurur mu, vurur.
Bilir misin onu! Şevket-meâb Efendimiz’in 
Birinci bendesidir... 
— Hay yetişmesin pampin! 
— «Sürün! » demiş, ona Şevketli’nin irâdesi var. 
— Sürüm sürüm sürünün tez zamanda alçaklar! ” (İ.)


bir   evladını  savaşta  kaybeden,    diğerinin sürgünden geri dönmemesi nedeniyle   perişan hale gelen, hayatı kararan  anne ve babaya  destek olmak    yerine,  onlara işkence eden, her türlü hakareti,  kötü muameleyi  yapmakta hiçbir sakınca görmeyen, onları hayvan gibi yerlerde süründüren,


“Ne manzaraydı İlâhî o gördüğüm sahne! 
Beş on herif yapışıp bir fakîrin ellerine, .
Sürüklüyor; öteden bir kadın diyor: 
— Bırakın! 
Kocam ne yaptı? Nedir cürmü bî-günâh adamın? 
Zavallının büyük evlâdı öldü askerde; 
İkinci oğlu da sürgün Yemen’de bir yerde. 
Acıklı, göğsü sakat koyverin, didiklemeyin; 
Günâhtır etmeyin oğlum, ayıptır eylemeyin.

Köpek sürür gibi insan sürüklenir mi ayol?” (İ.)


itiraz edebilecekleri bayıltıncaya kadar işkence ederek toplumu sindirme, devlet otoritesini kabul ettirme, padişaha bağlılığını gösterme çabasında olan paşa, 

 

“— Yetişti yaygaran artık... Çekil kadın evine!
Atın şu kaltağı gitsin, tıkın hemen içeri. 
— Paşam, bayıldı kadın. 
— Anlamam o hîleleri. 
Demek ki bekleyelim gelsin âlemin keyfi... 
Saat üç oldu, geciktik, omuzlayın herifi.” (İs.) 


anlayışsız, insan kılığı taşımayan, kafası bedeninde eğreti duran, dayatmacı düzenin  kurallarına  uymayanları öldürme yetkisi  verilen,  toplumu yıldırmak, korkutmak  ve sindirmekle görevli düzeneğin bir dişlisi olarak görev yapmaktadır. 


“— Kadın, paşam, ne yaparsın? 
Paşam mı? Nerde paşa? 
Şu korkuluk gibi dimdik duran herif mi? Paşa! 
Tasavvur et: İki arşın kazık kadar bir boy; 
Getir de üstüne kalpaklı bir kemik kafa koy. 
Ocak süpürgesi şeklinde bir sakal yaparak, 
«Senin bu işte yüzün, al! » deyip o yüzsüze tak. 
Ocak süpürgesi, lâkin süpürmüyor, yıkıyor; 
Nedense bittiği yerden cenâzeler çıkıyor! 
….
Paşam dedikleri u’cûbe işte aynıyle!” (İ.)

Şiddet  sarmalı toplumsal hayatı öylesine kuşatmıştır,  toplumu   canından ve malından   öylesine bezdirmiştir ki,  


“Rûh-i İslâm’ı şedâid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü te’dîb ise maksûd-i mehîbin, gerçek,” (S.K.)


sokakta, pazarda, otobüste, tramvayda, gündelik hayatta kolaylıkla  tatlıya bağlanabilecek ufak tefek olaylar birbirine küfürler savurarak, hakaret ederek, şiddet ve kaba kuvvet kullanarak  çözülmeye çalışılmaktadır. 


“– Biletçi, mösyö, tren kaçta kalkacak acaba?
– Ayağımı ezdin adam… Patlıyor musun, ne zorun?
– Vurursam ağzına?..
– Yâhu! Gürültünüz ne? Durun!
– Yavaş be!
– Çüş be! Gözün kör mü?” (B.H.)


Üstüne başka bir kadınla  evlenmesine karşı çıktığı   gerekçesiyle kocası tarafından acımasızca dövülen,  kafası, gözü şişen,  çaresiz   bir kadının hikayesinin anlatıldığı “Köse İmam” şiirinde,   dinsel inancın kadına uygulanan şiddetin  meşruiyet kazanmasında bahane olarak kullanıldığı,  erkeğin kadını bir eş değil, adeta köle,  hatta cansız bir eşya, mal olarak  gördüğü, toplumsal değer yargılarının kadının     kendisini ifade edebilme hakkını elinden aldığı, kadının kendisini hiçbir şekilde savunamadığı açık bir şekilde ortaya konulmaktadır.  Kadın ile kocasını barıştırma, uzlaştırma,  yeniden bir araya getirme görevini üstlenen, adama  karısını  dövmeye  hakkı olmadığını söylediğinde,  adamın  kutsal kitabın kendisine  dört kadınla evlenme, karısına dilediği kadar    dayak atma ve onu boşama hakkı  tanıdığına, bu tip eleştirileri  bireysel haklarına saldırı  olarak değerlendirdiğine tanık olan imam,  hem karı kocayı  birbiriyle barıştıramamanın  getirdiği hayal kırıklığıyla hem de  buna benzer olayların  Müslüman toplumlarda  sık sık görüldüğüne, birçok  kadının hayatını kararttığına tanık  olmanın ezikliğiyle, çaresizliğiyle yüzleşmek zorunda kalır. 


“ – Hoca, bak, ben kızarım. 

Size haltetme düşer... Dövmüş isem, kendi karım. 

Keyfim ister döverim, sen diyemezsin: “Dövme!” 

Misaller, örnekler Kayıp, bilinmeyen Din kaideleri 

Bu, tecâvüz sayılır doğrusu haysiyyetime... 

– Hangi haysiyyetin oğlum? O da varmış desene. 

Beyimin şimdiki haysiyyet-i mevhûmesine 

Diyecek yok... Yalınız rahat ararlarsa eğer, 

Böyle külfetli kuyûd altına hiç girmeseler! 

– Sen imam, saçmalıyorsun... Yetişir artık dur. 

……..

        – Değil hiçbiri... Lâkin canımı 

Sıktı akşam “Edemem, üstüme evlenme!” diye. 

Ne demek! Dörde kadar evlenir erkek, demeye 

Kalmadan başladı şirretliğe... Kızmaz mı kafam? 

– Kustuğun herzeyi yutsun diye, hey sersem adam! 

Dövüyorsun, boşuyorsun elin öksüz kızını... 

Haklı bir kerre ya! İnsan boşamaz haksızını. 

– Boşamaz? Amma da yaptın! Ya Şerîat ne için 

Bize evlenmeyi tâ dörde kadar emr etsin? 

İki alsam ne çıkar sâye-i hürriyyette? 

Boşamışsam canım ister boşarım elbette. 

İşte meydanda Kitap. Hem alırız, hem boşarız.” (K.İ.)


Şanlı tarihiyle   övünmekten geri kalmayan,   fakat gerçek hayatta üstüne başına  giysi alamayan, çocuklarının karnını doyuramayan, karşı karşıya kaldığı felaketleri kader olarak yorumlayan,  Batılı ülkelere karşı yapılan  savaşları kaybetmeye mahkum kalan, 


“Gözleri mâzîye bakan milletin
Ömrü temâdîsi olur nekbetin.
Karşına müstakbeli dikmiş Hudâ,

Görmeye, lâkin daha yok niyyetin!

Ey koca Şark, ey ebedî meskenet! 
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum, Garb’ın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet.” (U.)


yaşadığı her an ölümle burun buruna gelen, felaketler  karşısında sağa sola kızmaktan başka hiçbir şey yapamayan, saplandığı bataklıkta  çırpındıkça, debelendikçe gücü tükenen,  


“Zavallı çırpınıyor boyladıkça hüsranı

Kenara kaçmaya olsaydı bari dermanı.

Yazık ki çıkmak ümidiyle kalkarak ayağa,

Kımıldadıkça gömülmekte büsbütün batağa! 

Zaman zaman bakıp etrafa diş gıcırdattı; 

Muhiti, çünkü, yürürken o muttasıl battı! 

Fakat bugün acınır bir nazarla bakmakta:

Omuzda, çünkü, batak şimdi, cansa gırtlakta.

Henüz gömülmedi biçarenin cılız boyunu;” (V.K.)


faiz ve borç  döngüsünden bir türlü kurtulamayan,   icralık  olduğu için tarlalarını  süremeyen,  tarım alanı olarak kullanılabilecek, ekilebilecek, dikilebilecek arazilerin çoraklaşmasını sadece  seyreden, karnını doyurabilecek para kazanamayan, eline para geçtiğinde ise  har vurup harman savuran, vaktini kahvelerde kağıt ya da taş oynayarak geçiren, 


“Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlâkı bitik; 
Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.
Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri; 
Nerde evvelki refâhın acabâ onda biri? 
Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi «icrâ» ister; 
Bir kalem borca bedel fâizi defter defter! 
Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,
Verilen tohmu da inkâr edecek, öyle çorak.
Bire dört aldığı yıl köylü, emîn ol, kudurur:
Har vurur bitmeyecekmiş gibi, harman savurur.
Uğramaz, gün kavuşur, çiftine yâhud evine; 
Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine.”(A.)


geçmişini tanımadığı gibi daha güzel bir geleceği hayal bile  edemeyen, nefes almayı  marifet olarak gören, günübirlik yaşamayı, hayatını sürdürmeyi,  hayatta kalmayı bile beceremeyen,


“……… Yoklayayım şimdi avâmın da biraz,

Nedir efkârı, dedim. Hey gidi vurdum duymaz! 

Öyle dalgın ki, meğer Sûr’unu İsrâfîl’in,

İşitip, yattığı  yerden azıcık silkinsin! 

Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar

Bir mezarlık gibi: Her nâsiye bir seng-i mezar! 

Duymamış kaygı denen duyguyu vicdânında.

Okunur her birinin cebhe-i hüsrânında,

«Ne gelenden haberim var, ne gidenden haberim; 

Serserî kevne gelelden beri sersem gezerim!»” (S.K.)


ormanları tahrip eden,  düzenbazlık   yapmaktan tarlasını ekmeye, biçmeye vakit  bulamayan, ekilmiş tarlalardaki  ürünlerini  toplayamayan, topladıklarını tüketicisine ulaştıramayan, harmanını dövemeyen, kaldıramayan, çürümeye terk eden, kendi dinine, mezhebine  ait  insanları öldürmek üzere cepheye gönderildiğinden bile haberi olmayan,  felaketler altında yaşamaktan iyice bunalan, bir deri bir kemik kalan, en ufak sorunu bile   birbirlerini öldürerek çözebileceğini düşünen, durumu her gün biraz  daha kötüleşen, gerçek hayatta  cehennemde   yaşamasına  rağmen toprak altında  cennete gideceğine inanan,  


“«Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? » diyorlar. Gördüğüm: Yer yer,
Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler; 
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar; 
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar; 
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar; 
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

…. 
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler; 
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; 
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar; 
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar; 
«Gazâ» nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar; 
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar; 
Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! 

.....

Mezarlar, âhiretler, yükselen karşında dûrâdûr; 
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr! 
Derinlerden gelir feryâdı yüz binlerce âlâmın; 
Ufuklar bir kızıl çenber, bükük boynunda İslâm’ın! 
Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta; 
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon cansa gırtlakta!” (Ş.)


ülkesi işgal edilen, bağımsızlığını yitiren, onuru ayaklar altına alınan, ülkesi koskocaman bir mezarlığa dönen, gelecekte daha da büyük  felaketlerle karşı karşıya kalacak olan,  


“Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından; 

Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezârından; 

Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından.

Bu mâtem, kim bilir, kaç münkesir kalbin gubârından

Hurûş etmekte, son ümmîdinin son inkisârından?

Batıp gitmiş nazarlar beklemekten fecr-i nâzan “ (G.V.)


ne yaşayabilme,  ne de ölme hakkına  sahip olan Müslüman toplumlar, 


“Ne kurtulur, ne ölür Derde bak, felakete bak:
Hayat? O hakkı değildir, ölüm? ölüm de yasak!” (V.K.)


henüz  toprak altına gömülmemiştir, fakat canlı olma özelliğini çoktan yitirmiş,      cenazeden  hiçbir farkı kalmamış, yaşarken ölmüştür. 


“Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden gömülür; 

Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür.”  (M.K.)






Bilginin İşlevi


Okuyanların  edindiği  bilginin ezbere dayandığına, dayatmacı anlayışa hizmet ettiğine,  gerçek hayatta karşılaşılan   sorunların  çözümüne hiçbir  faydası olmadığına,    okumayanların   cehaletin pençesine kapıldıklarına, yaşları  kırka dayanmış insanların,  bir çocuğun rahatlıkla  anlayabileceği  konulara  bile vakıf olmadığına,  


“Geçer şebâbımızın en güzîde eyyâmı
Hayâtı anlayarak atmadan bu evhâmı!
Hayâtı anlamıyor… Çünkü görmüyor, okuyor;
Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor!
Okutma: Bitti; okut: Serserî-i ş’ir ü hayâl!” (B.H.)


değişim ve dönüşüm kuralları bağlamında şekillenen hayata  farklı açılardan bakabilmeye yarayacak  düşünceler  vahiy bile olsa  kabul etmediklerine, dini, mezhebi, ırkı kendine benzemediği gerekçesiyle bütün Avrupalıları düşman  olarak değerlendirdiklerine, 


“Gelelim şimdi, ne merkezde avâmın hissi...
Şüphe yoktur ki tamâmiyle bu fikrin aksi:
Görenek neyse, onun hükmüne münkàd olarak,
Garb’ın efkârını, âsârını düşman tanımak; 
Yenilik nâmına vahy inse kabûl eylememek.
Şöyle dursun o teceddüd ki dışardan gelecek,
Kendi milliyyetinin kendi muhîtinde doğan,
Yerli, hem haklı teceddüdlere hattâ udvan! 
Müşterek hissi budur işte avâmın sizde. “ (S.K.)


batıl inançların toplum  geneline yaygınlaştığına, Tanrı inancının anlaşılmadığına bütün Müslüman toplumlarda tanık olmak mümkündür. 


“Bakın ne hale getirmiş ki cehlimiz dini:

Hurafeler bürümüş en temiz menabi'ini.” (V.K.)


Müslüman toplumların dünyada eşi ve benzeri görülmemiş büyük felaketlerle karşı karşıya kalmalarının, ekonomik alanda gelişmiş ülkelerle rekabet edememelerinin,  çağdaş bilgi seviyesine ulaşamamalarının, geri kalmışlıktan kurtulamamalarının, gelecekten  ümidi kesmelerinin, 


“Bizim felâketimiz böyle olmuyor aslâ:
Muhîti ye’s ederek her taraftan istîlâ,
Ne intibâha, ne ikdâma vermiyor meydan.” (B.H.)


kardeş kavgalarıyla baş edememelerinin, birlik ve  beraberlik içinde  yaşayabilecek toplumsal koşulları inşa edememelerinin,  bağımsızlıklarını   kaybetmelerinin, yabancı ülkelerin boyunduruğu altına girmelerinin, sefil bir hayat yaşamaya mahkum olmalarının, bir yığın suçsuz insanın   hayatının kararmasının  nedeni,   


“Boğuyor âlem-i İslâm’ı bir azgın fitne,
Kıt’alar kaynayarak gitti o girdâb içine! 
Mahvolan âileler bir sürü ma’sûmundur,
Kalan âvârelerin hâli de ma’lûmundur.” (S.K.)


Tanrı inancı değil, 


“— Allâh’a değil, taptığın evhâma dayandın; 
Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi ki yandın.” (A.Son)


sadece  bir avuç yöneticinin çıkarlarına  hizmet eden,      bilimsel düşünceyi ortaya çıkarabilecek iletişim ortamlarının  oluşmasını engelleyen,    toplumun  üretici, yaratıcı  özelliklerini dumura uğratan,    


“Yazık hâlâ biz,
Dünkü ilmin bile bîgânesiyiz, câhiliyiz.
İşte fıkdânı bu ihmâl edilen ma’rifetin,
Nesli bir acze düşürmüş ki, bugün, memleketin,
Bir yığın kuvveti var, hem ne tabî’î de, henüz,
Biz o kuvvetlere eller gibi hâkim değiliz!” (A.)


Tanrı inancı olarak yorumlanan, gerçekte ise toplumu Tanrı inancından  soğutan dolaşımdaki dayatmacı   anlayıştır. 


“Müslüman unsuru gâyet mütedennî, doğru,
Şu kadar var ki değildir bu, onun mahzûru.
«Müslümanlık» denilen rûh-i İlâhî, arasak,
«Müslümânız» diyen insan yığınından ne uzak!” (S.K.)


Ülke çıkarlarına zarar verebilecekleri, toplumsal düzeni bozabilecekleri gerekçesiyle  düşüncelerini tehlikeli buldukları aydınları  sürgüne gönderen,    zindana tıkan,  başlarını ezen devlet yöneticilerinin dolaşımda tuttuğu    dayatmacı  anlayış, 


“Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik? 
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!” (S.K.)


din, dil, mezhep, ırk ayrımcılığına  son verebilecek, dinsel, mezhepsel, ulusal aidiyeti ne olursa olsun yeryüzündeki bütün insanları Tanrı’nın kulu olarak görebilmeyi, bir insanın çektiği acının  tüm insanların acısı  olarak yorumlamayı, onların acısını paylaşmayı, dindirmek için çabalamayı akla getirebilecek Tanrı inancının, dirilere üflendiğinde,   doktora gitmeye gerek kalmadan bütün hastalıkları iyileştireceğine,  duaların bireysel ve toplumsal sorunları  çözebileceğine, mezarlıklardaki  ölülere okunduğunda, sevap kazanacağına,  ölünün günahlarından arınarak  cennete gitmesine aracılık edeceğine  inanmak olarak  yorumlanmasına neden olmuş, 


“Nefes ettir, çabucak, kendine, olsun bitsin! 
Ölüler dîni değil, sen de bilirsin ki bu din,
Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.
Niye isrâf edelim bir sürü iknâiyyât? 
Hoca, mâdem ki bu din: Dîn-i beşer, dîn-i hayât,
Beşerin hakka refîk olmak için vicdânı,
Beşeriyyetle berâber yürümektir şânı.
Yürümez dersen eğer, rûhu gider İslâm’ın; 
O yürür, sen yürümezsen, ne olur encâmın? 
Oflu’nun ilmi de olsaydı o îmâna göre,
Şimdi baştanbaşa tevhîd ile dolmuştu küre,
O nasıl kalb, o nasıl azm, o nasıl itmînân? ..
İşte tevfîk-ı İlâhî’ye yürekten inanan; 
İşte «lâ havfe aleyhim» diye Kur’ân-ı Hakîm,
Bu velî zümreyi etmektedir ancak tekrîm.” (A.) 


kollanmaya  ihtiyacı olmayan Tanrı’yı korumak adına uygulanan,   adeta   put işlevi gören  yasaklar, cezalar, yaptırımlar,   sadece padişahların    saltanat sürmesine hizmet eder hale gelmiş,  toplumsal davranışları derinden etkileyen ve biçimlendiren  dayatmacı anlayışın yol açtığı ümitsizlik ise,  Tanrı inancı işlevini yerine getirmektedir.


“Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık,
Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık! 
Göreyim gel de büyük bildiğin Allâh’ı kayır...
Hani, tevfîk-i İlâhî’ye kanan var mı? Hayır.
Ya senin âlem-i İslâm’ın inanmış ye’se; 
Dîn-i resmîsi odur, vazgeçemez kim ne dese!” (A.)


Osmanlı İmparatorluğu’ndaki farklı dinlere, mezheplere, uluslara aidiyeti olan azınlıkların yaşadıkları   felaketlerin ayrımcılık ve bilgisizlikten kaynaklandığının,      ayrımcılığın ve bilgisizliğin çözülmesi  gereken en önemli sorun olduğunun farkında olmaması, 


“Nedir bu tefrika, yahu! Utanmıyor musunuz? 

Geçen fecayi'e hala inanmıyor musunuz? 

Gömülmek istemiyenler boyunca hüsrana; 

Nifakı gömmeli artık mezar-ı nisyana.

Unuttunuz mu ne korkunç edebsiz olduğunu? 

Eşip de geçmişi hortlatmayın şu mel'ünu!” (V.K.)




çağdaş bilgi düzeyine erişmek bir tarafa, okumayı, yazmayı bile öğrenmemesi,   aidiyetini öne çıkarmayı marifet sayması, 


“Felaketin başı, hiç şüphe yok, cehaletimiz; 
Bu derde çare bulunmaz - ne olsa - mektepsiz.
Ne Kürd elifbeyi sökmüş, ne Türk okur, ne Arab; 
Ne Çerkeş'in, ne Laz'ın var bakın, elinde kitab! 
Hülasa, milletin efradı bilgiden mahrum.” (V.K.)


Arapların, Türklerin, Çerkezlerin, Arnavutların, Kürtlerin…  birbirlerini Tanrı’nın kulu  olarak görmemesi, 


"Arnavutluk" ne demek? Var mı şerîatte yeri? 

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde; 

Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!” (B.H.)


dinsel, mezhepsel, ırksal aidiyetler bağlamında hayatı yorumlamanın,  devletin ve toplumun çöküşüne, parçalanmasına neden olacağını öngörememesi, 


“Veriniz baş başa; zîrâ sonu hüsrân-ı mübin:

Ne hilafet kalıyor ortada billâhi, ne din!

"Medeniyyet! " size çoktan beridir diş biliyor; 

Evvela parçalamak sonra da yutmak diliyor:

Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,

Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da´vâ?

Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz...

Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!

Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum...

Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!” (H.S.)


birliğin sağlanamamasından, vatanın bölünmesinden, devletin batmasından  kendilerinin de etkileneceğini hesaba katmaması,  


“Nifaka buğz ediniz halisen li-vechillah; 

Halas eder sizi ihlasınızla belki ilah.

Münafığın sonu gelmez, söner sefil ocağı

Bugün tüterse henüz gelmemiş, demek ki, çağıl

Nedir ki, verdiği yangınla memleket de biter,

Saçak tutuşmadan evvel basılmamışsa eğer.

Yanında yaş da yanar, çaresiz, yanan kurunun

Diyor Kitab-ı İlahi: O fitneden korunun,” (V.K.)


Müslüman toplumların    Tanrı inancını  yeryüzündeki bütün insanların   barış içinde yaşamasını sağlayabilecek  düşünce sistemi olarak yorumlamadıklarının, Tanrı inancını ibadete indirgediklerinin, özünü ıskaladıklarının  en belirgin kanıtıdır. 


“Namazda hem beni göz yaşlarıyle ağlattı; 

Hem öyle ağlanacak bir hakikat anlattı,

Ki dinlemezseniz elbette mahvolur millet:

Sizin felaketiniz: Tarumar olan vahdet.” (V.K.)


Müslüman toplumlarda Tanrı inancının sarsılmasının,   hakikatin araştırılabileceği, anlaşılabileceği, bilimsel  düşüncenin üretilebileceği,  yayılabileceği iletişim ortamlarının   ortadan kalkmasının, bireysel ve toplumsal sorunların çözümünün tek çaresinin kaba kuvvet kullanmaktan geçtiğine inanılmasının,    


“Müslüman hakka zahîr olmaya her an mecbûr,
Sarsılır varlığı, göstermeye başlarsa fütûr.” (A.)


Müslüman toplumların   dayatmacı anlayışa teslim olmalarının, kandırılmalarının, uyutulmalarının,


“Havassı maskara yaptık, avamı aldattık.” (V.K.)


ekonomik ve teknolojik yenilikleri gerçekleştirebilen         Batılı ülkelerin uyguladıkları politikalara karşı çaresiz duruma düşmelerinin, Batılı ülkelere karşı giriştikleri savaşlardan    yenilgiyle çıkmalarının, bağımsızlıklarını  kaybetmelerinin, 


“Bu da gayetle tabî'î, koşanındır meydan;

Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan.

Müslüman, fırka belâsıyle zebun bir kavmi,

Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?” (S.K.)


üzerine yağan bombaların  engellenebileceğine, toplumun aydınlanabileceğine,  geleceğin daha güzel olabileceğine    dair ümitlerini yitirmelerinin, 


“Ne gökte yıldıza benzer ufak bir aydınlık;
Ne yerde göz kadar olsun ışıldayan bir ışık,
Adem bulutları döktükçe gölge tûfânı,” (B.H.)


yeryüzünde meydana gelen toplumsal değişimlerden haberdar olmamalarının, çağdaş bilgi seviyesinden  uzaklaşmalarının, tarih sahnesinden silinmek ile karşı karşıya kalmalarının,  


“Fevc fevc akmakta insanlar bütün müstakbele.

Nehr-i feyzâfeyz-i insâniyyetin âhengine.

Uymadan, kâbil değildir düşmemek bir engine.” (D.)


gerçekte  cehennem gibi bir hayat yaşamalarına rağmen ibadet ettiği için ahirette cennete gideceğine inanmalarının, 


“Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık; 

Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık (Y.R.)


diğer ülkelerle ekonomik  alanlarda rekabet edememelerinin,  sefil bir hayat yaşamaya mahkum olmalarının, toplumun değil, devlet yöneticilerine şirin görünmekten, dayatmacı anlayışı mesrulaştırmaktan, kendi çıkarlarının peşinde koşmaktan başka hiçbir amacı olmayan aydınların  geri kalmışlığını yansıttığını, 


“Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd, 
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd! 
Diyor ecdâdımız makberlerinden: «Ey sefîl ahfâd, 
Niçin binlerce ma’sûm öldürürken her gelen cellâd, 
Hurûş etmezdi, mezbûhâne olsun, kimseden feryâd?” (İ.)


Batılı toplumların Müslüman toplumlardan daha zeki oldukları tezinin doğru olarak kabul edilemeyeceğini, Müslüman toplumların yaşadıkları felaketlerin dayatmacı anlayıştan kaynaklandığını, 


“Daha yüksek mi aceb Şark’ı ezen fıtratlar,
Kàbiliyyetçe? Hayır, ben buna aslâ kanmam.” (S.K.)


topluma  doğru yolu gösterebilecek, toplumun yeteneklerini  toplumsal refahın artmasına,     huzur ve refah içinde yaşamasına yönlendirebilecek en önemli gücün     aydınlar olduğunu  İngiltere’deki üniversite öğrenimi  döneminde gözlemlediğini belirten Mehmet Akif Ersoy, 


“Şunu öğretti ki İngiltere tahsîli bana:
Milletin, memleketin böyle sefîl olmasına
Bir sebep varsa, havâssın geriden bakmasıdır...
Yoksa, Şark’ın bu zekî unsuru her feyzi alır.” (S.K.)


toplumu   beden, aydınları ise bedenin beyni olarak değerlendirir. 


“Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı,
Bilmemiz lâzım olur halkı da elbet cismi.” (S.K.)

Mehmet Akif Ersoy’a göre,  Osmanlı ulemasının  devlet yöneticilerine  methiyeler düzmesi, iktidardaki güç odaklarıyla işbirliği yapması, bireysel çıkarlarından başka  hiçbir önceliklerinin olmaması,  ancak dalkavukluk,  


“Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri.
Bu sıkılmazlara «medh et! » diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!” (A.)

mal, mülk edinmek, saygınlıklarını korumak adına padişahların  çıkarlarına hizmet eden  düşüncelerin   Tanrı buyruğu olduğunu iddia etmesi, en azından maskaralık, 


“Sığmıyor en büyük endâzeye işler artık; 
Saltanat nâmına, din nâmına bin maskaralık.” (S.K.)


ayetleri, hadisleri padişahların daha uzun süre saltanatta kalmasına hizmet edebilecek şekilde yorumlaması,  toplumu uyutmak için yenilerini uydurması, Tanrı inancını sevap kazanmaya, günah işlemeye  indirgemesi, olsa olsa cinayet, 


“Yıkıp şeriati, bambaşka bir bina kurduk; 

Nebi'ye atf ile binlerce herze uydurduk! 

O hali buldu ki cür'et: Yecüzu fi't-tergib

Karar-ı erzeli fetva kesildi! Hem ne garib,

Hadisi vaz' ediyorken sevab uman bile var! 

….

Düşünmedin mi girerken şeriatin kanına? 

Cinayetin kalacak zanneder misin yanına?” (V.K.)


ülkesinin bağımsızlığına kavuşması,  karşı karşıya kaldığı felaketlerin    çözülmesi  için   mücadele  etmemesi de,     en hafif tabirle  körleşme olarak değerlendirilebilir. 


“Nasıl tahammül eder hür olan esaretine? 

Kör olsun ağlamayan, ey vatan, felaketine!” (F.K.)


Osmanlı aydınlarının Batılı yaşam tarzına hayran olmaktan, Batılı düşünürleri  taklit etmekten, Arap kültürüne düşman olmaktan ileri gidememesi,  bir toplumun ekonomik büyümesinin, kalkınmasının, huzur ve refah içinde yaşamasının  bilimsel düşüncenin üretilebileceği iletişim ortamlarının hazırlanması ile mümkün olabileceğini  kavrayamaması,


“Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar; 
Kimi, Îran malı der, köhne alır, hurda satar! 
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab; 
Biradan, fâhişeden başka nedir şi’r-i şebab? 
Serserî: Hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok; 
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok! 
Şimdi Allâh’a söver... Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!” (S.K.) 


toplumsal olayları dinsel aidiyet, etnik köken, mezhepsel kimlik   bağlamında değerlendirmenin, Osmanlı toplumunu oluşturan azınlıkların  birbirini düşman gibi görmesine neden olacağının,    ülkeyi parçalamak, son darbeyi vurmak isteyen dış güçlerin ekmeğine yağ süreceğinin  farkında olmaması, 


“Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize? 
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize? 
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.
Arnavutluk’la, Araplık’la bu millet yürümez..
Son siyâset ise Türklük, o siyâset yürümez.
Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan; 
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.
Siz bu da’vâda iken yoksa, iyâzen-billâh,
Ecnebîler olacak sâhibi mülkün nâgâh.
Diye dursun atalar: «Kal’a, içinden alınır.” (A.H.)


bireysel çıkarlarıyla ilgilenmekten, dayatmacı anlayışı meşrulaştırmaktan başka bir  önceliğinin olmaması, toplumla bağını  koparması, topluma tepeden bakması, 


“Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası
Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.
….

Bir cemâat ki dimâğında dönen hissiyyât,
Cismin a’sâbına gelmez, durur âheng-i hayât; 
Felcin a’râzını göstermeye başlar a’zâ.
Böyle bir bünye için vermeli her hükme rızâ.” (S.K.)


bütün azınlıkları  kaynaştırabilecek bir düşünce sistemi ortaya koyamaması, 


“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; 
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” (A.H.)


tasavvuf edebiyatının ülkenin dolu dizgin parçalanmaya, yok olmaya doğru yol almasına  kayıtsız kalması,  soyut konularla ilgilenmesi,   divan edebiyatının     içkiye, şaraba  yönelmesi, toplumsal gerçeklerden kopması, toplumun geleceğine yön verebilecek düşünceleri ele almaması,


“Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler Türk’e «tasavvuf» diye olgun şırayı; 
Muttasıl şimdi «hakîkat» kusuyor Sıdkı Dayı! 
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab; 
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git o «dîvan» mı ne karn’ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi «Sandıkburnu!” (A.)


toplumun bir arada yaşamasına hizmet etmesi gereken kitle iletişim araçlarında  birlik ve beraberlik duygularını  pekiştirecek düşüncelerden ziyade,     ayrımcılığı  körükleyici  haberlerin,  makalelerin, yazıların ağırlıklı olarak yer alması, 


“Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,
Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete.” (S.K.)

devlet kurumlarının kendini yenileyememesine, çürümesine, kokuşmasına,   toplumsal  hayatın felç olmasına, dinsel, ırksal, mezhepsel ayrımcılığın  derinleşmesine, ahlaki değerlerin bozulmasına,  yozlaşmasına, 


“Muhîtin üstüne meyhâneler kusan bu gedik,
Kapanmak üzre iken başka rahneler çıktı;
Ayakta kalması lâzım ne varsa hep yıktı.
“Değil mi bir tükürük alna çarpacak te’dîb,
Ne hükmü var?” diye üç beş hayâ züğürdü edîb,
Bitirmek istedi ahlâkı, ârı, nâmûsu;” (B.H.)


Osmanlı toplumunu oluşturan azınlıkların birbirini  düşman gibi görmesine neden olmuştur.


“Ne oldu, sor bakalım? Milletin öz evlâdı, 
Yabancıdan daha düşman kesildi birbirine!”(İ.A.)


Osmanlı aydınları   padişahların dalkavukluğunu yapmak yerine toplumu aydınlatabilecek eserler üretebilseydi, 


“Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış izde,
Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına.
Hiç o gitsin de dönüp bakmayarak arkasına,
Nâsın efkârı -ki efkâr-ı umûmiyye odur-
Gitmesin kendi yolundan... Bu nasıl kàbil olur?” (S.K.)


toplumun  bedeninden,  kanından beslenen, ülkesini  peşkeş çeken devlet yöneticilerinin  payandalığını yapmasaydı,  


“Düşünce yoksulu, zıpçıktı müctehidler eğer,

Dalarsalar o rezil içtihada bermu'tad; 

Olur zavallının atisi büsbütün berbad!

Sakırgadan daha iğrenç öbek öbek türüdü,

Vücud-i milleti son günler öyle bir bürüdü:

Ki davranıp o tufeylatı ansızın koğacak

Olursa kurtulacak belki Yoksa, bit boğacak! ” (V.K.)


ayrımcılığa   son verebilecek, dağılma, parçalanma sürecini durdurabilecek, toplumun çağdaş bilgi  düzeyine erişmesinin yolunu açabilecek, geleceğine yön verebilecek bir düşünce sistemi  inşa edebilseydi,


“Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;
“Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Lâz’ın, Türk’ün,
Arab’la, Kürd ile bâkîdir ittihâdı bugün;
Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!” (B.H.)

farklı dinlere ve mezheplere aidiyete sahip  azınlıklara birlikte yaşamanın  kazanımlarını  yeterince  anlatabilseydi,  gerekli eğitimi  sunmak için  mücadele etseydi, ayrımcılık  ortaya çıkmayacak, azınlıklar başkaldırmayacak, toplum   da böylesine  büyük felaketlerle karşı karşıya kalmayacaktı. 


“Şu cehlimizle musibet mi kaldı uğramadık? 

Mahalle mektebi lazım, düşünmeyin artık! 

Mahalle mektebi olsaydı bizde vaktiyle; 

Ya uğrasaydı kalanlar güzelce ta'dile; 

Yarım pabuçla gezen, donsuz üç buçuk zibidi,

Bir Arnavudluğu isyana kaldırır mı idi?” (V.K.)


Tanrı inancını,   din, dil, ırk ve mezhep ayrımının  ortadan kalkmasına,  tüm insanların  barış içinde yaşamasına  katkı sağlayabilecek en evrensel, en barışçıl düşünce sistemi ve     bilimsel gelişmelerin kaynağı olarak yorumlayan Mehmet Akif Ersoy, Osmanlı  aydınlarının bir bölümünün Tanrı inancının  gericiliğe neden olduğunu,  bilimsel gelişmeleri engellediğini, bilimsel gelişmeler temelinde    şekillenecek olan  bilim ve  teknoloji çağında   Tanrı inancına artık  gerek kalmadığını,  


“Mütefekkirleriniz dîni de hiç anlamamış;.

Rûh-i İslâm’ı telâkkîleri gâyet yanlış.
Sanıyorlar ki: Terakkîye tahammül edemez; 
Asrın âsâr-ı kemâliyle tekâmül edemez.
Bilmiyorlar ki: Ulûmun ezelî dâyesidir,
Beşerin bir gün olup yükselecek pâyesidir.
Mündemic sîne-i sâfında bütün insanlık.” (S.K.)


Avrupalıların  yaşam tarzını   birebir taklit etmeden, tarihsel geçmişini, kültürel değerlerini inkar etmeden, dinsel inancı  reddetmeden,  ülkenin  ekonomik olarak gelişmesinin mümkün olmadığını,  


“Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın:
«Medeniyyette teâlîsi umûmen Şark’ın,
Yalınız bir yolu ta’kîb ederek kàbildir; 
Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir.

Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,
Aynı izden sağa, yâhud sola hiç sapmamalı.
Garb’ın efkârını mâl etmeli Şark’ın beyni; 
Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; ya’ni:
İçtimâî, edebî, hâsılı her mes’elede,
Garb’ı taklîd edemezsek, ne desek beyhûde.
Bir de din kaydını kaldırmalı, zîrâ o belâ,
Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ!” (S.K.)


diğerlerinin  dinden  uzaklaşınca       Avrupalıların   Osmanlıları  barbar olarak değerlendirmekten vazgeçeceğini,  bazılarının da bütün Avrupalıların  kafir olduklarını  iddia edebilecek kadar  toplumsal gerçeklerden koptuklarını,  diğer toplumları  ön yargıyla değerlendirdiklerini,  dünyadaki gelişmeleri ve  değişimleri  doğru okuyamadıklarını, bilgisiz ve aşağılık kompleksi içinde olduklarını belirtir. 


“Mütefekkirleriniz, anlaşılan, pek korkak,
Yâhud ahmak... İkisinden bilemem hangisidir? 
Sanıyorlar ki: «Bugün Avrupa tekmil kâfir.
Mütedeyyin görünürsek, diyecekler, barbar! 
“Libri pansör” geçinirsek, değişir belki nazar.” (S.K.)


Toplumsal felaketlere neden olan düşünce kalıplarını sarsması, parçalanmaya  doğru adım adım sürüklenen ülkenin  bağımsızlığa  kavuşmasına,    toplumun  bilimsel düşünceyi  edinebileceği iletişim ortamlarının kurulmasına katkı sağlaması,   bilimsel ve ekonomik gelişmeler temelinde şekillenen  teknoloji  çağına toplumunu hazırlaması  gereken aydınların,  İstanbul’un lüks semtlerindeki  meyhanelerinde içkilerini yudumladıklarını, 


“Hülasa, hepsi çalışmak, yorulmak istiyecek.

Fakat çalışmak için önce şart olan: İstek.

O yoksa, hangi vesileyle biz ilerliyelim? 

Sıkıntısız mütefennin, üzüntüsüz alim,

Ne tatlı şey! Buna bir çare yok mu? Hah! Bulduk:

Tokatlıyan'da, yarın, toplanır beş altı kopuk,

Birer kadeh biradan sonra davranır erken,

Omuzlayıp kırarız bab-ı içtihadı hemen.

Kırılmadan açılır şey değil, kilid müdhiş! 

Gelin, omuzlıyalım Bir omuzlamaktadır iş.

Cesaretin medeni şekli işte böyle olur;” (V.K.)


kağıt üzerinde özgürlük   ilan ederek toplumun   özgürlüğün önemini anlayacağını zannedecek,  toplumsal değişimlerin ve bilimsel gelişmelerin her toplumda farklı şekillerde  gerçekleşebileceğini ayırt edemeyecek  kadar kendi toplumuna ve bilimsel düşünceye yabancılaştıklarını,   toplumun gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşabilmesi için   bilimsel düşüncenin üretilebileceği iletişim ortamlarının kurulması gerektiğini kavrayamadıklarını,  ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunlara    oldukça yüzeysel yaklaştıklarını, konuyu magazinsel boyutuyla değerlendirdiklerini belirten Mehmet Akif Ersoy, 


               “Bu cehalet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm! 

Başlasın terbiyeniz, âilelerden oğlum. 

Sâde hürriyyeti i’lân ile bir şey çıkmaz; 

Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz.” (K.İ.)


aydınların sokaklarda davulla, zurnayla  gösteriler  yaparak,  sloganlar atarak özgür düşüncenin  geniş toplumsal kesimlere yayılacağına inanmalarının, 


“Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı, pazar
Na’radan çalkanıyor! Öyle ya... Hürriyyet var! 
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... 
Doğru:Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; 
Kafalar tütsülü hülyâ ile, gözler kızgın.
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhâneyi çıkmış birden! 
Zurnalar şehrin ahâlîsini takmış peşine; 
Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine! 
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört geçeli; 
En ağır başlısının bir zili eksik, belli! 
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrâfını yüzlerce hödük! 
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak...
— Yaşasın! 
— Kim yaşasın? 
— Ömrü olan.
— Şak! Şak! Şak!” (S.K.)


özgürlük kavramının içinin boşaltılmasına, özünün ıskalanmasına, sloganlaştırılmasına neden olduğunu, kandan beslenenlerin kurduğu düzenin meşrulaşmasına hizmet ettiğini belirtir.


“Bâbıâlî yokuşundan çıkıyordum, baktım:
Yolu boydan boya tutmuş eli bayraklı takım.
Geziyor başların üstünde genizden bir ses.
Çömelip, salya sümük, ağlayadursun herkes,
Ben görür görmez öten zurnayı bir irkildim...
Ay, Zuhûrî’ye çıkan maskara! Bildim... Bildim...
Değişen bir yeri yok, dinleyemem kim ne dese.” (A.)

Ekonomik  olarak gelişebilen  ülkelerin   aydınlarının geniş halk kesimlerine  bilimsel düşünceyi aktarmayı,   toplumun aydınlanması için mücadele etmeyi hayatın anlamı olarak gördüklerini, 


“Ma’ârif oldu umûmun gıdâ-yı müştereki.
Havâssınız yazıyorken avâmınız okudu,
Yazanların da okutmaktı, çünkü, maksûdu.
Unutmuyordu beyinler süzerken âfâkı,
Nasîb-i nûrunu topraktan isteyen halkı.” (B.H.)


Avrupa’dan İstanbul’a çalışmak için gelen   mühendislerin,  Müslüman  olmamalarına rağmen,  toplumun  inançlarını  aşağılayıcı tek bir söz söylemediklerini,  halka        olağanüstü  saygılı  davrandıklarını gözlemleyen  Mehmet Akif Ersoy, 


“Su mühendisleri gelmişti... Herifler gâvur a,
Neme lâzım bizi incitmediler zerre kadar; 
İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar! 
Tatlı yüz, bal gibi söz... Başka ne ister köylü? 
Adam aldatmayı a’lâ biliyor kahbe dölü! 
Ne içen vardı, ne seccâdeye çizmeyle basan; 
Ne deyim dinleri bâtılsa, herifler insan.” (A.)

kendi  toplumuna yabancılaşan,    kendi toplumunun   kılık ve  kıyafeti ile, yaşam tarzıyla, dinsel inancıyla  alay eden,  halka selam  vermeye bile tenezzül etmeyen, 

  

“Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya... Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz; 
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır; 
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;” (A.)


bilimsel   gelişmelere ilgi göstermeyen,  toplumsal  felaketlerin çözümüne   katkı sağlayabilecek düşünceleri dile getirenlere karşı son derece ön yargılı davranan,  diğer dinlere, mezheplere aidiyete sahip insanları küçümseyen,   en ufak eleştiriyi   alınganlıkla karşılayan,  


“Ya ta’assubları? Hiç sorma, nasıl maskaraca?
O, uzun hırkasının yenleri yerlerde, hoca,
Hem bakarsın eşi yok dîne teaddîsinde,
Hem ne söylersen olur dîni hemen rencîde! 
Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid’at; 
Şer’i tağyîr ile, terzîl ise -hâşâ- Sünnet! 
Ne Hudâ’dan sıkılırlar, ne de Peygamber’den.
Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden
Çekecek memleketin hâli ne olmaz, düşünün!”(S.K.)


devlet  yöneticilerinin borazanlığını  yapmaktan ileri gidemeyen,   toplumun   bilimsel düşünceyi edinmesine, aydınlanmasına  katkı sağlamayı aklından geçirmeyen, 


“Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka? 
Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka? 
Köylüden milletin evlâdı kaçarken yan yan,
Sizdiniz köydeki unsurla beraber yaşayan.
Rûhunuz halkımızın, köylümüzün rûhuna denk; 
Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes’ûd âhenk! 
Biz bu âhengi harâb etmeyecektik, ettik; 
Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.” (A.)


ülkenin  ekonomik   gelişmesinin toplumun  bilimsel düşünceyi edinebileceği iletişim   ortamlarının   kurulmasıyla  mümkün olabileceğini kavramayan, konuyu sadece söylemsel boyutuyla ele alan,   


“Gittim amma bu değil beklediğim hürriyyet.
Zâten i’lân edilirken işi çakmıştım ya...
Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rü’ya! 
Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün!” (A.)

toplumu  cahil  olarak gören, yaşanan felaketlerden     halkı sorumlu tutma  eğiliminde olan,  toplumsal sorunlara  çözüm bulma   gayreti içine   girmeyen, toplumun sırtına kene, sülük gibi yapışan,  kanını emen,  


“Köylünün hâlini bilmez, diyerek dinlettin.
Hasta meydanda, tedâvîye de cidden muhtaç; 
Yalınız görmeliyim nerde hekim? Nerde ilâç? 
Nesl-i hâzır ki sarık gördü mü, terzîl ediyor,
Defol ıskatçı diyor, cerci diyor, leşçi diyor...
Hocazâdem, ne sülükmüş o meğer vay canına! 
Diş bilermiş senelerden beri Türk’ün kanına.
Emiyor fırsatı bulmuş yapışıp, hem ne emiş! 
Kene bir şey mi aceb, ah o ne doymaz şeymiş!”(A.)


toplumun gelir düzeyini  çağdaş ülkeler seviyesine  getirmek gibi bir amacı olmayan, gününü gün etme derdine düşen aydınların ve yöneticilerin, yeryüzündeki tüm  toplumların   kaderini   belirleyecek  olan  bilişim ve iletişim çağında  ne yeri  ne de  söyleyebilecek sözü   olabileceğini düşünür.  


“Yirminci asır, fenlere zihniyyetler
Verebilmekle tebellür ve tefâhürler eder.
Vakıâ hâlet-i rûhiyyesi var akvâmın; 
Bu prensiple, fakat, ma’şeri pek i’zâmın,
Belki ferdiyyeti sarsar biraz aksü’l-ameli...
Sâde şe’niyyet-i a’sârı durup dinlemeli.
İctihâdî galeyanlar da mühimdir ya, asıl,
İktisâdî cereyanlardır olan müstahsil.
Bunu te’mîn edemezlerse nihâyet hocalar,
İskolâstikle sanâyi’ yola gelmez, bocalar.” (A.)

Gelişmiş    ülkelerin  yaşam tarzını taklit etmenin toplumun   ilerlemesine katkısı olmayacağını,  dinsel, mezhepsel, ulusal   aidiyetlerin  ne ekonomik gelişmeyi  sağladığını ne de engellediğini, 


“Ne yapsa Avrupa, bizlerce asl olan hareket: 
“O halde, biz dahi yaptık! ” deyip hemen taklîd.
Bu türlü bir yenilikten ne hayr edersin ümîd?”(İ.A.)


gelişmiş ülkelerin deneyimlerinden gerekli dersleri çıkarabilen,  geniş halk  kesimlerinin   toplumsal refahtan  yeterince pay alabilmesinin yolunu açabilen bir  toplumun,  geri kalmışlık sorununa  mutlaka çözüm bulabileceğini,  


“Nasıl yekpâre milletler var etrâfında bir seyret? 
Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret!” (A.T.)


aydınların   toplumsal    refahı arttırabilecek, huzur ve güvenliğini sağlayabilecek düşünce sistemini  inşa etmeleri halinde, toplumun çağdaş bilgi seviyesine ulaşabileceğini, 


“Adam ister yalınız etmeye bir kavmi adam!

Doğru yol işte budur, gel, diye sen bir yürü de,
O zaman bak ne koşanlar göreceksin sürüde!” (S.K.)


bilimsel düşüncenin üretilebileceği, yayılabileceği   iletişim ortamlarını oluşturabilen toplumların ekonomik olarak gelişebildiklerini,  huzur ve  refah içinde yaşadıklarını   belirten Mehmet Akif Ersoy, 


“Çekecek oldu mu önden o İlâhî feneri; 
Arkasından da cemâat yürür artık ileri.
Rûhudur çünkü karanlıkta elinden yedecek,
Yolcu şaşkın mı ki dursun, mütemâdî gidecek.” (S.K.)


öğrencilere bilim öğrenmek  için  bir an önce Avrupa’ya  gitmelerini,  Batılı toplumları derinlemesine incelemelerini, fakat oradaki eğlence hayatına kapılmamalarını, bilimsel düşünceyi  edinerek  vakit kaybetmeden ülkelerine geri dönmelerini,  bilimsel düşüncenin geniş halk kitlelerine yayılması, ekonomik ve bilimsel alanlarda gelişmiş ülkelerle kendi toplumu arasındaki  geri kalmışlığın kapatılması konusunda üzerine düşen sorumluluğu  yerine getirmelerini önerir.


 “— İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,
«Nerdesin hey gidi Berlin? » diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek! 
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz; 
Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz.
Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size; 
O zaman varmanın imkânı olur gâyenize;” (A.)


Müslüman toplumların çağdaş bilgi düzeyine ulaşabilmeleri,  savaş alanlarında ölmekten ve öldürmekten kurtulabilmeleri, toplumun üretici özelliklerini harekete geçirebilmeleri,  birliğini, beraberliğini inşa edebilmeleri, 


“Tabîat bin çelik bâzûya sahipken, cılız bir kol,
Ne kâhir saltanat sürmekte, gel bir bak da, hayrân ol! 
Hayır, bir kol değil, binlerce, milyonlarca kollardır,
Yek-âheng olmuş, işler, çünkü birleşmekte muztardır:”(A.T.)


uluslararası alanlarda diğer ülkelerle rekabet edebilmeleri, toprak altındaki  madenleri işleyebilmeleri,  enerji üretebilecek fabrikaları  kurabilmeleri, 


“Maddenin kudret-i zerriyyesi» uğraştığı iş.
O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek,
Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek.
Onu bir buldu mu, artık bu zemin: Başka zemin.
Çünkü bir damla kömürden edecekler te’min,
Öyle milyonla değil; nâ-mütenâhî kudret! “(A.)


düşman saldırılarını   durdurabilmeleri,    savaşların     yol açtığı felaketlerin  yaralarını sarabilmeleri, 


“Yandıkça, semâdan boşanıp durdu cehennem! 
Lâkin, bu alev selleri artık dinecektir; 
Artık bize nâr inmeyecek, nûr inecektir.” (S.N.)


gelecekte  bağımsızlığını kazanabilmeleri,  huzur ve refah içinde yaşayabilmeleri,  


“Böyle evlâd okutan milletin istikbâli,

Haklıdır almaya âgûşuna istiklâli.

Yarın olmazsa, öbür gün alacaktır mutlak...

Uzak olmuş ne çıkar? Var ya bir âtî ona bak!” (S.K.)


karşı karşıya kaldıkları felaketlerin ana nedeni olan  dayatmacı anlayışı   sona erdirmeleri için, hakikatin araştırılacağı, düşüncelerin özgürce ifade edileceği iletişim ortamlarını oluşturmaya, 


“Ey sîne-i İslâm'a çöken kapkara kâbûs

Ey hasm-i hakîkî seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkartan el! ”(O.Y.)


en ücra köyleri   ulaşım  ağlarıyla şehirlere   bağlamaya,  tüm toplumsal kesimleri kaynaştırabilecek, bir arada yaşamasını sağlayacak  düşünce sistemini   kurmaya,  


“Bize lâzım iki şey var: Biri mektep, biri yol.
Niye Türk’ün canı yangın, niye millet geridir; 
Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir.” (V.K.)


geniş  toplumsal kesimlerin okuma yazma öğrenmesini,   bilimsel düşünceyi  edinmesini  kolaylaştırabilecek  okullar   açmaya önem vermeleri gerekir. 


“Demek ki: Atmalıyız ilme doğru ilk adımı.

Mahalle mektebidir işte en birinci adım;” (V.K.)


Mal ve  mülk edinmeye, şan ve şöhret peşinde koşmaya asla önem vermeyen, dağılmak, parçalanmak ve  yok olmak üzere olan ülkesinin  bağımsızlığına  katkı sağlama mücadelesinde başına  gelebilecek  her türlü olumsuzluğu çekilmesi gereken çile, ödenmesi gereken bir bedel olarak kabul eden,   


“Yeniden davranırım, eğlenemem bir yerde.
Ne cihan kaygusu derman bu devâsız derde; 

Ne de can, sonra filân duygusu engel, heyhat! 
Can, cihan hepsi de boş, «gâye»dedir varsa hayat.” (S.K.)


bir  avuç insanın çıkarlarının  sürmesine yarayan, toplumu inim inim inleten,   bir yığın suçsuz insanın hayatını karartan, toplumu  uyutan         dayatmacı anlayışa karşı mücadele etmeyi  hayatın anlamı olarak değerlendiren,     


“Ne yaman şeydi unuttun mu o istibdâdı? 
Hep fecâyi’di, hayâtın hele hiç yoktu tadı.
Milletin benzi sararmış, işitilmezdi refâh; 
Her nefes dört elifin sırtına binmiş bir «âh!” (A.)


bireysel özgürlüğü,  toplumsal aydınlanmanın, ekonomik gelişmenin ve ülke bağımsızlığının  anahtarı  olarak yorumlayan Mehmet Akif Ersoy,  


“Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku! 
Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu? 
Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,
Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin.” (S.K.)


ülkesinin dolu dizgin  batmaya sürüklenmesine çözüm üretememenin,     öz yurdunda anlaşılmamanın, dışlanmanın, sürgün cezasına  çarptırılmanın    beraberinde getirdiği hayal kırıklığıyla çok sevdiği memleketinden ayrılmak  zorunda kalır.  


“Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben.
Hâle baktıkça fakat, ümmetin âtîsinden,
Pek derin ye’se düşüp Rusya’ya geçtim tekrar.
Geçmeseydim edeceklerdi ya zâten icbar!” (S.K.)


Maddi   çıkarlar  edinme uğruna kendisine rakip olabileceklerin  kuyusunu kazmanın,  onları ortadan kaldırmak için yalan  söylemenin, dolap çevirmenin adet haline geldiği,  ikiyüzlülüğün  ayyuka çıktığı, kılıçların sallandığı, silahların çekildiği, insanın her an ölümle burun buruna geldiği,  bedenlerin  paramparça edildiği, 


“— Sallanan çünkü kılıçlardı; ne kuyruk, ne kavuk! 
Öyle bir devr-i şehâmette kolaydır ululuk.
Senin etrâfını alsın ki yığınlarca sefîl,
Kimi idmanlı edebsiz, kim ta’limli rezîl.
Kiminin fıtratı âzâde hayâ kaydından; 
Kiminin iffeti ikbâline etten kalkan.
O kumarbaz, bu harâmî, şunu dersen, ayyâş,
Sonra mecmû’u müzevvir, mütebasbıs, kallâş...
Bu muhîtin bakalım şimdi içinden çıkabil; 
Ne yaparsın? Ömer olsan, yine hâlin müşkil.
Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhat,
Gece gündüz seni ıdlâle müvekkel haşerat! 
Kulağın hak söze artık ebediyyen hasret;” (A.)


toplumsal  felaketlere çare olabilecek   düşünceleri dile getirenlere karşı   ölümcül   yaptırımlar uygulandığı, hiç kimsenin canından ve malından emin olmadığı, toplumsal sorunlarla yüzleşme cesareti gösteremediği, sadece  adaletsizlikler hakkında şikayet etmekle yetindiği, ülkenin kurtulması için mücadele etmeyi aklına bile getiremediği toplumsal koşullarda,  iktidar sahiplerinin borazanlığını yapmayan, zalimlerin toplumu sindirmek amacıyla uyguladıkları  baskılara, saldırılara  boyun eğmeyen,  


“— Yıkılan yurduma cennet diyemem, ma’zûrum; 
Hani ma’mûre? Harâbeyle benim neydi zorum.? 
Heybe sırtında «adâlet» dilenirken millet,
Müsterîh olmanın imkânı mı var, insâf et?” (A.)


güçsüzlerin  haklarını  savunmak için  devlet yöneticilerine meydan okumaktan,      ülkesinin bağımsızlığa kavuşması için doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, hakikati dile getirme yolunda ödeyeceği  bedelden hiçbir zaman korkmayan, 


“Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; 
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,?
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? 
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu.” (A.)


ülkesinin  çağdaş bilgi seviyesine erişmesi, huzur ve refah içinde yaşaması için verdiği  mücadelede  gerici damgası yemeyi, hatta idam edilmeyi  bile göze alan, 


“İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu? 

İşte ben mürteci’im, gelsin işitsin dünyâ! 
Hem de baş mürteci’im, patlasanız çatlasanız! 
Hadi kànûnunuz assın beni, yâhud yasanız!” (A.)


Batılı yaşam tarzını taklit etme sevdasından vazgeçmeden,   toplumu kaynaştıracak, kucaklayacak  ortak bir dil yaratmadan,  toplumun       kültürel değerlerine,  tarihsel geçmişine  uygun bir    kalkınma modeli ortaya koymadan, bilimsel düşüncenin edinebileceği  iletişim ortamlarını   oluşturmadan, 


“– Zâten budur ya dert işte! 
Tasarrufâtını aynen alırsak İngiliz’in, 
Fransız’ın, ne olur hâli, sonra, şîvemizin? 
Lisânın olmalıdır bir vakâr-ı millîsi, 
O olmadıkça müyesser değil teâlîsi.”(İ.A.)


bir ülkenin  varlığını sürdürmesinin, geleceğine umutla bakmasının  söz konusu olamayacağını belirten Mehmet Akif Ersoy,  

 

“İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:

Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,

Kendi «mâhiyyet-i rûhiyye»niz olsun kılavuz.

Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.” (S.K.)

Müslüman toplumların çağdaş uygarlık seviyesine gelememesinin, bilimsel düşünce  üretmekten uzaklaşmalarının  nedenlerini araştırmak,  


“Şark’ı baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim; 
Hem de oldukça görürdüm... Kafa gezdirmezdim! 
Bu Arap’mış, bu Acem’miş, bu Tatar’mış, demedim.
Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.
Küçük âdemlerinin rûhunu tedkîk ettim.
Büyük âdemlerinin fikrini ta’mîk ettim.” (S.K.)


toplumun yoksulluk içinde yaşamasına, felaketler altında inim inim inlemesine neden olan dayatmacı anlayışa son verebilecek,  ülkesinin    bağımsızlığa    kavuşmasına,   huzur, güvenlik ve refah içinde yaşayabilmesine,   ülkesinin uluslararası alanda diğer ülkelerle rekabet edebilmesine katkı sağlayabilecek düşünce sistemini inşa etmek  için, 


“Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem; 
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ, boğarım...
— Boğamazsın ki! 
— Hiç olmazsa yanımdan koğarım.” (A.)


Müslüman ve  Batılı  ülkeleri karış karış dolaşır. 


“Bana siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyleyeyim; 

Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim.

Şark-ı Aksâ’dan alın, Mağrib-i Aksâ’ya kadar,

Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var! “ (S.K.) 
















Almanya ve Japonya Örnekleri


Devlet yöneticilerinin iktidarda kalmasına, saltanat sürmesine  hizmet edecek düşünceleri kaleme almaktansa,  ülkesinin birlik, beraberlik ve refah içinde yaşaması, kalkınması  için mücadele  etmeyi, 


“Mukaddesâtını tesbîte uğraşıp durdu…
Mücerredât-ı kesîfeyle bir cihan kurdu.
Alınca şekl-i teayyün vatan heyûlâsı,
Budur revâbıt-ı milliyyenin en a’lâsı,
Deyip sarılmada aslâ tereddüd etmediniz.” (B.H.)


tarımsal arazilerin   ıslah edilmesine, verimli bir şekilde işletilmesine, sanayi üretiminin artmasına, geniş halk kesimlerinin toplumsal refahtan daha çok pay almasına katkı  sağlamayı, 


“Bu i’tibâr ile baktıkça: Aynı merkezden,

Hülâsa her çatının altı aynı sesle dolu.
Bütün şu’ûnu bir âhenge rapteden bu yolu
Tutunca, gitgide mekteple, kışla, fabrika, fen
Seçilmez oldu, hakîkat harîm-i âileden.
Bu ittihâdı tabî’î yaşatmak isterdi…
Asıl kemâlini millet o işde gösterdi:” (B.H.)

ülkenin  en ücra köşelerine okulların açılmasına,   halkın okuma  yazma öğrenebilmesine,  bilimsel düşüncenin hikayelerle, romanlarla, şiirlerle, masallarla    toplumun geniş   kesimlerine  aktarılmasına   öncülük etmeyi tercih eden Alman aydınlarının  ürettiği düşüncelerin,  müzik,  edebiyat ve sanat eserlerinde,  basın ve yayın organlarında ağırlıklı olarak yer almasından nasibini alan hristiyanlık,


“Ne mûsikînize girmiş uyuşturur nağamât;
Ne şi’rinizden olur târumâr fikr-i hayât.
Onun lisân-ı semâvîsi rûha söylerse;
Bununki rûh-i me’âlîyi nefheder hisse.
Gelip de görmeli san’atte gâye var mı imiş?
“Hayır” denir mi ki: Her gâyenizde en müdhiş,
En ince san’atin esrârı yükselip duruyor?” (B.H.)

Alman toplumunun batıl inançlardan, hurafelerden kurtulmasında, bilimsel düşünceyi edinmesinde hiç de azımsanmayacak derecede önemli bir rol oynamıştır. 


“Nasılsa mektebiniz tıpkı öyle ma’bediniz. Bu
Ne çan sadâsı boğar san’atin terânesini,
Ne susturur medeniyyet bu âhiret sesini.” (B.H.)

Alman aydınlarının     toplumun birliğini, beraberliğini kurmayı, gündelik yaşamını kolaylaştırmayı varoluş nedeni olarak görmesi sayesinde, 


“Semâya çıkmak için yüksek olmalıydı zemin…
Bu i’tilâyı siz evvelce ettiniz te’min.
Belirdi yurdunuzun sînesinde şâhikalar.
Evet, bu şâhikalar, belki, başkasında da var;
Fakat, sizinkilerin arkasında yok yer yer,
Derin derin uçurumlar, cehennemî dereler.
Neden mi? Kendi değil sivrilip çıkan yalınız,
Zeminle bir gidiyor dâimâ şevâhikınız.” (B.H.)


bütün gücünü üretime yönlendirebilen    Alman toplumu  fen ve sosyal bilimlerde  kaydettiği gelişmelerde,  toplumsal barışı ve dayanışmayı, can ve mal güvenliğini sağlamada bütün dünyaya örnek olabilmiştir.  


“Geçen muhârebeden şanlı bir celâdetle
Çıkınca verdiniz evlâd-ı memleket elele;
Çalıştınız gece gündüz, didindiniz o kadar.
Ki hâyuhûy-i tekâmülle cenge döndü hazar!
Sükûn-i mutlak olan sulha verdiniz hareket;
Zamânı, tayy-i vakâyi’de, geçtiniz, hayret!
Bu seyri alması kâbil mi dîger akvâmın?
Koşarsalar da giderler izinden eyyâmın.
Nüfusunuz iki kat arttı, ilminiz on kat;
Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat.” (B.H.)


Gelişmiş   ülkelerin    kurumları,  toplumun huzur ve güvenliğini sağlamak, refahını artırmak ve geniş toplumsal kesimlerin  toplumsal refahtan hak ettiği payı almasını kolaylaştırmak  amacıyla oluşturulmuştur. Almanya’da  gerek bireyler gerekse  kamusal kurumlar   aldıkları önlemlerle,  halkın  iletişim, ulaşım ve temel gereksinimlerini karşılamayı,  


“Sokak dedikleri neymiş? Fezâ-yı bî-pâyan,
Ki tayyedilmesinin yoktur ihtimâli yayan.
Demek, vesâit-i nakliyye nâmı tahtında,
Havâda, yerde, yerin çok zamanlar altında
“Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedîd.
Piyâde harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medîd!
Bakın nasıl da mücellâ ki: Ferş-i nevvârı,
Zemîne indiriyor gökyüzünden envârı!
Bu imtidâdı nazar, şöyle dursun istî’âb ,
Öbür kenâra geçerken düşer kalır bîtâb!” (B.H.)

en kötü kış koşullarında bile çamuru, karı zamanında temizleyerek sokakları, yolları     ulaşıma açık tutabilmeyi,  


“Şu var ki, düştüğü yerden çamurlanıp kalkmaz…
Çamur bu beldede âdet değil ne kış, ne de yaz.
Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine;
Bıcık bıcık olacakken takır takırdı yine!
Merâk edip soruverdim, “Bırakmayız” dediler!
– Bırakmayın, güzel amma, yağar durursa eğer?
“Bırakmayız!” sözü aynen tekerrür etmez mi?
Evet, bu sözde nümâyân heriflerin azmi.” (B.H.)


ülkenin en ücra köşesindeki yerleşim yerlerini    şehir  merkezleriyle,   demir-ve otoyollarını  zamanında kalkan,  varan tren  ve otobüs seferleriyle birbirine bağlamayı başarırken, 


“Şimendüfer de meğer başka türlü bir şeymiş:
Hemen binip uçuyorsun… Aman bayıldığım iş!
Mesâfe kaydı, mekân kaydı bilmiyor insan;
Dakîkanın boyu: Sâ’at. Ne ihtisâr-ı zaman!
Evet, kucaklıyor eb’âdı berk olup nâgâh,
Harîtanın üzerinden nasıl geçerse nigâh!
Şehirlerin yapışık sanki hepsi birbirine:” (B.H.)

aynı gezegende, aynı dünyada, aynı zaman diliminde yaşayan Müslüman toplumlarda altyapı yetersizliği nedeniyle yağmur  sularıyla  çamur   deryasına dönüşen sokaklarda, 


“Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek:

Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!”(K.)


tarihi eserlerin, yıkık dökük  evlerin duvarlarındaki  irili ufaklı taşları sökmeden, yollarda oluşan koca koca hendekleri, derin çukurları doldurmadan,   


“Sağında, ağrısı tutmuş, çıkık karınlı duvar,
Solunda: Lâstiğe sâhip çıkan sakızlı çamur!
Durundu çâreyi buldum… Evet, olur mu olur:
Şu künbedin üzerinden beş altı taş sökerim,
Bataksa al, bu da batmaz, deyip deyip ekerim.
Demek; Hazîne-i Evkâf’a bir metin köprü
Binâsı terkedeceksin… Uzatma, haydi yürü!
Vasiyyetim size, ey zıplayıp geçen ahlâf,
Sakın şu kümbed-i feyyâzı etmeyin isrâf,
Günün birinde bataklık aşarsa köprümden,
Emîn olun size lâzımdır öyle bir ma’den.” (B.H.)


elini, ayağını incitmeden, bir tarafını  kırmadan  bir yerden başka bir yere varmak mümkün değildir. 


“Birinci hatve selâmet… İkinci hatve tamam…
Üçüncü hatveyi lâkin düşünmeden atamam…
Ne var mı? Ağzını açmış ki bir yaman uçurum,
Dalarsa “Cub!” diye insan, çıkar mı bilmiyorum!
Uzak dolaş! İyi, lâkin, alındı bir tümsek,
Ne atlayanda kalır diz, ne tırmananda bilek!
Kenarca gitmeli öyleyse… İhtimâli mi var? ” (B.H.)


Almanya’daki  otellerin önceliği  de,  müşterileri memnun etmektir. Hava  ne kadar soğuk olursa olsun,  oteldeki  bütün odalar  insanların rahat ve güvenli bir şekilde kalabilmesi, dinlenebilmesi için  her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, her türlü konfor sağlanmış, binalar adeta saray gibi inşa edilmiştir.


“Meğer oteller olurmuş saray kadar ma’mûr .
Adam girer de yaşarmış içinde, mest-i huzûr.
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak…
Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahâr,
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr!
…..

Havâyı kızdırarak hissolunmayan bir ocak;
Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,” (B.H.)


Almanya’da insanlar birbirlerini  rahatsız etmemek için korna çalmaktan bile çekinirler. Almanya’ya gelen turistler  Almanca konuşmayı bilmeseler  de,  hiçbir kandırılma kaygısı taşımadan gönül rahatlığıyla alışveriş yapabilmekte, lokantalarda diledikleri yemeği sipariş edebilmekte, otellerindeki odalarında rahat bir şekilde dinlenmektedir. 


“Düdük sadâsına hasret kalır işitmezsin…
Bizimki durduğu yerde öter durur, miskin!
Kavurma zenbili yüklenmek i’tiyâdı da yok…
Nedir kâğıttaki, peynir mi? Açma koynuna sok…
Lokanta keyfine âmâde, istedikçe yanaş!..
Lisân da istemiyor: Bir işâret et, anlaş.
Yok öyle heybeye dirsek verip ımızganmak ;
Yataksa emre müheyyâ içerde… Hem ne yatak!
Uzandığın gibi dünyâdan insilâh ederek;
Dolaş semâları artık düşünde yelyepelek!” (B.H.)


Yerkürenin doğusunda bulunmasına rağmen Batılı toplumların refah  düzeyine ulaşabilen  Japonya’nın bu başarısının arkasında yatan en önemli etken,     bilimsel düşünce sistemini  geniş toplumsal kesimlere  aktaracak altyapıyı hazırlamadan,  Batılı ülkeleri taklit etmekten  vazgeçmeden, toplumun ruhunu okşayan bir düşünce sistemi yaratmadan, tarihsel geçmişi ile barışık olmadan,  kendi toplumunun gelişmiş ülkeler seviyesine gelmesinin, ülkesinin    uluslararası alanda varlığını sürdürmesinin mümkün olamayacağının  bilincinde olan,  ülkesini kalkındırmak  için gece gündüz demeden mücadele eden Japon aydınlardır. 


“İstedim sonra, neden böyle Japonlar yüksek? 
Nedir esbâb-ı terakkîsi? Yakından görmek.
Bu uzun boylu mesâî, bu uzun boylu sefer,
Bir kanâat verecekmiş bana dünyâda meğer.
O kanâat da şudur:

Sırr-ı terakkînizi siz,
Başka yerlerde taharrîye heveslenmeyiniz.
Onu kendinde bulur yükselecek bir millet; 
Çünkü her noktada taklîd ile sökmez hareket.” (S.K.)


Geleneksel düşünce kalıplarına, dayatmacı anlayışa teslim olan, bilgisizlik batağında  debelenmekten kurtulamayan, hayatı inceleyerek, araştırarak değil,    dedelerinin anlattıklarıyla öğrenen,  


“Çin’de, Mançurya’da din bir görenek, başka değil.
Müslüman unsuru gâyet geri, gâyet câhil.
Acabâ meyl-i teâlî ne demek onlarca? 

«Böyle gördük dedemizden» sesi milyonlarca
Kafadan aynı tehevvürle bakarsın, çıkıyor! 
Arş-ı âmâli bu ses tâ temelinden yıkıyor.
Görenek hem yalınız Çin’de mi salgın; nerde! 
Hep musâb âlem-i İslâm o devâsız derde.
Getirin Mağrib-i Aksâ’daki bir müslümanı; 
Bir de Çin Sûru’nun altında uzanmış yatanı; 
Dinleyin her birinin rûhunu: Mutlak gelecek,
«Böyle gördük dedemizden!» sesi titrek, titrek!” (S.K.)


halka her türlü zorbalığı reva gören iktidardaki  idarecilerin    ve etrafındaki dalkavuk aydınların dolaşımda tuttuğu düşüncelere ve yaşam tarzına daha çok değer veren, 


“Otuz milyon ahâlî, üç şakînin böyle mahkûmu 
Olup çeksin hükûmet nâmına bir bâr-ı meş’ûmu! 
Utanmaz mıydınız bir, saysalar zâlimle mazlûmu? 
Siz, ey insanlık isti’dâdının dünyâda mahrûmu,
Semâlardan da yüksek tuttunuz bir zıll-i mevhûmu!” (İs.)


sadece namaz kıldıklarında, ibadet ettiklerinde kendilerini Tanrı’nın huzurunda hisseden, fakat gerçek hayatta bencillikte sınır tanımayan, kendi dininden, mezhebinden olan insanlara bile  düşmanca bakabilen,  


“Huzur-i Hak'ta nasıl toplu durdunuzdu demin? 

Günahtır, etmeyin artık, ayıptır, eylemeyin! 

Şu ihtirasa uyup az mı verdiniz kurban? 

Şikaak için mi eder, sade, kalbiniz daraban?” (V. K.)


Tanrı inancını namaz kılmaktan, ibadet etmekten ibaret gören,  namaz kıldıktan    sonra cami avlusunda kıyafeti  kendisininkine   benzemediği,  farklı  şapka taktıkları  gerekçesiyle  kendi dininden, mezhebinden  olan insanlarla  beraber yürümemek için  farklı bir yoldan gitmeyi tercih eden,   hatta onları   öldürmeyi  tasarlayabilen, 


“Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza? 

Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza? 

Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki, yaptığınız? 

Çıkar yol olmıyacak, korkarım, bu saptığınız! 

Görünce fesli, atılmak, tasarlayıp bıçağı; 

Görünce şapkalı, sinmek, değiştirip sokağı; 

Gönüller ayrı oluş, sineler bir olsa bile

Nifak alameti bunlar, kuzum, tamamiyle:” (V.K.)


Tanrı inancının özünün ayrımcılığa neden olan aidiyet duygularından arınmak,  dini, mezhebi, ırkı kendisinden farklı  insanları Tanrı’nın kulu olarak görebilmek  anlamına geldiğinin farkında olmayan Müslüman toplumların  Tanrı  inancını  kavrayamadıklarını saptayan  Mehmet Akif Ersoy,


“Eğer yürekleriniz aynı hisle çarparsa; 

Eğer o his gibi tek, bir de gayeniz varsa; 

Düşer düşer yine kalkarsınız, emin olunuz

Demek ki birliği te'min edince kurtuluruz.

O halde vahdete hail ne varsa çiğneyiniz

Bu ayrılık da neden? Bir değil mi her şeyiniz? 

Ne fırka herzesi lazım, ne derd-i kavmiyyet; 

Bizim diyanete sığmaz sekiz, dokuz millet! 

Bütün bu tefrikalar, etsenizdi istiknah,

Görürdünüz nereden geldi Ya ibadallah!“ (F.K.)


Buda inancına sahip   Japon toplumunun Tanrı inancını hayata uygulamada örnek olarak gösterilecek  ülke olmayı  yerden göğe kadar hak ettiğini  düşünür. 


“Şu kadar söyleyeyim: Dîn-i mübînin orada,
Rûh-i feyyâzı yayılmış, yalınız şekli Buda.
Siz gidin, safvet-i İslâm’ı Japonlarda görün! 
O küçük boylu, büyük milletin efrâdı bugün,

Müslümanlık’taki erkânı siyânette ferîd; “ (S.K.)


Doğruluk, yapılan anlaşmalara sadık kalmak, aza kanaat etmek, mala, mülke gereğinden fazla değer vermemek,  çok da zengin olmamalarına rağmen elindekini avucundakini darda olanların, fakir fukaranın hayata tutunması için  dağıtabilmek, elalemin  namusuna yan gözle bakmamak, 


“Doğruluk, ahde vefâ, va’de sadâkat, şefkat; 
Âcizin hakkını i’lâya samîmî gayret; 
En ufak şeyle kanâ’at, çoğa kudret varken; 
Yine ifrat ile vermek, veren eller darken; 
Kimsenin ırzına, nâmûsuna yan bakmayarak,” (S.K.)


verilen   sözü yerine getirmek, güçsüzlerin, kimsesizlerin yaşama tutunmalarına destek vererek toplumsal dayanışmaya katkı sağlamak,    bireysel çıkarlarla toplumsal   düzenin uyumlu olmasına olağanüstü özen göstermek,  ulusal bağımsızlık  için gerektiğinde canını feda edebilecek  derecede    özverili olabilmek, hangi topluma, hangi dine, hangi mezhebe  ait  olursa olsun,  her insana  sevgi ve saygı göstermek gibi tüm insanlığa örnek olabilecek davranışlara Japonya’da      gündelik hayatta  sık sık rastlamak  mümkündür. 


“Yedi kat ellerin evlâdını kardeş tanımak;
«Öleceksin! » denilen noktada merdâne sebat; 
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat; 
İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmeyerek,

Nef’-i şahsîyi umûmunkine kurbân etmek; 
Daha bunlar gibi çok nâdire gördüm orada...
Âdem’in en temiz ahfâdına mâlik bir ada.” (S.K.)


Ev kapılarını kilitlemeye gerek kalmadığı,  hırsızlığın   söz konusu  olmadığı,  diğer ülkelerden gelen insanlara  yardımcı olmada, çay ikram etmede  birbirleriyle yarış halinde olan,    alçakgönüllü ve yardımsever insanların ülkesi   Japonya ortalıkta dururken,    Müslüman bilim  insanlarının    Tanrı’dan vahiy gelmesini beklemek yerine,  Japonya’ya gitmeleri,  oradaki  gündelik hayatı  gözlemlemeleri,   Tanrı inancının gerçek hayatta   nasıl uygulandığını, Japon toplumunun Tanrı inancının özünü  tüm dünyaya gelecekte de anlatmaya devam edeceğini kendi gözleriyle görmeleri       gerekir. 


“Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız; 
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.
Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde...
«Togo»nun umduğunuz tavrı mı vardır? 
Nerde! «Gidelim! » der, götürür; sonra gelip tâ yanıma; 
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.
Müslümanlık, sanırım parlayacaktır orada; 

…Ulemâ vahy-i İlâhî’yi mi bilmem, bekler?” (S.K.)

Toplumsal Koşullar Değişmez Değildir


Ganimet ele  geçirmek adına komşu ülkelere karşı savaş açmak için fırsat kollayan, tahtta daha uzun süre kalabilmek  uğruna   aydınları dalkavuk  haline getiren, huzurun, güvenliğin ve adaletin sağlandığı  koşullarda yaşamaktan başka hiçbir beklentisi olmayan toplumun     karşı karşıya kaldığı sorunları umursamayan, evlatlarını kaybeden anaların, babaların çektiği acılara duyarsız kalan, feryatlarına kulak vermeyen,  insanlıktan nasibini almayan, 


“«Muzaffersin!» diyen sesler bütün hâindir, aldanma. 
Zafer-yâb olduğun kimdir? Düşün bir kerre, millet mi? 
Adâlet isteyen bir kavmi vurmak gâlibiyyet mi? 
Nasîbin yok mudur bir parça olsun âdemiyyetten? 
Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryâda milletten? ”(A.Ş.)

saltanatına   zarar gelebileceği  endişesiyle  düşüncelerini beğenmediği  aydınları her türlü işkenceye maruz bırakan,  kurşuna dizdiren,   hayatının  baharında öldürten,   topluma her türlü baskıyı, zulmü  reva gören, hayatı yaşanmaz hale getirerek cehenneme dönüştüren   padişahlar, 


“Süngü, kurşun gibi kestirme ölümlerle ölen; 

Yâhud işkenceler altında ecelsiz gömülen:

Ne soluk var, ne ışık var, ne otur var, ne durak,

İki üç yüz kulaç altında zemînin, çıplak,

Aç, susuz işletilen kanları donmuş canlar,

Size milyonla desem, fazlası yok, eksiği var!” (A.Ş.)


şiddet ve kaba kuvvet kullanarak toplumu yönetebileceğini, uyguladığı baskılarla, yaptırımlarla  ebediyete kadar saltanatta  kalabileceğini,  düşüncelerin dile getirilmesini engelleyebileceğini  zannetseler de,  


“Bilmiyorlar ki bu şiddetlerin olmaz hükmü:
Göz yılar önce, fakat, sonra kanıksar ölümü.
Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,
Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!” (S.K.)

adaletsizliklere hiç kimsenin ses çıkaramayacağını, itiraz edemeyeceğini,     toplumu diledikleri  gibi yönlendireceğini  düşünseler de, 


“Şehâmet-perverâ, Şâhâ! Zaman, bî-dâdı kaldırmaz;  

Hatâ etmektesin şâyed diyorsan «Kimse aldırmaz.” (A.Ş.)

ülkenin  aydınlanması, bağımsızlığına kavuşması    için eser  veren sanatçılara, yazarlara   işkence ederek,  onları zindanlara tıkarak, bedenlerini idam sehpalarında sallandırarak aydınları ve toplumu sindirebileceğine inansalar da, saltanatlarını kaybedeceğini aklına bile getirmek istemeseler de, toprağa  serpilen gübrenin  toprağı,    tohumları beslediği gibi,  


“Başlamış... Bir gün olup parlayacaktır elbet.

O zaman işte şu toprak yeniden işlenerek,

Bu filizler gibi binlerce fidan besleyecek.” (S.K.)


katlettikleri, idam ettikleri, kafalarını kestirdikleri  aydınların ürettikleri eserler  yok olmayacak, yurdun dört bir tarafına yayılacak, 


“Diyor ki: Gâyeniz uğrunda bezledin emeği; 
Düşünmeyin hele hiçbir zaman esirgemeyi.
Efendiler, bu eserler de şimdi bastırılır,
Biner biner saçılır yurda, çünkü lâzımdır.” (A.)


gelecek kuşaklar tarafından okundukça, yorumlandıkça,  toplumu  aydınlatacak, özgürlük  ve refah içinde yaşanabilecek  toplumsal koşulların oluşmasını sağlayacak, 


“Buyurdular ki: Fakat bastırıp dağıttık mı

Ziyân olup gidecek, hem büyükçe bir kısmı. 
Efendiler, bilirim ben de, çok bu işte ziyân; 
Şu var ki: Savrulan efkârı toplayıp okuyan, 
Velev pek az kişi olsun zuhûr eder mutlak. 
Bizim de gâyemiz ancak o nesli kurtarmak.” (A.)


zalimlerin tahtını   sallandıracak,  zulmü ve tüm  baskıları  yerle bir edecek,  


“Bu istibdâda artık bir nihâyet ver ki: İstikbâl 
Karanlık derler amma işte pek meydanda: İzmihlâl!” (A.Ş.)


zalimler döktükleri masum insanların kanlarında boğulmaktan, hak ettikleri sonla  karşılaşmaktan kurtulamayacaktır.


“Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak:
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak! 
Hangi ma’sûmun olur hûnu bu dünyâda heder? 
Yoksa kànûn-i İlâhî’yi de yırtar mı beşer?” (S.K.)


Toplumsal  felaketlere neden olan düşünce sistemiyle  hesaplaşma cesareti gösteremeyen,  baskıcı anlayışı sorgulayabilme iradesini ortaya koyamayan,  daha güzel bir gelecek kurmak için mücadele etmeyen bireyin özgür, toplumun  ise  bağımsız olarak değerlendirilemeyeceğini, 


“Yetmez mi çocukluktaki efsâneye hürmet? 
Hâlâ mı reşîd olmadı, hâlâ mı bu ümmet?” (A.Son.)


bireysel ve toplumsal  felaketleri  kader      olarak yorumlamanın büyük bir yanılgı olduğunu, bilimsel gelişmelerin ortaya çıkabileceği, paylaşılabileceği iletişim ortamlarını kurabilen, bireylerin  üretici özelliklerini harekete geçirebilen,  toplumsal refahı geniş toplumsal kesimlere  aktarabilen bir ülkenin       diğer ülkelerin  boyunduruğu altına girmesinin, bağımsızlığını kaybetmesinin  söz konusu olamayacağını belirten, 


“Kadermiş! öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru:

Belanı istedin, Allah da verdi Doğrusu bu.

Taleb nasılsa, tabi'i, netice öyle çıkar,

Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?” (V.K.)


toplumsal koşulları bireylerin ve toplumun etkileşimiyle  ortaya çıkan bir olgu  olarak değerlendiren Mehmet Akif Ersoy, kader olarak yorumlanan  felaketleri toplumun  kendi elleriyle hazırladığını, yaşanan olumsuzlukların  ortaya çıkışında      bireylerin kendi sorumluluğunu algılayabileceği,  sorunların bireysel katkılarla çözülebileceği,   


“Gökten inmez bir de hiçbir şey... Bütün yerden taşar; 

Kendi ahlâkıyle bir millet ölür, yâhud yaşar.

Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkàkımız:” (H.)


geçmişte yaşanan felaketleri ortaya çıkaran   nedenlerin sorgulanabileceği, çözüm yollarının  ortaya konulabileceği,  yaşanmışlıklardan gerekli dersler çıkarılabileceği iletişim ortamlarını oluşturulabilen bir  toplumun,  daha güzel bir gelecek  kurabileceği  düşüncesine sahiptir. 


"Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (K.H.)


Adaletsiz   davranan yöneticilerin devletin üst kademelerinde görev yapmasından,  suçsuz insanların hak etmediği  cezaya  çarptırılmasından, hak arama çabalarının hiçbir sonuç getirmemesinden bıkan, geleceği kapkaranlık  gören toplumun,   adaletin simgesi olan  Tanrı’nın varlığından  bile şüphe   eder hale geldiğini, 


“Zâlimlere kahrın o kadar verdi ki meydan: 
"Yok âdil-i mutlak" diyecek ye's ile vicdan!”(T.Y.)


Müslüman   ülkelerin topraklarını, mal ve mülkünü,   bağımsızlığını kaybetmesinin,   felaketler altında inim inim inlemesinin,  dolaşımdaki dayatmacı Tanrı yorumlarından kaynaklandığını tespit eden Mehmet Akif Ersoy’a göre, 


“Ey bunca zamandır bizi te’dîb eden Allah; 
Ey âlem-i İslâm’ı ezen, inleten Allah!” (A.O…)


hiçbir   ırkın, dinin, mezhebin diğerlerine karşı üstünlük taslamaya  hakkı olmadığını,  Tanrı katında  dinsel, mezhepsel aidiyetin hiçbir önemi olmadığını belirten, ayrımcılığı ve bilgisizliği  çözülmesi gereken en önemli sorun olarak gören,   ayrımcılığa ve bilgisizliğe karşı tüm gücüyle mücadele etmeyi, hangi aidiyete sahip olursa olsun tüm  insanları Tanrı’nın kulu olarak görmeyi,  hayatı Tanrı adıyla okumayı, bir  konuda ne kadar bilgili olursa olsun, konunun uzmanlarının görüşüne mutlaka başvurmayı,  son nefesine kadar araştırmayı, öğrenmeyi, ne kadar hatalı olursa olsun insana  zulüm yapmamayı, iyilikte bulunmayı, yardım etmeyi, insanları  affetmeyi Tanrı inancının temeli olarak yorumlayan, 


“Cenab-ı Hak ne diyor bak, Resül-i Ekrem'ine:

Bütün serairi kalbin ihata etse, yine,

Danış sahabene dünyaya aid işler için; 

Rahim ol onlara Sen, çünkü, ruh-i rahmetsin.

Hata ederseler aldırma, affet, ihsan et; 

Sonunda hepsi için iltimas-ı gufran et.” (V.K.)


dünyanın öbür ucunda  bile  olsa ayağına diken batan bir insanın   acısını paylaşmayı,  dindirmeyi, iyileştirmeyi  tavsiye eden Hz. Muhammed,     Tanrı inancının farklı dinlere, dillere, mezheplere aidiyete sahip  insanların  katledilmesinin bir gerekçesi olarak kullanılmasından da,  Müslüman toplumların cehalete kapılmalarından da, gerçekleşen katliamları durdurabilecek, huzur ve refah içinde yaşanabilecek toplumsal koşulları oluşturmak   için mücadele etmemesinden  de şikayetçi olurdu. 


“Belki bir kıl bile ürpermedi sizden, bu ne kan! 
Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den,
Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken,
Kalb-i pâkinde duyarmış o musîbetten acı? 
Sizden elbette olur rûh-i Nebî da’vâcı.” (S.K.)


Dağlardan  yontulan kaya parçalarına Tanrı’ya eşdeğer  işlev atfedilmesini  kabullenemeyen,  çocukların   diri diri gömülmesine isyan eden, din ve mezhep savaşlarını  durdurabilmek, cehennem   haline getirilen  dünyayı cennete dönüştürebilecek düşünce sistemini ortaya koyabilmek için, 


“Dîni tedkîk edeceksek, dönelim haydi geri; 
Alalım neş’et-i İslâm’a yakın bir devri:
O ne dehşetli terakkî, o ne müdhiş sür’at! 
Öyle bir hârika gösterdi mi insâniyyet? 
Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan; 
Vahşetin, gılzetin a’mâkına daldıkça dalan; 
Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine,
Bunda bir neşve duyan hiss-i nedâmet yerine!

Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını,
Sonra hâlik tanıyan bir sürü vahşî yığını;” (S.K.)

azimle ve ümitle mücadele etmeyi Tanrı inancının temeli olarak yorumlayan, gerisini de Tanrı’ya bırakan,    


“Verip kararı da azm eyledin mi Durmıyarak

Cenab-ı Hakk'a tevekkül edip yol almaya bak.

Demek ki: Azme sarılmak gerek mebadide; 

Yanında bir de tevekkül o azmi te'yide.

Hülasa, azm ile me’mur olursa Peygamber; 

Senin hesabına artık, düşün de bul, ne düşer!” (V.K.)


Hz. Muhammed’in yarattığı düşünce sistemi sayesinde gerçekleşen devrim, 


“Getir hayaline bir kerre Sadr-ı İslam'ı:

O bi-nihaye füyüzun yarım asırlık bir

Zaman içinde tecellisi hangi sayededir? 

Bu müddetin ne ki akvama nisbeten hükmü,

Bir inkılaba yetişsin? Bu hiç görülmüş mü?”(V.K.)


oldukça kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde   Çin’den İspanya’ya kadar oldukça  geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. 


“ Zaman içinde zaman tayyolunmak imkanı

Görülmedikçe tahayyür bırakmaz insanı! 

Zalam-ı şirki yarıp fışkırınca din-i mübin,

Yayıldı sine-i Batha'ya bir hayat-ı nevin.

Bu inkılabı henüz ruhu duymadan Garb'ın,

Kuşattı satveti dünyayı bir avuç Arab'ın! 

Dayandı bir ucu ta Sedd-i Çin'e; diğer ucu,

Aşıp bulut gibi, binlerle yükselen burcu,

Uzandı ansızın İspanya'nın eteklerine.

Hicaz'ı Çin'i düşün nerde? Nerdedir Pirene!” (V.K.)


Adaletsizliğin, haksızlığın  ortadan kalkması,    toplumun huzur ve refah içinde yaşayabilmesi için gayret göstermenin   Tanrı inancının özü  olduğunu,  adaletin ve sosyal güvenliğin  yerleşmediği  toplumlarda  Tanrı inancının   sarsıldığını, bireysel ve toplumsal hayatın çekilmez hale geldiğini, adeta cehenneme dönüştüğünü,     


“Şeriatin ikidir en muazzam erkanı; 

Kimin ki öyle müzebzeb değildir imanı; 

Ayırmaz onları, bir addedip tevessül eder

Açıkça söyliyelim: Azm eder, tevekkül eder.

Ne din kalır, ne de dünya bu anlaşılmazsa

Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nasa.” (V.K.)


devlet yöneticilerine, iktidar sahiplerine kızarak, toplumsal sorunlara sırtını dönerek,  dayatmacı anlayışı,  toplumsal sorunları yok varsayarak bireysel  özgürlüğün gerçekleşmeyeceğini,  toplumsal koşulların düzelmesine bireysel katkı sağlamadan insan olabilmenin de  mümkün olmadığını   topluma anlatmadıkça, 

 

“Nasîhatim sana: Herzeyle iştigâli bırak; 
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.
Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez; 
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.
Adam değil misin oğlum: Gönüllüsün semere; 
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.” (Ada.Y.)


analar evlatlarının, kadınlar eşlerinin   kendileri refah ve lüks içinde yaşayan,  ülkeyi, ülkenin geleceğini   peşkeş çeken devlet yöneticilerinin saltanat sürdürmesi   uğruna çıkardığı  savaşlarda boş yere  hayatlarını feda ettiklerinin  farkına varamayacak, evlatlarının, eşlerinin, din, mezhep,  vatan  için yapıldığı iddia edilen savaşlarda şehit olduklarına,  cennete gideceklerine    inanmaya devam edecek, insan kanı üzerine oynanan  oyunlar   sona ermeyecek, toplumların  huzur ve güvenlik içinde yaşaması söz konusu olmayacaktır. 


“Herif ancak bizi bir parçacık olsun saydı; 
Başıboş kalmaya gelmezdi, eğer kalsaydı,
Mülkü satmıştı ya düşmanlara, ondan da geçin,
Yıkmadık âile koymazdı Hudâ hakkı için.
Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek; 
Harbin en müşkili haysiyyeti kurbân etmek.
Bu fedâîliği bir biz göze aldırmıştık.
Ama Hâlik biliyor, bilmesin isterse balık.” (A.)


Toplumun  çöküşüne, parçalanmasına, felaketler altında inim inim  inlemesine tepkisiz kalanların, yaşanan toplumsal felaketlerin   çözülebileceğinden ümidini kesenlerin, 


“Mahallemizde de çıt yok, ne oldu komşulara? 
Susup da kurtulacak sanki hepsi aklısıra. 
Ayol, yarın da sizin hânümânınız sönecek... 
Ne var sıçan gibi evlerde şimdiden sinecek? 
Yazık sizin gibi erkeklerin kıyâfetine...” (İ.)


yaşamı    her daim yeniden yaratan  Tanrı’nın varlığını örten gizemlerin, araştırdıkça, inceledikçe  ortaya çıkabileceğinin, gelecekte toplumsal koşulların daha insancıl bir hale evrilebileceğinin farkında olmayanların,    toplumun çağdaş bilgi düzeyine,  yaşam standartlarına erişmesine  bireysel katkı yapmayanların leşten farkı olmadığını, 


“Kurtuluş yoksa'y-i daimden, terakkiden bugün.

Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur! 

Bunların hakkında bilmem bir bahanen var mı? Dur! 

Masiva bir şey midir, boş durmuyor Halik bile:

Bak tecelli eyliyor bin şe'n-i gunagun ile.

Ey, bütün dünya ve mafiha ayaktayken; yatan! 

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah'tan utan.”(D.)


karşı karşıya kalınan toplumsal felaketleri çözme mücadelesine destek vermeyenlerin, yaşanan bütün sorunların ahirette sona ereceğine   inananların yaşarken öldüklerini, damarlarında  kan yerine irin, pislik  aktığını düşünen Mehmet Akif Ersoy,

 

“Zaman zaman görülen ahiret kılıklı diyar; 

Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar; 

Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar; 

Sürünmeler; geberip gitmeler, rezaletler;” (V.K.)


rahatı  bozulur kaygısıyla ülkesinin bağımsızlık mücadelesine katılmayanların,    toplumsal felaketleri  uzaktan seyrederek canını, çocuklarını, torunlarını  ve malını  kurtaracağını zannedenlerin, 


“Bu türlü kurtuluş imkanı yok ya Kurtulsan; 
Şu izdihamın elinden -ki belki bir milyar
Nüfüs-i hasiredir- kaçmak ihtimali mi var? 
Bugün fesadına kurban olan zavallıların

Vebali boynuna yüklenmesin mi, yoksa, yarın?” (K.)


katliamları gerçekleştirenler ile  işbirliği yapmaya, öz evlatlarını   katletmeye, oğullarının,  kızlarının,   torunlarının kanına girmeye, cinayet işlemeye eşdeğer suç işledikleri, 


“Merhametin yok diyelim nefsine; 
Merhamet etmez misin evlâdına?

«Ben onu dünyâya getirdim...» diye,
Kalkışacaksın demek öldürmeye!” (U.)


uygulanan yasaklar, yaptırımlar nedeniyle ümitsizliğe, miskinliğe, tembelliğe kapılanların, yaşanan toplumsal sorunların çözümüne    katkı sağlamak yerine ibadet ettiği için cennete gideceğine inananların,  gerçek hayatta cehennemde yaşamayı çoktan hak ettikleri düşüncesine sahiptir. 


“Yarın nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağına.

Yıkılsa arş-ı hükümet, tıkılsa kabre vatan,

Vazifesinde değil: Çünkü hepsi Allah'tan! 

Ne hükmü var ki esasen yalancı dünyanın? 

Ölürse, yan gelecek Cennet'inde Mevla'nın.

Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana:

Kabul ederse Cehennem ne mutlu, amca, sana!” (F.K.)


Tanrı’dan başka hiçbir makama,  hiçbir güce kulluk etmemek gerektiğinin  bilincinde  olmayan, bireysel çıkarlarına dokunulmadıkça  olan bitene hayır demeyen, ülkenin    kan gölüne dönmesine neden olan padişahlara saygıda kusur etmeyen,  önlerinde iki büklüm eğilen, arkasından söylenmedik söz   bırakmayan,    onlara yaranmak adına yaltaklık edebilecek, hatta onların  altına yatabilecek derecede onursuzca  davranan,  


“Öyle saplandık ki levsiyyâta: Hâlâ çıkmadık! 

Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak; 

Kendi âsûdeyse, dünyâ yansa, baş kaldırmamak; 

Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehâşî etmemek; 

Kuvvetin meddâhı olmak, aczi hiç söyletmemek; 

Mübtezel birçok merâsim: İnhinâlar, yatmalar,

Şaklabanlıklar, riyâlar, muttasıl aldatmalar; 

Fırka, milliyyet, lisan nâmıyle dâim ayrılık; 

En samîmî kimseler beyninde en ciddî açık; 

Enseden arslan kesilmek, cebheden yaltak kedi.” (H.M.)


toplumun parçalanmaya, yok olmaya  gittiğini kanıtlayan onca  delile  rağmen  kanlı bir geleceğe doğru dolu dizgin ilerlediğinin  farkında olmayan, daldığı uykudan bir türlü uyanamayan,


“Ne vapurlarla trenler sizi bîdâr etti! 
Ne de toplar bu derin uykuya bir kâr etti! 
Sizi kim kaldıracak, Sûr’u mu İsrâfîl’in? 
Etmeyin... Memleketin hâli fenâlaştı... 
Gelin! Gelin Allâh için olsun ki zaman buhranlı; 
Perdenin arkası -Mevlâ bilir amma- kanlı!”(S.K.)


bireysel  ve toplumsal koşulların hiçbir çaba göstermeden her şeyin güllük gülistanlık olacağını uman,  


“Ne ekmiştin ki mahsûl istiyorsun bir de ferdâdan?
Senin meşrû’ olan hakkın: Bugün hüsran, yarın hüsran!” (Hat.)


kaderci bakış açısına teslim olan, gelecekten ümidini tamamen yitiren,    toplumun bağımsızlığa kavuşması için mücadele etmesi gerektiğinin farkında olmayan, 


“Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,

Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a'yânda.

Niçin, nasıl geliyormuş... O büsbütün meçhûl;

Biz ihtiyârımız sûretindeniz mes'ûl.” (V.K.)


yaşanan toplumsal felaketleri ortaya çıkaran neden sonuç ilişkisini  hesaba katmayan, toplumsal sorunların ancak bireysel katkılarla çözüleceğinden haberi olmayan, her şeyi  Tanrı’dan  bekleyen,   


“Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin;

Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin?

Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,

Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?

Hamâkatin aşıyor hadd-i i'tidâli, yeter!

Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!” (V.K.)


kahvehanelerde  zaman  öldürmeyi alışkanlık haline getiren,     çocuklarını doyurmasını,  giydirmesini, hastaları iyileştirmesini,      toplumsal refahı arttırmasını,  ülkenin sınırlarını savunmasını,   ordunun silah ve mühimmat ihtiyacını karşılamasını, karada, havada,  denizde yapılacak savaşlarda düşman ordularını bozguna uğratmasını, ülkede birlik ve beraberliği sağlamasını, dara düştüğünde Tanrı’dan  Hızır gibi yetişmesini bekleyen,  Tanrı’yı her türlü arzularını  yerine getirmesi gereken  hizmetçiye, köleye,  emir erine indirgeyen, 


“Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,

Yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hasın iken! 

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,

Birer birer oku tekmil edince defterim; 

Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir

Yükün hafifledi Sen şimdi doğru kahveye gir! 

Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak

Huda vekil-i umurun değil mi? Keyfine bak! 

Onun hazine-i in'amı kendi veznendir! 

Havale et ne kadar masrafın olursa Verir! 

Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen O; 

Levazımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O! 

Çekip kumandası altında ordu ordu melek; 

Senin hesabına küffarı hak-sar edecek! 

Başın sıkıldı mı, kafi senin o nazlı sesin:

Yetiş! de, kendisi gelsin, ya Hızr'ı göndersin! 

Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;

Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: Her şeyin Allah Yanaşman, ırgadın O; 

Çoluk çocuk O'na aid: Lalan, bacın, dadın O; 

Vekil-i harcın O; kahyan, müdir-i veznen O; 

Alış seninse de, mes’ul olan verişten O; 

Denizde cenk olacakmış Gemin O, kaptanın O; 

Ya ordu lazım imiş Askerin, kumandanın O; 

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O; 

Tabib-i aile, eczacı Hepsi hasılı O.” (V.K.)


kendilerini ise Tanrı olarak putlaştıran Müslüman toplumlarda egemen olan,  


“Huda'yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda; ” (V.K.)


bir  avuç yöneticinin çıkarlarına hizmet eden geleneksel düşünce kalıplarının değişmesi, 


“– Niçin sinirleniyorsun? Ta’assubun yeri mi? 
Biraz değişmeli artık bu eski zihniyyet...” (İ.A.)



bireyin uyanabilmesi, aydınlanabilmesi,   toplumsal    sorumluluğunun bilincine varabilmesi, ülkesinin  bağımsızlığına  kavuşmasına bireysel  katkı sağlayabilmesi,  


“Artık ölüm uykularından uyan!

Bunca zamandır uyudun, kanmadın; 
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa,
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!” (U.)


toplumsal olayları sorgulayabilmesi, duyduklarından,  gördüklerinden şüphe etmesi, bireysel özgürlüğünü geliştirebilmesi için sarsılması, silkelenmesi,  hatta yüzüne  tükürülmesi gerekir. 


“Ey bu toprakta birer nâş-ı perişan bırakıp

Yükselen, mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp

Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!

Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza! 

Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza! 

Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün! 

Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün! 

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! 

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!” (G.E.)



Dolaşımdaki  bilgi  kaynaklarının  dayatmacı anlayışı   olumlamaktan başka bir işe yaramadığını, yeniden üretilmesine, daha da kemikleşmesine  yol açtığını tespit eden,  insan bedeninden beslenen devlet yönetim biçimine meydan okumadan,    mevcut      din anlayışını sorgulamadan, yeni bir Tanrı inancı yaratmadan, felaketlerin sona ermeyeceğine inanan Mehmet Akif Ersoy, 


Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan 
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. 
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! ” (H.S.)


padişahlara Tanrı adına      savaş  çıkartma, insanları katletme,  cennet olarak yaratılan dünyayı cehennem haline  getirme  görevini,    halka ise  padişahlara körü körüne itaat etme, köleliğe razı  olma  emrini   neden verdiğini, 


“Bir şahsa esîr olmayı bir koskoca millet,
Mekrinle mi yâ Rab sanıyor kendine devlet? 
Dünyâyı yakıp yıkmaya bir seyf i teaddî, 
Emrinle mi yâ Rab, ediyor böyle tesaddî?” (T.Y.)


savaşlarda    eşlerini,  evlatlarını toprağa veren kadınların, anaların, babaların yürekleri dağlayan feryatlarının göğe kadar  yükselmesi karşısında nasıl sabredebildiğini, yuvaların yıkılmasını,  ocakların sönmesini, bunca insanın ömürlerinin sonuna kadar acılar içinde yaşamasını nasıl içine sindirebildiğini,  


“Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet; 
Ancak görülen vak'aların hepsi hakîkat. 
Hem öyle vekâyi' ki temâşâsı hazindir, 
Âheng-i tarab-sâzı bütün âh ü enindir! 
Zîrâ ederek bunca sefâlet-zede feryâd; 
Vâveyl sadâsıyla dolar sîne-i eb'âd

Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi?

Senden daha bir emr-i sükûn inmeyecek mi?” (T.Y.)


milyonlarca gencin hayatını kaybetmesinin, bir o kadarının da  yetim kalmasının, milyonlarca insanın başını sokacak ev bulamamasının, mağdurların  şikayet etmekten başka elinden hiçbir şey gelmemesinin, toplumların savaşları kazanan  devlet görevlilerini   büyük komutan  olarak kutsamasının,  alkışlamasının, zalimlerin bile pişmanlık duydukları  katliamların  sorumlularının kim ya da kimler olduğunu, 


“Yerden çıkıyor göklere bin âh-ı şererbâr 
Gökler ediyor sade çıkan nâleyi tekrâr 

Bir yanda yanar lânesi bin hâne-harâbın, 
Bir yanda söner lem'ası milyonla şebâbın. 
Kalmış eli böğründe felâket-zede mâder; 
Evlâdını gömmüş kara topraklara, inler! 
Ağlar beriden bir sürü âvâre-i tâli' 
Nan-pâre için eyliyerek ırzını zâyi' 
Bükmüş oradan boynunu binlerce yetîman, 
Me'vâ arıyor âileler lâne perîşan!” (T.Y.)



yeryüzünde  sahnelenen milyarlarca oyunun Tanrı’nın belirlediği kurallar çerçevesinde gerçekleşip gerçekleşmediğini, oyuncuların  kendine biçilen rolü oynamaktan,  Tanrı yazgısına uymaktan başka seçeneklerinin bulunup bulunmadığını, 


“Bir sahne midir yoksa bu âlem nazarında? 
Bir sahne ki milyarla oyun var üzerinde! 
Bir sahne ki her perdesi tertîb-i meşiyyet; 
Eşhâsı da bâzîçe-i âvâre-i kudret!” (T.Y.)


milyonlarca    insanın  katledilmesine, geride bir yığın çocuğun yetim kalmasına, zalimlerin   bile  döktükleri kanda kendilerini boğulmuş hissetmelerine neden olan, kazananlara   üstünlük    duygusu yaşatan,  kaybedenlere hayatı zehir eden,  oldukça acı bir gerçek olan   savaşları   kanlı bulup bulmadığını, 


“Mazlum şikâyette, nedamette sitemkâr 
Hûnâbe-i maktûle garîk olmada hunhâr 
Bimârı, feleketliyi, üryanı, sefîli 
Meflûcu, amel-mandeyi, miskîni, zelîli 
Gaddârı, cefâ-dîdeyi, mahkûmu, esîri, 
Heyhât, şu pâyansız olan cemm-i gafiri 
Teşhîr ile şöhret kazanan sahne-i dünyâ 
Gelmez mi İlâhî sana bir kanlı temâşâ?” (T.Y.)


katilleri, canileri bütün dünyada karar verici makamlara  getirmekteki amacının ne olduğunu,  onlara suçsuz insanları katledecek cesareti,  felaketlere  maruz kalanlara  ise haksızlıklar   karşısında sessiz kalma, susma, itaat etme   emrini  neden verdiğini,  yeryüzünde adaletin sağlanması, barışın  kurulması konusunda kimden yardım  beklenilebileceğini,  


“Cânîleri, katilleri meydâna süren sen; 
Cânîdeki, katildeki cür'et yine senden! 

Sensin yaratan, başka değil zulmeti, nûru; 
Sensin veren ilhâm ile takvâyı, fücûru! 
Zâlimde teaddîye olan meyl nedendir? 
Mazlûm niçin olmada ondan müteneffir? 
Âkil nereden gördü bu ciddî harekâtı? 
Câhil neden öğrenmedi âdâb-ı hayâtı? 
Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr! 
Cebrî değilim... Olsam İlâhî ne suçum var?” (T.Y.)


bütün insanların     tek Tanrı tarafından yaratılmasına,  aynı Tanrı’ya   dua etmesine  rağmen dinsel inançların,  dini, mezhebi, etnik aidiyeti farklı  toplumları   kafir olarak yorumlamalarının, onlara  karşı savaş ilan etmelerinin, onları katletmenin gerekçesi olarak kullanmalarının Tanrı inancıyla bağdaşıp  bağdaşmadığını, yazarları, sanatçıları zindanlara tıkarak, darağacında sallandırarak toplumu   baskı altına alan,  uyutan  devlet yöneticilerinin çevirdikleri    dolapların ortaya çıkıp çıkmayacağını,  Tanrı kendi varlığını, kendi gücünü, şiddete hiç mi hiç gereksinim duymadan, yer- ve gökyüzündeki   bütün varlıkların yaşayabileceği koşulları  yaratarak   anlatmasına rağmen,  gelenekleri, görenekleri, dinsel inançları, mezhepleri, etnik aidiyetleri kendisininki gibi olmadığı gerekçesiyle      diğer  toplumları katlederek  Tanrı’yı anlatma yönteminin doğru olarak kabul edilip edilemeyeceğini,       gelecekte Tanrı inancının yeryüzündeki bütün toplumların barış ve huzur içinde  yaşamasını sağlayabilecek düşünce sisteminin temeli olarak yorumlanıp yorumlanmayacağını,  


“İlhâd ile tevhîd nedir? Menşei hep bir. 
Öyleyse nedendir bu tefâvüt ara yerde? 
Esbâb-ı tehâlüf nedir efkâr-ı beşerde? 
Yâ Rab, bu serâir gün olur da açılır mı? 
Bir leyl-i müebbed olarak yoksa kalır mı? 
Her zerrede âheng-i celâlin duyulurken, 
Her nağmede binlerce lisan nâtık olurken, 
Cilvendeki esrâr nasıl kalmada muzlim?” (T.Y.)


yeryüzündeki bütün insanların  Tanrı’nın kulu olarak  algılanmasını,   toplumların aydınlanmasını engelleyen, ayrımcılığa kapılmasına, diğerlerini düşman olarak görmesine, felaketlerden kurtulamamasına neden olan dayatmacı anlayışın   dolaşımda kalmasına, kemikleşmesine hizmet eden   perdelerin aralanıp aralanmayacağını,   


“Yâ Rab! Niye böyle bir yığın hâk 

Olmuş yatıyor o buk’a-i pâk? 

Yâ Rab, ne için o lem’a nâbûd? 

Yâ Rab, ne için bu sâye memdûd? 

Yâ Rab, ne demek harîm-i cânan 

Üstünde bu perde perde hicran?

Lâkin görünen kimin hayâli?

Cânan gibi tıpkı yâl ü bâli.” (C.Y.)


yaşanan felaketlerden dolayı  iyice bitkin hale gelen   toplumun geleceğe nasıl  ümitle bakabilecek duruma gelebileceğini, 


“Bir nûr-i nazar yok mu ki baksın bacasından? 
Bir yıldız, İlâhî? Bu ne zulmet! Bu ne zindan! 
Hâlâ mı semâmızda gezen leyle-i memdûd? 
Hâlâ mı görünmez o seher-pâre-i mev’ûd?” (M.C.)


gerçeklerin üstünün örtüldüğü, yalanların gerçeğin yerine geçtiği, vehimlerin hakikat olarak yorumlandığı toplumsal koşullarda insan olabilmenin mümkün olup olmadığını, 


“İlâhî! Doğru bir meslek nasıl bulsunlar insanlar, 

Hakâik hep dururken perde-pûş-i zulmet-i evhâm?”(B.Mez.)


yeryüzünde gerçekleşen bireysel ve toplumsal olaylardan  sorumlu tutulamayacak olan Tanrı’nın gücüne gideceğini  düşünse de, O’na  bu soruları  yöneltmekten kendini alamaz.  


“Sendense eğer çektiğimiz bunca devâhî, 
Kimden kime feryâd edelim söyle İlâhî? 
Lâ yüs'el'e binlerce suâl olsa da kurban, 
İnsan bu muammâlara dehşetle nigehban.” (T.Y.)



Mehmet Akif Ersoy’un devlet yöneticilerinin topluma zulmetmesine     seyirci kalmakla,    milyonlarca suçsuz, yoksul gencin  savaşlarda katledilmesine,  anaların ağlamasına göz yummakla,  canileri durdurma konusunda hiçbir şey yapmamakla, hatta onlara canilik yapma emrini vermekle, Müslüman toplumların  savaşlarda yenilgi üstüne yenilgi yaşamasına müdahale etmemekle,  kafirlere destek vermekle, Müslüman toplumlara yardımcı olmamakla   Tanrı’yı  suçlaması, hatta bütün bunları yapmadığı için  Tanrı’nın varlığından bile bahsedilemeyeceğini dile getirmesi,  Tanrı’ya yönelen bir suçlama ya da Tanrı’nın varlığını sorgulamadan ziyade,  


“Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?

Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? 

Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ

Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm 

Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?

………

Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın... 

Yaksaydın a mel'unları... Tuttun bizi yaktın

……..

Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar, 

Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!

En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından 

Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!

……..

Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? 

Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî! (Y.R.)


toplumu uyutmanın, sindirmenin, baskı altına almanın, ganimet elde edebilmek için diğer toplumları kafir olarak yorumlamanın,   onlara karşı savaş ilan etmenin, katliam yapmanın gerekçesi olarak kullanılan,    sadece bir avuç devlet yöneticisinin çıkarlarının, saltanatlarının  sürmesine  hizmet eden, toplumun kanından beslenen dayatmacı din yorumlarına son  verebilecek, savaş tacirlerinin  oynadıkları oyunların    bozulmasını harekete geçirebilecek,  savaşlardan dolayı cehenneme dönüşen yeryüzünü  dini, dili, mezhebi, ulusu farklı insanların barış içinde yaşayabileceği bir mekana, cennet haline  gelmesine  bireysel  katkı sağlamanın   Tanrı inancının temeli olduğunu anlatabilecek, Tanrı’dan hiçbir şey beklemeyen  yeni  bir Tanrı yorumu   yaratma çabası olarak değerlendirilebilir. 


“— Ne kolay! Sa’y-i medîd ister ayol, sa’y-i medîd! 
— Eklerim ben de mesâîyi tutar birbirine,
Al kuzum, istediğin sa’y-i medîd oldu yine.

Var mı bir başka sözün söyleyecek? 

— Ama kul neyle mükellefti ki, tevfîk ile mi? 
Hiç değil, sa’y ile; tevfîk, o: Hudâ’nın keremi.
Sarıl esbâba da çık, işte tarîk, işte refîk; 
Ne vazîfen senin olmazmış, olurmuş tevfîk?

Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!

Bin çalış gâyen için, bir kazan ömründe yeter.” (A.)


Devlet yöneticilerinin  uygulayabileceği yaptırımlara, çarptırabileceği  cezalara, toplumdan gelebilecek tepkilere aldırış etmeden, evelemeden,  gevelemeden, gördüğünü, doğru bildiğini  dile getirmeyi, hakikati aramayı  varoluş nedeni, hayatta gerçekleştirilebilecek en önemli eylem olarak gören,  


“Hayâl ile yoktur benim alış verişim... 
İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim. 
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: 
Sözüm  odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!” (A.A.)


dini, ulusu, mezhebi ne olursa olsun,  bir  insanın   derdine   derman olmanın,    tüm insanlığı barış içinde yaşatabilecek bir etkileşimi, bir değişimi başlatabileceğine, duyarsız kalmanın ise tüm insanlığın  karşı karşıya kaldığı felaketlerin  çözüme  kavuşamamasına  neden olacağına inanan, 


“Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem;
Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin kalbinde bin âlem!” (Um?)

yaşama    hakkına saygı göstermeyi, insan bedeninden beslenen  savaşlara karşı çıkmayı, yoksulların, güçsüzlerin elinden tutmayı, hayata tutunmalarına destek vermeyi, akan kanın durdurulması için mücadele etmeyi, hem  insan olabilmenin gereği, hem  sayısız sıfatlara sahip olan   Tanrı’nın bir   adının  da Hak olmasından dolayı Tanrı inancının temeli olarak yorumlayan,  


“Hâlık’ın nâ mütenâhi adı var, en başı Hak

Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak.” (A.)


evlatları, eşleri katledilmesine rağmen   seslerini  çıkaramayan, acılarını içine gömen, üzüntülerini duyuramayan    yeryüzündeki bütün anaların, babaların  sesi, dili, vicdanı olan Mehmet Akif Ersoy, 


“Lisân-ı müşterek olmaz mı kendi göz yaşınız?
Nasîb-i zânna düşmez bu işde fazla keder;
Öbür taraf seni hattâ kederlerinden eder.” (B.H.)


Alman analarına, dünyanın neresinde olursa olsun hemcinsleri  kadınların sel gibi akan   gözyaşlarını  durdurma konusunda gerekli hassasiyeti göstermeye, onların acılarına  ortak olmaya,


Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?
O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın.
O halde “Asyalıdır, ırkı başkadır…” diyerek,
Benât-ı cinsin olan ümmehâtı incitecek
Yabancı tavrı yakışmaz senin fazîletine…
Gel iştirâk ediver şunların felâketine.
Ya “Paylaşıldı mı artar durur sürûr-i beşer;
Kederse aksine: Ortakla eksilir” derler.
Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın,
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların?” (B.H.)

insan kanından beslenenleri alkışlamamaya, savaşlara  karşı   sessiz kalmamaya, körüklenen düşmanlık duygularının  yeryüzündeki hiçbir topluma fayda getirmeyeceğini  anlamaya, kurdukları güçlü ordularla kan dökmeye doyamayan Batılı ülkelerin yerlerde sürünen saygınlığını bir nebze de olsa yeniden kazanmalarına  yardımcı olmaya, 


“Kadar da olmadı dünyâ nasîbedâr-ı keder!
Keder de söz mü ya? Alkışlıyordu cellâdı,
Utanmadan koca yirminci asrın evlâdı!
Evet, şenâ’ate el çırpıyordular hepsi…
Senin elinde yok ancak bu alkışın levsi.
O nâsiyen -ki pürüz bilmeyen bir âyîne
Berâ’atiyle, bütün kavminin berâ’atine,
Şehâdet etmededir- Şark’a doğru dönmeli ki:
Sizin de Garb’ınızın hâtırât-ı nâ-pâki ,
Biraz silinsin onun hiç değilse yâdından.
Hanım, muhîtinizin alçak i’tiyâdından,
-Ki zor görünce yılışmak, zebûnu ezmekti-
Benât-ı cinsini bilsen neler neler çekti!
Onun netîce-i îkâzıdır ki: “Avrupalı”
Denince rûhu sağır, kalbi his için kapalı,
Müebbeden bize düşman bir ümmet anlardık.
Hayır, bu an’anenin hakkı yok, deyip artık,
Benât-ı cinsine göstermek isterim seni ben…
Yabancı durma ki pek âşinâsınız kalben.” (B.H.)


savaş    kazandıkları için  kendilerini üstün gören,   ülkelerinin  çıkarları doğrultusunda  savaşları kazanan ordularına methiyeler düzen,  katledilen on binlerce  genci görmezlikten gelen Batılı  devlet adamlarına,  yazarlarına, bilim insanlarına,   evlatlarını, eşlerini kaybeden kadınların göklere  yükselen feryatlarını, acılarını paylaşmaya, dindirmek için  uğraş vermeye,  


“Hudâ’yı bir tanımak töhmetiyle suçlu olan,
Şu hânümânı yıkık üç yüz elli milyon can,
Nedense, mevte olurken biner biner mahkûm,
Çıkıp da etmedi bir ses bu hükme karşı hücûm!
Nedense duymadı Garb’ın o hisli vicdânı,
Hurûşu sîne-i a’sârı inleten bu kanı!
Nedense, arşa kadar yükselen enîn-i beşer
Sizin semâlara akseyledikçe oldu heder!” (B.H.)

katledilen gençlerin annelerinin, eşlerinin ömürlerinin  sonuna kadar yaşayacağı acıları biraz da olsa duyumsamaya, ön yargılarından kurtulmaya, katliamların durması  konusunda renklerini belli etmeye, hayatı cehenneme dönüştüren savaşların   durdurulmasına,   barışın kurulmasına katkı sağlamaya  çağrı yapar. 


“O annecikler için duyduğun hurâfeyi at!
Düşünme, dest-i musâfâtı Şark’a doğru uzat.
Ne hisli vâlidelerdir bizim kadınlarımız!
Yazık ki anlatacak yok da yanlış anladınız.
Yazık ki onları tasvîr eder birer umacı,
Beş on romancı, sıkılmaz beş on da maksadcı.
Nedir bu anlaşamazlık? Gelin de anlaşınız;” (B.H.)


Asya’da, Avrupa’da,  Afrika’da  genç,  yaşlı demeden yüzbinlerce insanın katledilmesinin,  geride bir o kadar da gözü yaşlı ana, baba  kalmasının gerçek nedeninin Tanrı inancı olmadığının,  devlet yöneticilerinin saltanat sürmesi  uğruna kurban edildiğinin gündeme getirilmesi,  


“Ne ibtilâ! Ne musîbet! Cihan cihân olalı,
Bu ızdırâbı , emînim ki, çekmiş olmamalı.
Hesâba katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen ocakları; lâkin zavallı Afrika’da,
Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup tutup getirilmiş -Fransız askerine
Siperlik etmek için- saff-ı harbin önlerine.
O ümmehâtı, o zevcâtı bir düşünmelisin:
Kimin hesâbına ölmüş, desin de inlemesin,
Anarken oğlunu, bîçâre, yâhud erkeğini?
“Kimin hesâbına?..” Bir söz ki: Parçalar beyni!
Bakınca kasdolunan gâyenin şenâ’atine,
Ne olsa çıldırır insan işin fecâ’atine.
Ne milletin şerefiyçin, ne kendi şânın için!” (B.H.)


çıkarılan savaşlarda,  şehit ya da gazi olarak    cennete gideceklerini iddia eden dinsel söyleme  kanıp cephede  ölen gencecik evlatlarına, eşlerine doyamadan,  onları   uzak diyarlarda toprağa veren, mezarlarının nerede  olduğundan bile haberi olmayan, dünyanın dört bir tarafında yas tutan milyonlarca ananın, babanın feryat etmekten bitap düştüğünün  kamuoyuna anlatılması, 


“Senin nedir bakalım gizli gizli feryâdın?
Evet; boyunca berâber yetişmiş evlâdın,
Henüz bahâr-ı hayatında pâymâl olarak,
Fidan vücûdunu yutmuş yabancı bir toprak;
Ki nerde belli değil… Bilmek istesen de muhâl…
Olanca yâdı bugün bir çamurlu, kanlı hayâl!
O yâdı rûhuna gömdün ki bir vazîfendir.
“Unut!” demek açılan kabri görmemektendir.
Hayır, demem… Bilirim pek vefâlıdır o mezâr.
Fakat, düşün, neye etmiş hayâtı istihkâr?
Düşün, neden bu çocuk yaktı gitti annesini?

Bilir misin ne kadar anne var bugün, yasta,
Tunus’ta, sonra Cezayir’de, sonra Kafkas’ta?
Götür de kalbine bir kerre ey kadın elini;
Düşün zavallıların sernüvişt-i erzelini;” (B.H.)


savaşların  arkasında  türlü türlü dolaplar döndüğünün,  oyunlar tezgahlandığının, halkın bir avuç yöneticinin çıkarları uğruna sömürüldüğünün, sefalet içinde yaşadığının,  oğullarını, torunlarını savaşlarda kaybeden dedelerin  artık sabredebilecek gücü kalmadığının, nehirler gibi insan kanının akıtılmasına şatafatlı bir   hayat   sürdürmekten başka hiçbir amacı olmayan devlet yöneticilerinin neden olduğunun ortaya konulması, 


“Yanarak gömdüğü binlerce şehîd arkadaşı.
Sanırım son yarasından da biraz huylanıyor...
Sonra, ahvâle tahammül mü dedin, gâyet zor.
Ne dolaplar dönüyor, beynini sarsar duysan! 
Bence beyhûdedir, oğlum, bu nehirler gibi kan.
O, demin «harb-i umûmî» dediğin maskaralık,
Karagöz’den de beter, kıymeti yok beş paralık.
Perde sıyrıldı, işin kalmadı hiçbir hüneri,
Her bakan sezdi karanlıkta sinen çehreleri.
Yutulur herze mi pîr aşkına mahrûmiyyet? 
Çekti yıllarca, fakat, çekmiyor artık millet.
Hele sen gel de «hamiyyet! » diye aptal kandır; 
Canı yanmış dedenin son sözü «illâllah! »tır.
Ben sefâletten ölürken seni sıkmazsa refah,
Hak erenler buna ummam ki desin: Eyvallah!” (A.)


vatan,  bayrak, dinsel inanç  için ölmenin cennete gitmekle ödüllendirileceğine  inanarak     savaşmak için birbirleriyle yarışan  halkın savaş alanlarında  ölmesinin de, öldürmesinin  de, sadece ve sadece insan kanından beslenen devlet yöneticilerinin ve etrafında kümelenen dalkavukların, silah tüccarlarının  çıkarlarına hizmet ettiğinin,  gücüne güç, topraklarına  toprak, servetine servet  kattığının açık bir şekilde dile getirilmesi, 


O, can alıp veredursun, bilir misin bu ne der?
Ölürse hizmet veren eder, öldürürse hizmet eder!
Ya çünkü her iki sûret lehinde cânînin.

Şimâle doğru çıkarsan vasiyy-i sânînin,
Neron rezîlini mahcûb eden, şenâ’atini
Görür de zaptedemezsin sâdâ-yı lâ’netini.

Ne dul bıraktı, ne öksüz o hânümân yıkıcı…
Nasıl da keskin, ahâlîye karşı kör kılıcı!
…..

Bu, kan tükürmeye baksın… O, muttasıl semirir!
Hukûk-i millete hâkim denî bir istibdâd.
Hayâtı, rûhu soyulmuş yığın yığın ecsâd
Verir de hepsini kalmazsa hiç mi hiç parası;
Damarlarındaki son damlanın gelir sırası…
Ki saklı durmayacak, ister istemez akacak,
Gidip efendisinin düşmânıyla çarpışarak.” (B.H.)


savaşlarda milyonlarca insanın hayatını kaybetmesinin,     yüzbinlerce ocağın sönmesinin,  çocukların  yetim kalmasının,  aydınların  zindanlarda çürümesinin,   sürgüne gönderilmesinin sorumlularının kimler olduğunun tartışmaya açılması,


“Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı? 
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi? 
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi? 
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar? 
Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?” (L.)


gelişmiş ülke toplumlarının   huzur ve refah içinde yaşayabildiği bir dünyada, Müslüman toplumların  geri kalmışlığının  kader olduğu tezinin toplumu  aptal yerine koyan, inim inim inleten,  uyutan, itaat etmeye dayalı  toplumsal koşulların ortaya çıkmasına  hizmet eden bir yutturmaca,  bir masal olduğunun geniş  toplumsal  kesimlere anlatılması, 


“Dersen ki: Ufuklarda bir aydınlık uyansın; 
Mâzîye ateş vermeli, baştan başa yansın! 
Şaşkınlık olur köhne telâkkîleri ihyâ; 
Şeydâ-yı terâkkî, koşuyor, baksana dünyâ.

Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır; 
Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır!” (A.Son.)


toplumun karşı karşıya kaldığı felaketlere son verebilecek, toplumsal   uyanışı, aydınlanmayı gerçekleştirecek,


“Son ders-i felaket neye mal oldu? Düşünsen:
Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden!

'Son ders-i felaket' ne demektir? Şu demektir:

Gelmezse eğer kendine bir millet,  gidecektir!

Zira,  yeni bir sadmeye artık dayanılmaz;

Zira,  bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz!”(O.Y.)


toplumun  karanlıklar içinde kalmasına, çaresiz duruma  düşmesine neden olan   Tanrı yorumlarını yerle bir edecek,  


“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? 

Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! 

'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun! (Y.R.)


Tanrı inancının      dinler, mezhepler arasında hiçbir ayrım yapmamak anlamına geldiğini  anlatacak, Tanrı’nın yeryüzündeki bütün toplumlara rahmet yağdıran, merhamet,  şefkat ve adalet  dağıtan yüzünün algılanmasına hizmet edecek, daha insancıl toplumsal koşulların ortaya çıkmasına katkı sağlayacaktır.


“Her ân ediyorsun bizi makhûr-i celâlin, 

Kurbân olayım nerde senin, nerde cemâlin?” (T.Y.)


Gökte Kalan Tanrı


Yokluk    aleminden varlık alemine,     bilgisizlikten  ve çıkar kavgalarından dolayı adi bir mekana, cehenneme  dönüşen dünyaya,     belli bir mekanda ve  belli bir zaman diliminde  yaşamak için fırlatılan,


“Eşbâha mı kurbün olacaktır cevelângâh?

Eyvah bütün mündehiş-i "sümme radednâh! " (T.Y.)


doğup büyüdüğü ülkenin sınırları içindeki   insanlarla   iletişim kurmak, ailesine, mahallesine,  şehrine, toplumuna, ülkesine aidiyet duygusu beslemek, yoğrulduğu kültürel değerleriyle kişiliğini inşa etmek, kendini, toplumu ve hayatı tanımlamak, toplumsal hayata yön vermek durumunda kalan ölümlü  insanın,  evrenin her noktasında  ebediyete kadar devam edecek  yaşamı yaratan Tanrı’yı kavrayabilmesinin imkansız olduğunun  bilincinde olmasına rağmen,       

 

“-Ezelde ruhuna mevdu'-i dest-i fıtrat olan-

Güzide bir emelin arkasında koşmaktan.

Değil visali, ki bir gayedir hayatı için,

Hayal-i vaslı da cazib o nazenin emelin! 

“Bu gayenin, bu hayalin ümid-i idraki,

Dolaştırır gece gündüz o ruh-i çalaki.” (V.K.)


Tanrı  katına çıkmayı, din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapmadan bütün insanları   Tanrı’nın kulu olarak görebilmeyi  hayal eden  Mehmet Akif Ersoy, 


“Yâ Rab, o ne dehşettir, İlâhî, o ne heybet! 
Pervâzına yetmez gibi pehnâ-yı avâlim, 
Gâhî seni bulsam diye, âvâre hayâlim 
Bir şevk ile lâhûta kadar yükseleyim der:” (T.Y.)


çıplak gözle görülemeyen, ne kadar anlatılırsa anlatılsın   ebediyete kadar gizemler içinde barınacak olan, Tanrı’yı, 


“Ey rûh-i fezâ-gerd, ü-seyr-i harîmin, 
Ey nâtıka, dembeste-i esrâr-ı azîmin,” (T.Y.)


sadece edinebileceği bilgi doğrultusunda,  ancak  kendi bakış açısıyla tanımlayabileceğini, 


“Bâkiyi beşer her ne kadar etse de tenzîh. 
Fâniyyeti îcâbı, eder kendine teşbîh! 
Itlâka nasıl yol bulabilsin ki tefekkür? 
Eşbâhı görür eyler iken rûhu tasavvur! ”(T.Y.)


Tanrı katına çıkmanın, O’nun  bakış   açısıyla hayata bakabilmenin insanın algı    eşiklerini  aştığını,  tozu  dumana katarak gökten  dünyaya  düştüğünü,    bu hayalinin  gerçekleşmesinin söz konusu  olamayacağını   deneyimlemek zorunda kalır. 


“Lâkin nasıl olsun ki bu mi'râca muzaffer? 
Nâsût muhîtinde henüz çalkalanırken, 
Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden; 
Hüsranla iner öyle sefil, öyle muhakkar:

Hâlâ o sukûtun küreden tozları kalkar!

Yalnız o mu? Bin fikr-i semâvî bu zeminde,

Bîtâb-ı taharrî kalarak âh ü eninde!

….

Sun'undaki esrâra teâlî bize memnû'

Olmaz mı, ridâ pûş dururken daha masnû'? 

Hurşîd-i ezelden nasıl ister ki haberdâr

Olsun daha bir zerreyi derk etmeyen efkâr? ” (T.Y.)


Yaşamın arkasındaki perdeleri  aralamayı, yeni bilgilere erişmeyi,  yeni ufuklara açılmayı, hakikati ve Tanrı’yı kavrama  peşinde koşmayı hayatın anlamı olarak yorumlayan, 


“Diyorlar: “İ’tirâf-ı cehl iken tahsîlin encâmı,

Nedir beyhûde it’âb eylemek şehbâl-i ikdâmı?” 

Evet, lâkin varıp ser-hadd-i ma’lûmata bir insan, 

O gâyetten demek lâzım ki: “Yok irfan için imkân!” 

Hakîkî i’tiraf altında parlar zılli irfânın; 

Budur insanlığın ma’nâsı, en son zevki vicdânın.” (Has.)


sonsuz   sayıdaki  gezegenlerde hüküm süren doğal yasaları düzenleyen,     ezelden beri yaşamı oluşturan ve ebediyete kadar  da oluşturacak  olan Tanrı’nın   gizemlerle örtülü  varlığının nasıl  aralanılabileceği,   insan olarak yaratılmanın gayesinin ne olduğu  sorusuna açıklayıcı bir cevap bulma ümidiyle,


“Nedir ki saha-i kudret denen bu zıll-i medid? 

Ziya adımları hatta mesahadan nevmid! 

Nedir nizam-ı mesai bu küll-i sa'ide? 

Nedir ki sevk ediyor hiç dağıtmadan ebede? 

Bu bi-nihaye avalim idaresiz yürümez

Fakat idare için hangi noktadır merkez? 

Nedir ki mevki'i, eb'ada sığmıyan bu yığın

İçinde, şimdi bizim kendi kainatımızın? 

Harim-i hikmet-i eşyaya hiç sokulmamalı:

O bir cihan-ı muamma ki büsbütün kapalı!” (V.K.)


Tanrı’nın  insanı yaratmasının amacı, insan tarafından anlaşılmak ise,  gelmiş geçmiş tüm insanlar arasında Tanrı’yı anlayan kimse olup olmadığını    Tanrı’dan kendisine söylemesini isteyen Mehmet Akif Ersoy,  bu sorusuyla Tanrı’yı anlama  ve anlatma konusunda insanın karşı karşıya kaldığı çaresizliği tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer.  


“Maksûd bu hilkatten eğer ma'rifetinse; 
Varmış mı o müdhiş görünen gâyete kimse?” (T.Y.)


Uçsuz, bucaksız  diğer evrenlerin minicik bir parçası olan yeryüzünde yaşamını sürdüren,  somut olayları  bile anlayabilme, anlatabilme konusunda   oldukça yetersiz, aciz kalan insanın,


Bilir misin, ne kadar hiç imişsin ey idrak! 

Bu ukdeler edecek miydi böyle sineni çak?

Ya sen, ne aciz imişsin zavallı akl-ı beşer! 

Mücaheden çıkacak mıydı bi'n-netice heder? 

Evet, avalimi, hiç şüphe yok ki, bir kaanun

İdare etmede Lakin nedir onun? 

Cihan şu gördüğümüz kütleden ibaret mi? 

Bütün avalim-i meşhude, yoksa, hiç ismi

Bilinmeyen, sayısız, kainat-ı uhranın

Kemine cüz'ü müdür? Maverası ekvanın,

Adem değilse, nasıldır, nedir Vücudu aceb? 

Neden bu leyl-i serair açılmıyor ya Rab? ” (V.K.)


yerin, göğün,  okyanusların derinliklerinde, evrenin  her noktasında   ebediyete kadar yaşamı oluşturan,  fakat varlığını  gizemler içinde, perdelerin arkasında, yoklukta  gizleyen   soyut varlık    Tanrı’yı  nasıl kavrayabileceği konusuna açıklayıcı bir cevap bulma niyetiyle     Tanrı’ya   soru yöneltmeye devam eden Mehmet Akif Ersoy,  


“Nedir ki etmededir fıtratın bu kaanünu,

Fezayı, gökleri, deryayı, deşti, hamünu,

-Adımlarında zekadan seri' olup hatta -

Esiri kaplıyacak füshatiyle istila? ” (V.K.)


Tanrı’dan “Ümitsizliğe sakın kapılma, fakat Beni görünmez hale getiren    gizemlerin varlığımın anlaşılmasını hep zorlaştıracağını  ve zorlaştırması gerektiğini  de bil. Senin kavrama gücün tıkandığında, Benim yaratıcılığım başlar. Senin sonsuz dediğin, asla bilemediğin ve bilemeyeceğin  konular,   yaratıcılıkta sergilediğim    ustalığın sadece minicik örnekleridir. Yaratılış konusunu   ve gizemler içinde barınan  ve ebediyete kadar da ortaya çıkmayacak, çıplak gözle görülmesi mümkün  olmayan  varlığımı anlamak isteyen insan aklı,   yaratıcılıkta gösterdiğim  yücelik, sanatçılık  karşısında teslim olup yere kapanırsa, bencilliğinden kurtularak, bütün aidiyetlerinden arınarak Bana secde ederse,  bütün insanları kulum olarak görürse, canlı ve cansız tüm varlıkların Benim tarafından yaratıldığını  kavrarsa, ölümlü olduğunun, bilme konusunda eksikliğinin kapanmayacağının bilincine varırsa, öğrenmeyi, araştırmayı hayatı boyunca  sürdürürse,  bütün vehimler, şüpheler yok olur. Yaratıcılık ve    ebediyet sadece Bana ait özelliklerdir.     Ne kadar bilgili olursa olsun,   hiçbir   ölümlünün   Benim alanıma girmesine asla müsaade etmem. Bütün  insanların  beslenmesi, mutlu ve   huzurlu bir şekilde yaşaması, Beni ve hayatı tanıması için yer-ve gökyüzünü yeterince büyüklükte yarattım ve tüm insanların, tüm canlıların emrine   amade kıldım. İster  yeryüzünün,  ister gökyüzünün, ister  uzayın derinliklerine  dikkatlice bak; evreni ve tüm varlıkları yaratmada  sergilediğim     ustalığı, mükemmelliği canlı  ve cansız varlıklarda -dağlarda, taşlarda, denizlerde, ovalarda-  göreceksin. Beni kavramak isteyen insan, ebediyete kadar geçerli olacak  şu gerçeği asla aklından çıkarmasın:  Varlığımı tüm canlıların yaşayabileceği, beslenebileceği  koşulları hazırlayarak, yaratarak anlattığımı, şiddete ve kaba kuvvete hiçbir zaman başvurmadığımı, insanların hayatına hiçbir şekilde müdahale etmediğimi görebilen,   bütün insanların   barış içinde   yaşamasına yetecek büyüklükte  bir evren yarattığımı anlayabilen, şiddete başvurarak, kan dökerek varlığımı anlatmanın,   varlığımın anlaşılmasına faydası dokunmaktan ziyade, anlaşılabileceğim  iletişim ortamlarını  ortadan kaldıracağının  bilincinde olabilen,  yeryüzündeki bütün insanları Tanrı’nın kulu olarak görerek beni anlayabileceğini, anlatabileceğini idrak edebilen insanların  bedenleri toprak altında kalsa bile, en önemli özelliğim olan ölümsüzlüğe erişerek  ebediyete kadar varlığıma eşlik edebilmeyi, dostum, yoldaşım  olabilmeyi,  yeryüzünde Beni temsil edebilmeyi, yaşamak ve hakikati öğrenmek için    yarattığım kullarımı saltanatta kalmak, mal ve mülk  edinme uğruna katleden, kandan beslenen kafirlere karşı esirgeyen, bağışlayan, rahmet yağdıran yüzümü  ebediyete kadar anlatabilmeyi başaracaklardır.”  cevabını alır. 


“Bu cuş -i cür'eti etmekte ansızın mebhut,

Çu ses ki, mevc-i bülendiyle çalkalanır melekut:

Unutma kendini, hem bilmiş ol ki ey insan,

Müebbeden kalacak hilkatin esası nihan.

Semayı alması kaabil mi bir avuç hakin? 

O sahalar ki yetişmez ziya-yı idrakin,

Tasavvur et: Ceberutum için bidayettir! 

Mükevvenat ki fikrince bi-nihayettir,

Kemine zerresidir asüman-ı hilkatimin.

Gelip kenarına umman-ı sermediyyetimin,

Rüku eder ebediyyen, kıyam eden idrak; 

Zeka sücuda varır, vehm olur karin-i helak.

Senin o sahada yoktur işin! O saha, benim,

Bütün halaika mesdud Kaabe Kavseyn'im! 

Harimi zair-i tahmin için küşade değil; 

Saray-ı vahdetimin durma karşısında, çekil! 

Çekil de feyz-i mübinimle ta ezelde sana

Müsahhar eylediğim bir cihanın ortasına

Atıl Fezayı dolaş, asümana çık, yere in; 

Lisan-ı gaybım olan beyyinat-ı hikmetinim,

Vücudu inleten aheng-i yek-ni duy! 

Düşünme, haydi şu aheng-i sermediyyete uy:

Bekaayı hak tanıyan sa'yi bir vazife bilir;

Çalış çalış ki bekaa sa'y otursa hakkedilir.” (V.K.)


Tanrı’yı kavramak isteyen birey, Tanrı inancının    ancak uzun soluklu araştırmalar, incelemeler   sonucunda          öznel olarak     kavranılabileceğinin bilincinde olması, 


“Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât?

Allah'tan utanmak da olur ilim ile... Heyhât! ”(O.Y.)


taşı  bile hiçbir işe yaramayan  bir nesne olarak görmemesi   gerekir. Taşın yapısını  bilimsel  olarak  anlayabilmek için mikroskoba bakıldığında,   cansız bir  varlık olan taşın bile   dur durak bilmeden yaşamın  oluşmasına  katkı sağladığının farkına varılacaktır. İnsan aklı,  yıldızların, göğün, güneşin, uyduların, nebulaların  sahip olduğu özelliklerin taşta  da  bulunduğunu, taşın onlarla aynı ailenin üyesi olarak değerlendirilebileceğini  gördükten sonra ürperir ve şaşırır kalır. 


“Alın da bir küçücük taş, ziya-yı ilme tutun,

Bütün nikaatını evvelce; sonra, kalkın onun

Bakın vücuduna bir hurdebin alıp, lakin,

Bu hurdebin olacak kendi nuru idrakin.

Zemin kadar büyütün; asüman kadar büyütün.

Hulasa, koskocaman bir cihan kadar büyütün; 

Görürsünüz ki: O bir damlacık vücuduyle,

Katılmak istiyerek durmayıp giden şeyle,

Önünde azmine hail ne varsa, hep aşıyor.

Demek ki: Şimdi bu taş canla, başla uğraşıyor,

Bütün avalimi lebriz eden mesaiye,

Benim de sa'y im olunmak gerek ilave diye.

Bu seng-pareyi siz şimdi görmeyin naçiz

O, bir vücud-i muazzam; o, bir cihan-ı veciz; 

Ki - encümiyle, şümusuyle, asümanıyle,

Tevabi'iyle, sehabiyyesiyle - ayniyle,

Bizim şu bildiğimiz kainatı gösteriyor! 

Hayal o manzaranın dehşetinden ürperiyor:

Birer kabiledir ecza-yı ferdi; zerratı

Sırayla ailelerdir; alın zureyratı:” (V.K.)


Çıplak   gözle  gözükmeyecek kadar küçük atomların birbirleriyle uyum içinde  çalışması sonucunda  tüm evrende yaşamı oluşturan doğal yasalar, önemsiz    olarak değerlendirilen  taşın oluşumunu da gerçekleştirmektedir.   


“Görünmemekle beraber yığın yığın efrad.

Demek, o, sine-i eb'adı inleten feryad; 

O, her taraftaki aheng-i sa'y-i gulgule-hiz; 

O girudar-ı umumi Bakılsa en naçiz

Taşın mazik-ı vücudunda mündemiç Hayret! 

Bu seng-i camidin ecza-yı ferdi bir vahdet,

Bir imtizac-ı müebbedle eyliyor deveran,” (V.K.)


Yaşamı  anlayabilmek için yapılan araştırmaların, incelemelerin, bilimsel gelişmelerin sağladığı veriler,  madde ve yaşam hakkında  karanlıkta kalan konulara  açıklık getirirken,     yeni gizemler,  yeni bakış açıları ortaya çıkarmakta, yeni yaklaşımların kapılarını aralamakta,     yeni soruların   sorulmasına da  yol açmaktadır. 


“Ulum-i şahikadan fışkıran sütün-i ziya

Dayandı göklere; lakin yetişmiyor hala,

Bülend nüsha-i icadın ilk sahifesine.

Bu ilk sahife müebbed zalam içinde yine! 

Görünmüyor ki, okunsun sevad-name-i gayb; 

Yakine sed çekiyor her satırda yüz bin reyb.

Ziyaya doğru yüzüp gitmek istedikçe hayal

Sürüklüyor onu girdaba dalga dalga ley al! 

Meal-i hilkate imkanı yok yetişmemizin; “ (V.K.)


Hiç  mertebesine kadar  küçülebilen,   evrenin ve yaşamın tüm özelliklerini, tüm renklerini bünyelerinde  taşıyan  atomların birbirleriyle etkileşimi sonucunda    evrende oluşan ve  ebediyete kadar da oluşmaya devam edecek olan yaşamın gizemlerinin  tümüyle aralanması, açığa çıkması  mümkün değildir. Bünyesinde  yaşamı tamamlayıcı özellikler barındıran bu nesne   incelenmeye   devam edilirse, taşı oluşturan atomların,  güneşteki, yerdeki,  gökteki,    evrendeki diğer maddelerin  atomları ile    her an,  her daim yaşama katılmak, yaşamın bir parçası olmak için     büyük bir coşku ve heyecanla hareket ettiği görülecektir. 


“Aceb, nümune-i ekvan olan bu, zaten ufak,

Vücudu na-mütenahi küçültecek olsak? 

Küçüldü, farz edelim, oldu akıbet zerre

Görün, şu zerreyi tedkik edin de bir kerre.

Nasıl huruş ile kalbinde eyliyor daraban,

Avalimiyle beraber şümus-i bi-payan! 

Semalarında uçan aynı muttarid ahenk; 

Denizlerinde gezen aynı sa'y-i rengarenk.

Bakın ki: Zerre de bir hiç olan vücuduyle,

Muvaffak olmadadır kainatı temsile; 

Görün ki: Zerreyi etmektedir cihan tanzir.” (V.K.)


Sayıları  tahmin bile edilemeyen,   birbirinden   milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki  milyonlarca gezegenlerden  sadece bir tanesi olan dünyanın da dahil olduğu Samanyolu’nun her noktasında doğal yasaların harekete geçmesiyle, 



“Bu mevkibin, gece gündüz koşan bu kaafilenin.

Mürettebatı, birer saltanatlı ailenin

Beis-i daimidir; vakıa bu aileler

Görünmüyor bütün eb'adı yoklasak yer yer; 

"Fakat delalet-i nüruyle gezseniz ilmin,

Vücudu anlaşılır her adımda bin necmin.

Bu ailat-ı semaviyye ittihad ederek,

Doğar ki sine-i minada bir kabile, gerek

Serir-i şanı, gerek zatı daima mestur

Kalan reisine münkaad olup, sürekli, vakuur,

Fakat sevimli bir aheng-i tam-ı vahdetle,

Çalışmadan geri durmaz o muhteşem kütle.

Bu kütle işte bizim kainatımızdır ki:

- Kuşatmasıyle beraber nazarda eflaki-

Hududu çevriliyor kehkeşan nitakıyle.

Geçin nücumu Sehabiyyeler de, hakkıyle

Tekamül etmek için uğraşır, döner, didinir,

Birer kabile, birer kainat-ı vasi'dir.

Bu kainat-ı semaviyyenin -ki bir takımı

Deminki aile şeklindedir- kalan kısmı,

Henüz meşime-i hilkatte saklı efrada

Hayat vermek için muttasıl çalışmakta. ” (V.K.)


güneşin,  ayın,  göğün,  yerin, gezegenlerin, kuyruklu yıldızların gece  gündüz demeden birbirleriyle uyumlu  bir şekilde çalışmasıyla,   yer-ve gökyüzü aydınlanmakta,  yaşam  oluşmaktadır.  


“Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır; 

Güneş çalışmada, seyyareler çalışmadadır.

Didinmeden geri durmaz nücum-i gisu-dar; 

Bütün alın teridir durmayıp yağan envar!” (V.K.)


Yokluğun  zıddı olan varlığı  oluşturan    güç de      çalışmadır.  Evrendeki bütün maddeler   varlıklarını Tanrı’nın yaratma gücüne  borçludur.    Zaman da,  mekan da, varlık da     Tanrı’nın maddeyi  yaratması  sonucunda    oluşmuştur.  


“Tasavvur eyliyelim şimdi başka bir kudret,

Ki hep kuvayı doğurmuş, esası madde Evet! 

Nedir bu? Başka değil, aynı cilvenin işidir; 

Bütün ezeldeki sa'yin tekasüf etmişidir.

Şu madde yok mu ki almakta birçok eşkali,

Onun da varmadadır sa'ye asl-ı seyyali.

Neden mi? Çünkü bütün kudretin tekasüfüdür.

Zaman da sa'ye çıkar: Çünkü hep onunla yürür.

Mekan da sa'ye varır: Sa'yi sıfra indiriniz,

Mekan tasavvur edilmez, muhal olur hayyiz. ” (V.K.)


Evrendeki organik ve inorganik maddelerin    ezelden      ebediyete kadar  sürecek değişimleri,   bir var,  sonra  tekrar yok  olmaları, yok olduktan sonra  yeniden varlığa bürünmeleri, yaşamın içinde yer almaları,  yaşamın oluşmasına, sürmesine aracılık etmeleri, varlığı çıplak gözle   görünmeyen Tanrı’nın  yaratmadaki mükemmelliğini,    sanatçılığını, yüceliğini  tartışma götürmez şekilde kanıtlamaktadır. Tanrı’nın yaratma  gücü   olmasaydı,  bütün varlıkların ezeli bir yokluğa dönüşebilme ihtimali  söz konusu olurdu. 


“Konulsa rahle-i tedkike hangi bir mevcud; 

Olur tekasüfü bir sa'y-i daimin meşhud.

Ademle karşılaşan zıd vücud olur, demeyin; 

Onun mukaabil olan kutbu sa'ydir. Sa'yin

Gezip dolaştığı ıssız, çorak feza-yı adem; 

Bakarsınız ki: Çıkarmış Vücuda bir alem.

Tevakkuf ettiği hesti-seray-ı dura-dur,

Görürsünüz ki: Ademdir Ne bir ziya, ne de nur? 

Kulak verin de neler söylüyor bakın idrak:

Bu, lücce lücce tekasüf, bu sa'y-i dehşet-nak,

Beliğ sa'yidir umman-ı kudretin, ezeli; 

Huruş-i feyz-i ezel her kutayresinde celi.

Mükevvenatı ezelden halas edip ebede

Sürükleyen; onu hayret-feza hüviyyette

Tekallübat ile bir müntehaya doğru süren; 

Hem istikaameti daim o müntehaya veren,

İrade hep ezeli sa'yidir, bakılsa, onun; 

Kimin? O kudret-i mahzın, o sırr-ı meknunun! 

Ne dinlenir, ne de atıl kalır, velev bir an,

Şu'un-i hilkati teksif edip yaratmaktan.” (V.K.)


Hayvanların  yavrularının  tüm ihtiyaçlarını özveriyle  karşıladığı,   bir hayvanın bitki  ya da diğer bir hayvanı yiyerek, bitkilerin  tohumlarını toprağa bırakarak, toprağa  karışarak kendi türlerini devam ettirdiği doğal yaşamda,  ölüm ve yaşam,  salt kazanç, salt     zarar, salt savurganlık    olarak değerlendirilemez.    İlk  bakışta dalından   dökülen   tohumun  toprakta kaybolduğu, yok olduğu,   bir canlıya  yem  olan diğer canlının    yabana gittiği, telef olduğu düşünülse de,     yem olan canlı  kendisini yiyen   diğer canlının  bedeninde yok olsa da, bu canlının ölümünün onun yok oluşu   anlamına gelmediği, diğer canlının bedeninin     beslenmesine, hayatta  kalmasına ve  hayatın   ebediyete kadar  sürmesine aracılık  ettiği görülmektedir.  


“Müdâfa’âtımı öyleyse pek tabî’îdir,
Alıp da nakledivermek bütün tabîatten,
Bütün tabîate hâkim şu’ûn-i kudretten.
Bilirsiniz ki: Hudâyî biten en ince nebat,
Döker de her sene milyonla canlı tohm-ı hayat,
Göçerse öyle göçer hilkatin bahârından.
Yabâni hardala mümkün mü olmamak hayran? 
Ya bir papatyaya kàbil mi etmemek hürmet? 
Ne vergi vermedelerdir? Çiçek başından, evet,
Zemînin aldığı tohmun yekûnu: Milyarlar! 
Demek, tabîati icbâr eden avâmil var,
Bu ihtişâma, bu vâsi’, bu müdhiş isrâfa; 
O, iktisâdı bırakmazdı yoksa bir tarafa.
İşin hakîkati: Hilkat ne kâr arar, ne zarar; 
Bekà-yı nesle bakar hep, bekà-yı nesli sorar.
Neden mi? Çünkü hayâtın yegâne gâyesidir; 
O gâye olmasa dünyâ bir âhiret kesilir.
Saçıp savurmada fıtrat bütün hazâinini; 
Merâmı gâyesinin böylelikle te’mîni.
Ya önceden biliyor, binde kim bilir ne kadar
Ziyâna uğrayacak sonradan bu milyarlar? 
Kolay değil, kimi, intâş için zemin bulamaz; 
Zemin bulur kimi, lâkin nedense doğrulamaz.
Bu çiğnenir, onu kurt yer, öbür zavallıyı kuş; 
Bakarsınız: Çoğu bitmiş sonunda, mahvolmuş,
Sebât edip de, fakat kurtulan tohum pek azı.
Demek, saçarken eteklerle saçmadan garazı,
Şu çimlenen bir avuç tohmu devşirip, ancak,
Bekà-yı nesle varan gâyesinde kullanmak.
Demek, tabîat edermiş zaman zaman isrâf...
Hayır, tabîate müsrif demek bilâ-insâf,
Hatâ değil de nedir? Çünkü hayr için veriyor.
Efendiler, bize fıtrat nümûne gösteriyor,” (A.)


Kayıp      sevgilisini  arayan  bir aşığa benzeyen güneşin ışınlarını tüm varlıklara büyük bir   hassasiyetle yansıtmasıyla  harekete geçen, tüm evrende yaşamın  oluşmasına hizmet eden,    olağanüstü büyük bir ustalıkla kurgulanan doğal yasaların şefkatli  kolları,   küçüklere  büyükler tarafından   korunduklarını,   büyüklerin gözbebeği olduklarını,  


“Görün şu aile efradının sevişmesini:

Küçük, büyüklerinin ruhu, kurretü'l-ayni; 

Büyük, küçükler için dayedir, mürebbidir

Gider, hayatını tanzim eder, görür gözetir:

Güneş, ki ailenin mihriban reisi odur.

Serir-i muhteşeminden süzüp fezayı vakuur

Nazarlarıyle arar her tarafta mevkibini; 

Nasıl ararsa bir avare yar-ı gaibini.

Bulunca hepsini artık o nazenin sine,

Alır birer birer aguş-i har-ı şefkatine.

Bu hanümanı tutan hep onun himayesidir;” (V.K.)

 

sevgiyle ve  muhabbetle kucaklandıklarını, büyütüldüklerini,   hayata hazırlandıklarını hissettirmesine rağmen, toplumları   birbirine  düşman eden, savaşların çıkmasına neden olan,  bütün insanlığa  felaketler getirmekten başka işlevi olmayan  dayatmacı anlayış, 


“Yabancı sanmayınız seyredip de ecramı

Bir eski ailedir, gökyüzünde aramı.

Şu var ki, merkezi ta asüman da olsa bile,

Gelip gelip bizi besler kemal-i minnetle.

Fakat bu aile hiç benzemez bizimkilere; 

Bozuşmamış onun efradı belki bir kerre.

Lisan-ı hal-i tabiat, lisandır onlara da,

Bir ihtisas teatisidir dönen arada.

Bir ihtisas ki pek incedir Fakat keskin

Ne hasbihal-i semavi! Nasıl belağ-i mübin!” (V.K.)


yeryüzündeki bütün toplumların bir arada barış, huzur ve refah içinde yaşayabilmesine katkı sağlayabilecek Tanrı inancının    anlaşılabileceği, anlatılabileceği  toplumsal koşulların   ortadan kalkmasına,  dini, mezhebi, ulusu  farklı insanları ve toplumları katletmenin gerekçesi olarak kullanılmasına,   yeryüzünde cehennem gibi bir hayat yaşanmasına    neden olmuş,  Tanrı inancı yere inmemiş, gökte kalmıştır. 


“Ah o din nerde, o azmin, o sebâtın dîni;  

O yerin gökten inen dîni, hayâtın dîni? 
Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek? 

Müslümanlık mı dedin?...Tövbeler olsun, ne demek!”(A.O…)



















Bireysel Varoluş Mücadelesi


Tanrı’nın tüm canlıları ve insanları  yaratmasındaki  amacının ne olduğu sorusuna  herkesi  tatmin edebilecek bir cevap bulabilmek  mümkün olmasa  da,  kıyasıya  rekabetin  belirleyici   olduğu hayatın     temel kuralı,  varlığını sürdürebilmek için mücadele etmektir.  


“Nedir muradı, bilinmez, fakat Hakim-i Ezel,

Cihanı mar'eke halk eylemiş, hayatı cedel.

Kimin kolunda mesai denen vefalı silah

Görülmüyorsa, ümid etmesin sonunda felah.

Gerek hücuma geçilsin, gerek müdafa'aya; 

Müsellah olmalı mutlak giren münaza'aya.” (V.K.)


Bitkilerin ve    hayvanların kendilerini yok etmek isteyenlere karşı hayatta kalmak,  hayatını ve    türlerinin devamını sağlamak için bazılarının  av, bazılarının avcı olduğu doğal yaşamda,   


“Zevil-hayata bakın Koşmuyor mu hakk-ı hayat

Peşinde cümle nebatat, cümle hayvanat? 

Müessirat-ı tabiatle daim uğraşarak; 

Bütün cihan gibi onlar da istiyor yaşamak.

Avamilin kimi te'yid eder bekaalarını; 

Hücum eder kimi ta 'çil için fenalarım.

Zavallılar, hani, bir an içinde bin kerre,

Kaçıp ikinci takımdan koşar birincilere.

Hayatı hak tanıyanlar yorulmuyor Heyhat! 

Sükun nedir, onu görmüş müdür ki uzviyyat?” (V.K.)


sadece gerekli mücadeleyi gösterenler var olmayı  başarırken, mücadele etmeyenlerin  yok oluşu kaçınılmaz bir sondur. 


“Zemini kendine hasretmek isteyip çalışır; 

Şu var ki başka emeller de ansızın karışır.

Tezahum etti mi amali birçok efradın; 

Kesilmez arkası artık cihad-ı mıftadın! 

Bu harb işinde kazanmaktadır çalışmış olan; 

Çalışmayıp oturandır gebertilen, boğulan.” (V.K.)


Gelişmek için mücadele eden,  birbirleriyle dayanışma içinde olabilen ailelerin, kurumların,  toplumların, ulusların  varlıklarını devam ettirebildiklerini, bunu  başaramayanların  ise tarih sahnesinden silindiklerini,  


“Değil mi ceng-i hayatın zebunu adem de? 

Mücahedeyle yaşar çaresiz bu alemde.

Evet, mücahede mahsulüdür hayat-ı beşer,

O olmadıkça ne efrad olur, ne aileler.

Görün birer birer-efradı: Muttasıl çalışır; 

Bakın ki aileler durmayıp nasıl çalışır.

Alın sırayla cema'ati, sonra akvamı; 

Aceb cidal-i maişetten ayrılan var mı? 

Nizam-ı kevne nigehban o sermedi kaanun,

Bütün cihanı tutarken tahakkümünde zebun,

Garib olur beşeriyyet çıkarsa müstesna.

Hayır! Adalet-i fıtratta yoktur istisna.

Hayata hakkı olan kimdir anlıyor, görüyor; 

Çalışmıyanları bir bir eliyle öldürüyor! 

Bekaayı gaye sayanlar koşup ilerlemede; 

Yolunda zahmeti rahmet bilip müzahamede.

Terakkiyatını milletlerin gören, heyhat,

Zaman içinde zaman etse, haklıdır, isbat.” (V.K.)


mücadele etmekten korkanların, işini  yarına  erteleyenlerin, hayatta amaçsız  yaşayanların felaketlerden kurtulamadıklarını,  hatta yok olduklarını,   hem doğal  yasalar, hem de     tarihsel süreçler hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtlamaktadır. 


“Müsevvifler için dünyâda mahvolmak tabî’îdir.  

Bu bir kânûn-i fıtrattir ki yok te’vîli: Kat’îdir.” (Has.)


Yeryüzünde birçok ülke huzur ve refah içinde yaşarken, kendi toplumunun çağdaş yaşam standartlarına,  çağdaş bilgi düzeyine gelebilmesi için  mücadele etmemek,  


“Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha;

Davran artık kârbânın arkasından durma, koş!” (D.)


yaşanan  felaketler karşısında  gelenek ve göreneklerin gölgesine   yaslanarak miskinlik yapıp boş boş  oturmak, 


“Çalış! dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!” (V.K.)


asla tembellik yapmamayı, daha güzel bir dünyanın, toplumsal koşulların  oluşması için gayret göstermeyi, ümidini hiçbir zaman kaybetmemeyi  emreden Tanrı   inancıyla çelişmektedir. 


“Taleble amir olurken bir ayetinde Huda; 
Buyurdu: Kesmeyiniz ruh-i rahmetimden ümid; 
Ki müşrikin olur ancak o nefhadan nevmid.
Bu bir; ikincisi: Ye'sin ne olsa esbabı,
Onun atalet-i külliyyedir ki icabı,” (V.K.)


Aydınların  iktidarın payandalığını yaptığı, bireysel  ve toplumsal sorunların  kaba kuvvet kullanılarak çözme alışkanlığının  yaygın  olduğu, tarihsel  geçmişin katliamlarla  şekillendiği,   toplumun dolu dizgin yok olmaya yuvarlandığı,       akla hayale  gelmeyecek acımasız  yasaklar, yaptırımlar nedeniyle hiç kimsenin düşüncesini dile getirmeye   cesaret  edemediği,   


“Kafa bitmiş demek artık, çekiver kuyruğunu! 
Kuvvetin hakkı mıdır enselemek bulduğunu? 
Bize, Âsım, ne şunun yumruğu lâzım, ne bunun; 
Birinin pençesi ister yalınız: Kànûnun.
Ver bütün kudreti kànûna ki vahdet yürüsün...
Yoksa millet değil ancak dağınık bir sürüsün...
Memleket zâten ayol baksana: Allak bullak,
Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak.” (A.) 


kadınların, ihtiyarların, çocukların baskı altında tutulduğu, şiddete maruz kaldığı, anaların çocuklarını, kadınların  eşlerini savaşlarda kaybettiği,  çocukların fakirlik nedeniyle doğru dürüst beslenemediği,  yetim kaldığı, sevginin, saygının, merhametin deneyimlenmediği toplumsal koşullarda ne  insanlığı anlayabilmenin ne de insan olabilmenin mümkün olduğunu  dile getiren   Mehmet Akif Ersoy, 


“Ne kadınlar, ne sefâlet doğuranlar görürüz; 

İşte binlerce çocuk, hem baba sağ, hem öksüz! 

Üç sınıf halka içim parçalanır, hem ne kadar! 

İhtiyarlar, karılar, bir de küçükler; bunlar 

Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan; 

Yoksa, insanlığı bilmem nasıl anlar insan?” (K.İ.)


insan  olabilmenin,  ancak bireysel hak ve özgürlüklerin  yasalarla güvence altına alındığı,   bireylerin  üretici  özelliklerini sergileyebileceği,  toplumun huzur ve refah içinde  yaşayabilmesi için elbirliği ve özveriyle  mücadele edebileceği    iletişim  ortamlarında mümkün olabileceğini, 


“Hayır, hürriyyetin, hakkın masûn oldukça insansın.

Bu hürriyyet, bu hak bizden bugün âheng-i sa’y ister:
Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından boşansın ter.” (A.T.)


dayatmacı  anlayışın egemen olduğu toplumsal koşullarda insan olma mücadelesinin  sarp dağlara, keskin kayalıklara tırmanışa,  uçsuz,  bucaksız,  engin çöllerde  aç ve susuz yürüyüşe  eşdeğer zorluklara, çekilecek çilelere   sahne olacağını, 


“Durma, mâzî bir mugaylanzâr-ı dehşetnâktir;

Git ki, âtî korkusuzdur, hem de kudsî hâktir!

Çok şedâid iktihâm etmek gerektir, doğrudur…

Vehleten âvâre bir seyyâhı yollar korkutur;

Korku, lâkin, azmi te’yîd eylemek îcâb eder:

Kurtulursun şedd-i rahl etmiş de gitmişsen eğer.

Çünkü düşmüşsün hayâtın -ezkazâ – feyfâsına ,

Gitmen îcâb eyliyor tâ menzil-i aksâsına.” (D.)


maddi değerleri ellerinde bulunduran güçlerin uyguladıkları   yaptırımların, kestikleri  cezaların hayatın  bir trajedi olarak algılanmasına neden olabileceğini, ölümle hayatında sadece son nefesini vermek üzereyken bir kez karşı karşıya kalmayacağını,  günde bin defa  burun buruna  gelebileceğini,  


“İnsan ki çıkar perde-i mektûm-i ademden, 

Tâ sahne-i hestîde zuhûr ettiği demden, 

İkmâle kadar fâcia-i devr-i hayâtı, 

Atlatmaya mahkûm ne mühlik akabâtı! 

Karlar buz olur hep beden-i bî-siperinde. 

Medhûş nigâhında köpürdükçe denizler; 

Beyninde bütün dalgalar öttükçe mükerrer; 

Sâhilden uzansam, der, eder tayy-i merâhil; 

Lâkin onu bilmez ki uzaklar daha sâil: 

Dağlar o nihâyetsiz olan silsilesiyle, 

Ormanlar o dünyâyı tutan velvelesiyle, 

Emvâc-ı serâbıyle, vuhûşuyle bevâdî, 

Her hatve-i azminde olur ye’sine bâdî. 

Fevkinde semâvâtın o ecrâm-ı mehîbi; 

Pîşinde zemînin o temâsîl-i acîbi; 

Bîçâreyi medhûş ederek her nefesinde, 

Muztar bırakır mün’adim olmak hevesinde. ”(G.B.)


şiddeti  gün  geçtikçe  artacak baskıların  bireyi  ümitsizliğe, çaresizliğe, acizliğe,   yılgınlığa mahkum edebileceğini, hatta kendi varlığını, kendi bedenini ortadan kaldırmaya yönelebileceğini,   kendi hayatına son vermeyi   bile arzu eder hale    getirecek bir ruhsal çöküntüye     sürükleyebileceğini göz önünde bulundurmak gerektiğini belirtir. 


Âvâre beşer sâha-i gabrâya düşünce, 

Etrâfına binlerce devâhî üşüşünce, 

Meydan mı bulur râhatı esbâbını celbe? 

Başlar o cılız kolları dünya ile harbe! 

Kaynar güneşin âteşi mihrâk-ı serinde; 

Karlar buz olur hep beden-i bî-siperinde. 

Medhûş nigâhında köpürdükçe denizler; 

Beyninde bütün dalgalar öttükçe mükerrer; 

Sâhilden uzansam, der, eder tayy-i merâhil; 

Lâkin onu bilmez ki uzaklar daha sâil: 

Dağlar o nihâyetsiz olan silsilesiyle, 

Ormanlar o dünyâyı tutan velvelesiyle, 

Emvâc-ı serâbıyle, vuhûşuyle bevâdî, 

Her hatve-i azminde olur ye’sine bâdî. 

Fevkinde semâvâtın o ecrâm-ı mehîbi; 

Pîşinde zemînin o temâsîl-i acîbi; 

Bîçâreyi medhûş ederek her nefesinde, 

Muztar bırakır mün’adim olmak hevesinde. ”(G.B.)


Toplumun   karşı karşıya kaldığı  felaketlerden  olumsuz olarak etkilenmemesi  mümkün olmayan, sağlıklı bir hayat sürmesi bir yana, ölmeye  bile hakkı olmayan bireyi,  


“Gebermek istiyorsan, başka! Lâkin, korkarım, yandın; 
Ya sen mahkûm iken, sağlık, ölüm hakkın mıdır sandın?” (A.T.)


tembelliği,  ümitsizliği, aymazlığı yaşam biçimi olarak dayatan  toplumsal koşullarla hesaplaşmaktan,    bireysel özgürlüğü, ülkesinin  bağımsızlığı ve refahı   için mücadele etmekten, 



“Emin olun, bizi me’yus eden felaketler,

Vazife hissine biganelik belası bütün; 

Küçük, büyük ne vazifem! desin de iş yürütün! 

O hale geldi ki millet vazifesizlikten:

Vazife hissi de kafi değil, bugün, cidden.

Evet, onun daha fevkinde ihtiyaç artık

O ihtiyaç ise: Milletçe bir fedakarlık.” (V.K.)


bu yolda maruz kalacağı işkencelerden, çekeceği  çilelerden sadece ölüm kurtarabilecektir. 


“Ezilmek, inlemek, yatmak, sürünmek var ki, âdettir; 
Ölüm dünyâda mahkûmîne en son bir sa’âdettir.” (A.T.)


Henüz 13 yaşında iken  babasını kaybeden,  annesi ve kardeşiyle yoksulluğun pençesinde kıvranan bir çocuğun, babasının yıllarca sırtında taşıdığı  küfe ile hamallık yapmayı,  ailesinin geçimine yardımcı olmayı reddetmesinin doğru bir davranış olmadığını,  annesinin  ve kardeşinin   ancak onun desteği sayesinde hayata tutunabileceğini, ailesine yardımcı olması gerektiğini mahalledeki büyükler çocuğa defalarca anlatmasına rağmen, çocuğun küfeye gerilerek tekme sallamasının, onların  sözünü kulak ardı etmesinin,  boyunu oldukça aşan, altında kalacağı daha işin başında belli olan  koskocaman küfeyi kaldırmaya yanaşmamasının, kökü yüzyıllar öncesine dayanan   toplumsal felaketlerin çözümüne  omuz vermemek, sorumluluğunun gereğini yerine getirmemek anlamına geldiğini,  


Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? 
Derken; On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Tekermeker küfe bitâb düştü ta öteye.
- Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha! 
O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın
Göründü:
-Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın! 
Ne istedin küfeden, yavrum? 
Ağzı yok dili yok,
Baban sekiz sene kullandı...
Hem de derdi ki:
"Çok uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz..."
Baban gidince demek kaldı, adetâ öksüz! 
Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.
Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini? 
Dedim ki ben de:
- Ayol dinle annenin sözünü! 
Fakat çocuk bana haykırdı, ekşitip yüzünü:
- Sakallı, yok mu işin.
Git cehennem ol şuradan? 
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?”(K.)


tembellik yapmanın, mücadele etmekten kaçınmanın, insan olarak yaratılmayı inkar etmek, yaşarken ölmek anlamına geldiğini,  yaşı ne kadar küçük,  küfe ne kadar büyük olursa olsun,  küfeyi kaldırmak, taşımak  ne kadar zor  olursa olsun, küfeye -toplumsal sorunlara- omuz vermenin,  hem bireysel gelişimine, hem ailesinin içinde bulunduğu maddi sıkıntılara, hem ülkesinin karşı karşıya kaldığı sorunların çözümüne fayda sağlayacağını, hem insan olabilmenin kapılarını aralayacağını  belirten Mehmet Akif Ersoy, toplumsal sorunların çözümüne katkı sağlamadan,  bireysel özgürlükten de,  ülke    bağımsızlığından da, insan olmaktan  da bahsedilemeyeceği  düşüncesine sahiptir. 


“Atâlet fıtratın ahkâmına mâdem ki isyandır; 

Çalışsın, durmasın her kim ki da’vâsında insandır.” (Has.)


Bireysel ve toplumsal felaketleri  oluşturan  nedenlerin  tanımının      doğru yapılması halinde, bütün sorunların çözülebileceğine inanan,   toplumsal koşullardan   şikayet   etmekle yetinmeyi   zaman kaybı olarak değerlendiren Mehmet Akif Ersoy, insan olmaya niyetlenen bireye, 


“Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı; 

Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı! 

Göz yaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz? 

Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.

Ye’se hiç düşmeyecek zerrece îmânı olan; 

Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.” (S.K.)


en yakınlarının kaybına  bile  üzülebilecek, yasını tutabilecek zamanının olmadığının bilincine varmasını, 


“Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme! 
Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme, 
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam 
Yerde kalmış, naşa benzer kavm için durmak haram!”(H.M.)


ne etrafındaki insanlardan,  ne devlet kurumlarından herhangi bir destek beklemesini, ümitsizliğe asla kapılmamasını,  sadece ve sadece kendini geliştirmeye odaklanmasını önerir.


“Ey, yolda kalan, yolcusu yeldâ-yı hayâtın! 

Göklerde değil, yerde değil, sende necâtın:
Ölmüş dediğin rûhu alevlendiriver de,
Bir parça açılsın şu muhîtindeki perde.
Bir parça açılsın, diyorum, çünkü bunaldın; 
Nevmîd olarak nûr-i ezelden donakaldın!”(K.)


Dayatmacı anlayışın egemen olduğu toplumsal koşullarda, kendini aşağılık, tembel, hiçbir işe yaramayan bir varlık  olarak hisseden insan, meleklerden bile daha üstün özelliklere sahip olduğunun,  uçsuz bucaksız evrenin tüm  özelliklerini kendi bedeninde barındırdığının, evrenin sınırsız  gizemlerini ortaya çıkarabileceğinin, 


“Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen, 
«Muhakkar bir vücûdum! » dersin ey insan, fakat bilsen... 
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: 
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir: ”(İn.)


Tanrı inancının,  dinler, mezhepler ve ırklar  arasında hiçbir ayrım yapmadan bütün insanları Tanrı’nın kulu olarak görerek,  onlara iyilik ederek, şefkat ve merhamet      göstererek   yansıtılabileceğinin, 


“Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî, 
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî. 
Musaggar cirmin amma gâye-i sun’-i İlâhîsin; 
Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin! ”(İn.)


dile getirdiği     düşünceleriyle,  sergilediği   eylemleriyle    cehennem  gibi  bir hayatın ortaya çıkmasına da neden olacağının, cennetin kurulabilmesine de katkı sağlayabileceğinin,     


“Ezel”den ayrılan rûhun nişîmen-gâh-ı bâkîsi 

“Ebed”ken, yolda eşbâhın niçin olsun mülâkîsi ? 

“Elest”in arkasından gelmesin Cennet, Cehennem de,” (H.)


düşüncelerin toplumsal düzeni alt üst edebilecek, dağları bile yerinden oynatabilecek, yepyeni toplumsal koşullar yaratabilecek güce sahip  olduğunun,   


“Merd-i sâhib-azm için neymiş uzak, neymiş yakın?

Hangi müşkildir ki, himmet olsun, âsân olmasın?

Hangi dehşettir ki insandan hirâsân olmasın?

İbret al erbâb-ı ikdâmın bakıp âsârına:

Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrârına.” (D.)


bütün insanların barış içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek düşünceyi dile getirmenin  en büyük erdem olduğunun, 


“İşte dert, işte devâ, bende ne var? Bir tebliğ...
Size âid sizi tahlîs edecek sa’y-i belîğ.” (S.K.)


bedeninin      tanrısal özelliklerle donatıldığının,   Tanrı’nın yeryüzündeki simgesi, adeta şiiri olduğunun bilincine vardığında, 


“Edîb-i kudretin beytü’l-kasîd-i şi’ri olmuşsun; 
Hakîm-i fıtratin bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun. ”(İn.)


karşı karşıya kalınan felaketler çözümsüz görünse de,   çektiği  çileler, yaşadığı  acılar ümitsizliğe  neden olsa da, tüm ülkenin mezarlığa dönüşmesi,  dört bir tarafın defnedilemeyen cesetlerle dolu olması   gözünü korkutsa da, leş olmayı  içine sindiremediğinde,   canlı olduğunun bilincine vardığında, dayatmacı anlayışa isyan etmeye cesaret  edebildiğinde, insan olmaya karar verdiğinde, 


“Tekâlîfin emânet-gâhısın, bir başka cevhersin! 
Hayatın eksik olmazken ağır bin bârı arkandan; 
Ölümler, korkular savlet ederken hepsi bir yandan; “
Şedâid iktihâm etmekte müdhiş bir mekânetle, 
Yolundan kalmayıp dâim gidersin... Hem ne sür’atle! 
Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkat olduğun elbet, 
Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet: 
Nasıl olmak gerektir şimdi ef’âlin ki, hem-pâyen 
Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken ”(İn.)


doğanın, yaşamın, eşyanın gizemlerini çözebilecek, maddedeki, doğadaki, yaşamdaki, okyanuslardaki, bulutlardaki enerjiye hükmedebilecek, yerin ve göğün her noktasından sesini duyurabilecek, yerin  metrelerce altındaki madenleri gün ışığına çıkartabilecek, işleyebilecek, denizlerdeki dev dalgalarla baş edebilecek, dalgaların  üzerinde durabilmeyi başarabilecek,


“Esîrindir tabîat, dest-i teshîrindedir eşya; 
Senin ahkâmının münkàdıdır, mahkûmudur dünya. 
Bulutlardan sevâik sayd eder irfân-ı çâlâkin; 
Yerin altında ma’denler bulur nakkàd-ı idrâkin. 
Denizler bisterindir, dalgalar gehvâre-i nâzın; 
Nedir dağlar, semâ-peymâ senin şehbâl-i pervâzın! 
Havâ, bir refref-i seyyâl-i hükmündür ki bir demde, 
Olur dem-sâz-ı âvâzın bütün aktâr-ı âlemde. 
Dayanmaz pîş-i ikdâmında mâni’ler müzâhimler; 
Kaçar, sen rezm-gâh-ı azme girdikçe muhâcimler. ”(İn.)


darağacıyla, zindanlarla, sürgünlerle ayakta kalabilen,  insan kanından beslenen dayatmacı  yönetimleri  sona erdirecek, tüm insanlığı  aydınlatabilecek gücü kendinde  bulacaktır. 


“Karanlıklarda gezsen, şeb-çerâğın fikr-i hikmettir, 
Ki her işrâkı bir sönmez ziyâ-yı sermediyyettir; 
Susuz çöllerde kalsan, bedrekan ilhâm-ı sa’yindir, 
Ki her hatvende eyler sâye-küster vâhala
Ne zindanlar olur hâil, ne menfâlar, ne makteller... 
Yürürsün sedd-i râhın olsa hattâ âhenîn eller. 
Yıkar bârû-yi istibdâdı bir âsûde tedbîrin; ”(İn.)











Ebediyet  


Tanrı’nın insanın hayatta  yaptıklarının karşılığını sadece toprak altında cennete veya cehenneme göndererek onu ödüllendirmek ya da   cezalandırmak  gibi bir niyeti olsaydı, toprağın üstünü, dünyayı  yaratmasına da hiç gerek yoktu.   


“Eğer maksûdu ancak âhiret olsaydı Yezdân’ın;
Ne hikmet vardı ibdâında hiç yoktan bu dünyânın?” (Hat.)


Yaşamanın gayesini,  cennete gitmeye aracılık edebilecek  bir sınav olarak yorumlamak,  hayatta yaptıklarının karşılığını toprak altında alacağına inanmak, fani olduğu gerekçesiyle yeryüzündeki  hayatı önemsememek, dile getirilen düşüncelerin, gerçekleştirilen eylemlerin etkilerini ebediyete kadar sürdürebileceğinin farkına  varmamak,   Tanrı’nın  ebediyete kadar devam edecek  varlığıyla   çelişmektedir. 


“Neden ervâha tekrar imtihân olsun bu âlemde? 

Demek, dünyâ değil pek öyle istihfâfa şâyeste; 

Demek, bir feyz-i bâkî var, bu fânî ömre vâbeste!” (Hat.)


Beden toprak altına girdikten sonra toprak üstünde yaşayacak olan insanlara aktardığı hatıraların  bedenin  varlığını ebediyete kadar sürdürmesine aracılık edeceğine,  toplumsal yaşamı ebediyete kadar şekillendireceğine inanmak,     toplumsal felaketlerin de toplumsal refahın da   etkilerini gelecek kuşakların hayatında olumlu ya da olumsuz olarak göstereceğini göz önünde bulundurarak yaşamak, ahireti yaşanan hayattan  ayrı  düşünmemek,   yer-ve gökyüzündeki hayatın ebediyete kadar devam edeceğini kavramak,  fani hayatı farklı dinlere, mezheplere aidiyete sahip insanların yeryüzünde   cennet olarak yaşayabileceği bir mekana dönüştürebilecek  düşünceleri  üretebilme,  eylemleri gerçekleştirebilme   fırsatı olarak değerlendirmek,   toprak üstünde geçireceği zaman diliminde yeryüzündeki tüm insanların huzur, güven ve refah içinde yaşayabilmesine katkı sağlayabilecek eylemleri gerçekleştirmeye, düşünceleri dile    getirmeye odaklanmak, bireyleri ve toplumları daha insancıl, daha barışçıl bir  Tanrı inancının algılanmasına  yönlendirirken, 


Diyorlar: “Kâinâtın aslı yoktur, çünkü fânîdir.”
Evet, fânîdir amma, bir nazardan câvidânîdir.
Süreksizmiş hayat… Olsun! Müebbed zevki, husrânı;
Onun bir sermediyyettir bu haysiyyetle her ânı.
“Cihânın aslı yoktur, çünkü fânîdir” diyen sersem,
Ne der “Öyleyse hilkat pek abes bir şey çıkar” dersem?
Nedir dünyâya gelmekten garaz , gitmek midir ancak?
Velev bir anlamak hırsıyle olsun yok mu uğraşmak?
Ganîmettir hayâtın, iğtinâm et, durma erkenden,
“Yarın milyonla feryâd olmasın enfâs-ı ma’dûden!
Bu âlem imtihan meydânıdır ervâh için mâdâm,

Demek: İnsan değilsin eylemezsen durmayıp ikdâm.
Neden geçsin sefâletlerle, haybetlerle, ezmânın ?
Neden azmin süreksiz, yok mudur Allâh’a îmânın?

Çalış, dünyâda insan ol, elindeyken henüz dünya;” (Hat.)


Tanrı inancını,  ibadet ettiği için öldükten sonra cennete gideceğine inanmak olarak değerlendirmenin,  cennet veya  cehennemi  toprak altında gidilecek  bir mekan olarak yorumlamanın,  toprak altında cennete gideceği beklentisiyle yaşanan hayata önem vermemenin karşılığı  ise, gerçek hayatta cehennemde  yaşamak  olacaktır. 


“Nihâyet neyse idrâk ettiğin şey ömr-i fânîden;
Onun bir aynıdır mutlak nasîbin ömr-i sânîden..
Hatâdır âhiretten beklemek dünyâda her hayrı:
Öbür dünyâ bu dünyâdan değil, hem hiç değil, ayrı.”
Sen ey sersem ki “Üç günlük hayâtın hükmü yok…” der de,
Sanırsın umduğun âmâdedir ferdâ-yı mahşerde;” (Hat.)


İnsan   hayatının  ölümlü olduğunu, toplumsal hayatın akışına kapılarak  maddi değerlere bağlanmanın ebedi hayatta hiçbir faydası  olmadığını,  


“Bakma kabristânın ancak sâha-i medhûşuna, 

Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna! 

Kalbi hiç benzer mi bak sîmâ-yı heybet-pûşuna? 

Kim ki dalmıştır hayâtın seyl-i cûşâ-cûşuna, 

Can atar, bir gün gelir, yorgun düşüp âgûşuna! ” (Mez.)


hayatı tüm dünyada cehenneme dönüştüren  sahip olma duygusuna, bencilliğe gem vurmadan, maddi değerlerin peşinde  koşmaktan vazgeçmeden, bireysel çıkarlar bağlamında şekillenen değerleri  tümüyle reddetmeden,  maddi değerleri ellerinde bulunduran güç sahiplerinin uygulayabileceği baskı ve yaptırımlara direnebileceğine, tek başına mücadele edebileceğine inanmadan,  insan olabilme  yolunda  ilerlenemeyeceğini, 


“Şu mâsivâ denilen kayd-ı ukde ber-ukde, 

Kırılmadan olamaz rûh bir dem âsûde. 

Fakat kırılmak için böyle bir zemîn ister... 

Zemîn değil yalınız, kalb-i âhenîn ister!” (Mez.)


bencilliğin, çıkar kavgalarının, bilgisizliğin neden olduğu toplumsal felaketlere, bunalımlara ancak ebediyete kadar devam edecek    hayatın sesine kulak vererek  çözüm bulunabileceğini, 


“Sıkınca rûhumu ba’zen metâlibiyle hayât, 

Olur yegâne mesîrem mahalle-i emvât. 

Muhît-i velvele-dârında zindegânînin, 

Ferâğ-ı dâimi yoktur hayât-ı sânînin. 

Ne levs-i hırs ü mezellet zemîn-i pâkinde, 

Ne hây ü hûy-i maîşet harîm-i hâkinde, 

Bu kâinât-ı huzûrun fezâ-yı sâmitini 

Görünce, ömr-i perîşânımın merâretini, 

Velev bir ân için olsun atıp hayâlimden, 

Uzaklaşır giderim mâsivâya artık ben.” (Mez.)


toprak üstündeki bireysel  ve toplumsal hayatın toprak altında yatan bedenlerin  fani ömürlerinde  ürettikleri düşüncelerle, gerçekleştirdikleri eylemlerle, geride kalanlara bıraktıkları hatıralarla şekillendiğini,  şekillenmeye devam edeceğini, 


“Cevherin, toprak değil, pek başka bir ma’den senin. 

Âh bilmezler ki üstünden geçerlerken senin, 

Bin dimâğın lübbüdür her zerre hâkinden senin. 

Öyle feyyâz, ey zemîn-i ma’rifet, mâyen senin: 

Sâye-gâhından çıkarken rûh olur her ten senin. ” (Mez.)


mezarlıktaki    toprağın  toprak olmaktan  ziyade,  düşüncenin özü olduğunu, bireysel ve toplumsal hayatı şekillendirdiğini,  tüm insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunlara çare bulabilmek uğruna  büyük çileler çeken, büyük badireler atlatan, büyük bedeller ödemeyi göze alabilen şairlerin, yazarların  bedenlerini  barındıran  mezarlıklar, sessizce,  fakat  çığlık atarak en yalın biçimde anlatırlar.


“Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratin! 
Sende pinhân en güzîn evlâdı insâniyyetin; 
Senden istimdâd eder feryâdı ye’sin, haybetin. 
Bir yığın göz nûrusun, yâhud muhammer tıynetin, 
Rûh-i pâkinden coşan göz yaşlarından milletin!”(Mez.)


Mezarlık  toprağının toplumun geçmişini aydınlatabilecek,  birlik, beraberlik ve   barış içinde yaşayabilmesine,        bağımsızlığa, özgürlüğe  kavuşabilmesine,    daha güzel bir gelecek kurabilmesine katkı sağlayabilecek  düşünceleri üreten bedenleri sinesinde barındırdığını,  ancak    bakmasını bilen gözler   görebilmektedir.  


“Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir. 
Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir; 
Devr-i İstîlâ durur yâdında, devlet sendedir! 
Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir, 
Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir! ” (Mez.)


Mezarların üstündeki  uzun uzun otlar, toprağın altındaki sırma saçlı   dilberlerin varlığından  bahsederken, 


“Ey mezâristan, nihan ka’rında yüz binlerce mâh, 

Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-i nigâh! 

Nâzeninler yâl ü bâlinden nişandır her kiyâh... ” (Mez.)


mezar   taşları,  toprağın altında yatan  bedenlerin   hayatta gerçekleştirdikleri eylemlerin, dile getirdikleri düşüncelerin anlaşılmasına aracılık edebilecek, Tanrı’yı örten gizemleri açıklayabilecek, ölümsüzlüğü   anlatabilecek,   tüm insanlığın geleceğini inşa edebilecek    mükemmel şiirlerdir. 


“Ey şebistân, ey adem, ey perde perde kibriyâ, 
Sendedir ümmîdler: Senden doğar fecr-i bekà. 
Her hacer-pâren okur bin şi’r-i lâhûtî-edâ; 
Her neşîden rûhu eyler sermediyyet-âşinâ. ” (Mez.)


Varlığını ölünceye   kadar  sürdürecek olan   beden,   ancak gölge bir varlık  olarak  tanımlanabilir.  Gölge  olarak   var olabilmek ise güneş ışınlarının varlığını  gerektirmektedir. 


“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, 
Günler şu heyûlâyı da er, geç, silecektir.” (R.    İ.)


Belli  bir süre toprak üstünde yaşayacak, sonra da toprak altına girecek,   güneş yüzü görmeyecek, varlığını gölge olarak bile  sürdüremeyecek, varlık iddiasında bulunamayacak olan bedenin toprak altına girdikten sonra gelecek kuşaklara yaşadığını kanıtlaması, 


"Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın."

Derdim, sana baktıkça, a bîçâre kitabım!

Kim derdi ki: sen çök de senin arkana kalsın,

Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım?” (S.İ.)


gölge  bir varlık   olmaktan sıyrılarak varlık iddiasında bulunabilmesi, ebedi -ölümsüz- olabilmesi, ancak ölümlü hayatında   gerçekleştirdiği eylemlerin,  dile getirdiği düşüncelerin, geride bıraktığı hatıraların,   ürettiği sanat eserlerinin,


“Bir insan öldü mü ondan kalacak eseri, 
Bir eşek göçtü mü ondan da nihayet semeri.”(N.E.)



din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapmayan güneş gibi yeryüzündeki tüm insanların hayatına doğabilmesi, karşılaşabileceği sorunlara ışık tutabilmesi,  onları aydınlatması, ferahlatması ve onlar tarafından rahmetle anılması sayesinde -ki aşağıdaki dizelerde rahmetle anılmak ebediyet, ölümsüzlük  olarak tanımlanmaktadır- mümkün olabilecektir. 


“Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma, 
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” (R.İ.)


Göz   açıp kapayıncaya kadar su gibi akıp geçecek ömürde,   tüm dikkatini   gündelik ihtiyaçlarını  karşılamaya    yönlendiren, ne  kadar mal, mülk, şan ve şöhrete sahip olursa olsun, edindiği ile yetinmeyip hep daha çok istemeye, bir  arzusunu yerine getirmeden yenilerinin  peşinde koşturmaya meyleden,  


“Çıplaktır o, ister ki soğuklarda ısınsın; 

Bir dam çatarak her gece altında barınsın. 

İster yiyecek şey, giyecek şey, yakacak şey... 

Bin türlü havâic daha var bunlara der-pey. 

Âvâre beşer işte bu bâzâr-ı cihanda, 

Her gün yeni bir kâr peşinden cevelânda. 

Maksad bu kadar dağdağadan bir yaşamaktır.”  (G.B.)


sıkıntılar, kaygılar, endişeler üzerine çöreklenmiş olsa  da, etrafındaki insanların ölümü  ona ölümlü olduğunu  her daim hatırlatsa  da, ölümün soluğunu   her an ensesinde hissettirse de,   öleceğini  aklına bile getirmek istemeyen, mal, mülk, şan ve şöhret  elde etmeye, hayatta kalmaya, nefes almaya  her şeyin üzerinde  değer atfeden,  


“İnsan yaşamak hırs-ı cibillîsine meclûb. 

Her devresi bir devr-i azâb olsa hayâtın, 

Râzîsi değildir yine bir türlü memâtın! 

Ömr olsa da binlerce tekâlîf ile meşhûn, 

İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun! 

Artık neye mevkùf ise te’mîn-i bekàsı, 

Yalnız ona masrûf olur âvâre kuvâsı. 

Durmaz boğuşur bunca muhâcimlere rağmen, 

Düşmez o mesâî denilen seyfi elinden.”(G.B.)


maddi değerler peşinde koşmaktan kendini alamayan,    ölümlü olduğunu unutacak derecede    açıkgöz, uyanık geçinen, gem vurulamayan hırslarına,   toplumu yönlendiren akımlara kendini   kaptıran,   


“Evet, bir ömr-i sânî var: Değil hilkat abes mâdâm. 

Sen ey gâfil beşer, âlemde bir te’mîn-i istikbâl 

Edeydim, der çekersin ihtiyârî bir yığın âlâm. 

Eğer üç günlük istikbâl için ferdâyı anmazsan, 

Hederdir, korkarım, dünyâda imrâr ettiğin eyyâm.”(B.Mez.)


yeryüzündeki hayatın ebediyete kadar devam edeceğini kavramayan,     insan olmaya,  insan olmayı sağlayabilecek   donanımı  edinmeye  odaklanmayan birey,    sağa sola savrulmaya,  boşu boşuna acı çekmeye mahkum kaldığı gibi, insan olabilme yolunda da, 


“İnsan ki onun rûh ile insanlığı kàim, 

Dâim oluyor cisminin âmâline hâdim; 

Gelseydi eğer rûhunu i’lâya da nevbet, 

Anlardı nedir, belki, hayâtındaki gâyet.” (G.B.) 


özgürleşme yolunda da ilerleyemez. 


Esbâb-ı maîşet denilen kayda girerse,

Yâd etmesin âzâdeliğin nâmını kimse. ”(G.B.)


Başkalarının ölümü,  insan hayatının bir gün sona ereceğini, bedenin   toprak altına gireceğini, baştan başa   bütün dünyaya hükmedebilmek  için bir damla   kanın bile dökülmesine, bir damla gözyaşının   bile akıtılmasına  değmeyeceğini,  insan   canına  kast ederek,  çocuk, kadın, ihtiyar demeden  herkesi katlederek,  yeni  topraklar    fethederek,   önüne çıkan her şehri,    her köyü yağmalayarak  edinilen mal  ve mülkün,  şan ve şöhretin,    büyük zaferler  kazanmanın,  ganimet elde etmenin,  uzun yıllar saltanat sürmenin beden toprak altına girdikten sonra hiçbir değer ifade etmediğini, gelecek kuşaklara büyük felaketler yaşatmaktan başka  hiçbir işe yaramayacağını hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde  açıkça anlatmasına   rağmen,


“«Bütün dünyâ için bir damla kan çoktur» diyorlar, sen, 
Şu ma’sûm ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden!” (A.Ş)


ölümlü olduklarını unutan,  saltanatlarını ebediyete kadar sürdürebileceğine  inanan,  kısacık ömründe bencilliğinin  kölesi olmaktan ileri gidemeyen devlet yöneticileri,   saltanatta daha uzun süre kalma, iktidardan ayrılmama, daha çok mal ve mülk edinme uğruna yetim  bıraktıkları çocukların akıttıkları gözyaşlarının taşlaşmış hali olan  dünya hayatının   son durağı  musalla taşındaki tabuta     anadan üryan, çırılçıplak bir şekilde konulmuş,  malını, mülkünü, saltanatını   yeryüzünde bırakarak toprağa verilmiş,   toplum tarafından lanetlenmekten, toprak altında yok olmaktan, kaybolup gitmekten  kurtulamamışlardır. 


“Musallâ: Müncemid bir mevcidir eşk-i yetîmânın; 

Musallâ: Âhıdır, berceste, mâtem-zâr-ı dünyânın; 

Musallâ: Minber-i teblîğidir dünyâda, ukbânın ; 

Musallâ: Ders-i ibrettir, durur pîşinde irfânın.

Bu minberden iner nâsûta en müdhiş hakîkatler, 

Bu yerden yükselir lâhûta en hâlis kanâatler. 

Civârından geçer zulmette bî-pâyan hayâletler: 

Kefen-ber-dûş geçmişler, kalan üryan sefâletler. “ (Ahi.Y)


Oysa dile  getirilen     düşüncelerin,    gerçekleştirilen      eylemlerin,  diğer insanlara aktarılan hatıraların, mekan ve zaman kavramlarından  bağımsız,  her yerde ve  her zaman var olabilme, 


“Ey aslına iltihâk eden nûr, 

Sensin bana her tarafta manzûr ; 

Olsan da zılâl içinde mestûr, 

Bir an değilim o lem’adan dûr: 

Rûhumda ebed-karâr şu’len.” (B.M.)


hatta gülün bile kokusunu belirleyebilme,  ay ışığında parlayabilme, 


“Mevvâc sabâhatin seherde, 

Berk urmada nâsiyen kamerde ; 

Şeb sahn-ı harem-serâna perde. 

Matvî evrâk-ı verd-i terde 

Bir şemme kitâb-ı nükhetinden!” (B.M.)


rüzgarlar estirme, fırtınalar koparma,    evrenin  tanımlanmasına aracılık etme, hatta evrenin kendisi olabilme, 


“Nağmendir eden riyâhı tehzîz, 

Senden bu nevâ-yı şûriş-engîz! 

Tayfın beni eyliyor seher-hîz... 

Ey hâtırasıyle rûh lebrîz, 

İndimde bu kâinât hep sen!” (B.M.)


zamanın törpüleyici,  yok edici etkisine karşı direnme, hayatı ebediyete kadar şekillendirebilme, 


“Sönmez yanan ihtimâli yoktur, 

Sönmek sözünün meâli yoktur... 

Yok, nâre demem zevâli yoktur. 

Nûrun fakat öyle hâli yoktur. 

Olmaz ona hiç adem nişîmen. ” (B.M.)


yepyeni bir hayata başlayabilmeyi, Hak ve hakikat  yolculuğuna devam edebilmeyi cesaretlendirme, ebediyete kadar tüm canlıları yaşatan  yağmur gibi, su gibi,    yaşam kaynağı olabilme, bunaltıcı çöl sıcağını  gölge gibi serinletebilme, cehennemden farksız olan  hayatı   vahaya, cennete dönüştürebilme,


“Bir ılık gölge, İlâhî... O da olmazsa eğer,
Kalmıyor sâhil-i maksûda vusûl imkânı.

Sâyeler dökmek için Sidre’den inmiş vâha.
O cehennem gibi vâdîde bu cennet ne güzel! 
En büyük şi’r tezâdın mıdır, ey hüsn-i ezel? 
Sana bir mısra’-ı bercestedir etmiş ki sünûh:
Duyar amma varamaz yükselen âhengine rûh.
«Menâha»dan geçiyorduk, ikindi olmuştu.
Çıkınca karşıma Cânân’ımın yeşil yurdu,” (F.K.)


şekilden şekile giren bulutlar gibi, kendisini hatırlayanların, yorumlayanların karşı karşıya kaldıkları bunalımların çaresinin bulunabileceğini, yeryüzünde esenlik  ve barış içinde yaşanabileceğini  anlatabilme, 


“Gireriz koynuna, düşsek bile şâyed yorgun,
Karşıdan baktığımız heykel-i nûrânûrun.
Göreceksin: O harîmin ebedî zıllinde,
San’atin rûhunu seyyâl bulut şeklinde.”(S.K.)


Tanrı’yı yeryüzünde yansıtabilme,  Tanrı  inancını ebediyete kadar  tanımlayabilme özelliğine sahip olduğunun, 


“Ey lem’a-i şu’le-i İlâhî, 

Ey subh-i ebed karârgâhi. 

Hiç bulmaya tâbişin tenâhî... 

Envârına gelmesin tebâhî ... 

Bir böyle bekânı isterim ben.” (B.M.)


saltanatları sona ermeyeceği zannedilen nice kralları devirebileceğinin, toplumsal dengeleri alt üst edebileceğinin, yepyeni toplumsal koşulların oluşmasına katkı   sağlayabileceğinin, 


“Serîr-i saltanatlar devrilir, alt üst olur dünyâ; 

Müşeyyed bürc ü bârûlar düşer bir bir, bu taş hâlâ, 

Zamanın dest-i tahrîbiyle , durmuş, eyler istihzâ; 

Bütün mevcûda hâkim bir adem timsâlidir gûyâ.” (Ahi.Y.)


cehennem haline getirilen    hayatı,   sadece yaşayacağı hayatta  değil, öldükten sonra yüzyıllar sürebilecek oldukça geniş bir zaman dilimi içinde insancıllaştırabileceğinin  farkında  olabilen bireyler, hem hayat mücadelesinde önüne  çıkan engeller karşısında kendilerini son derece güçlü hissederler, 


“Rûhum benim oldukça bu îmanla berâber
Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.” (S.N.)


hem de bedenleri toprak altında kaybolmuş olsalar bile, varlıklarını ebediyete kadar sürdürürler. 


“Hakîkî bahtiyâr ancak o âdemdir ki, dünyâdan 

Giderken mâmelek nâmıyle terk eyler büyük bir nâm.” (B. Mez.)


Evlerin, köprülerin, şehirlerin, toplumların,   devlet yönetim biçimlerinin,   sanat eserlerinin onları tasarlayan, şekillendiren  ustaların, mimarların, sanatçıların, devlet yöneticilerinin,  aydınların hayatı,     hakikati, gerçeği arayışlarından,  yorumlayışlarından,  düşüncelerini  hayata uygulayışlarından,   hayallerinin  somutlaşmasından başka bir şey olmadığının, 


“Cibillîdir taharrî-i hakîkat hırsı âdemde, 

Onun mahsûlüdür meşhûd olan âsâr âlemde.” (Has.)


hakikatin öğrenilebileceği,  düşüncenin özgürce  paylaşılabileceği, bilimsel  düşüncenin, sanat eserlerinin üretilebileceği,  yayılabileceği iletişim ortamlarını oluşturmadan bir ülkenin, bir toplumun  varlığını sürdürmesinin  asla söz konusu olamayacağının,  


“Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;

Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.

Çünkü kàbil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyyeti yok san’atin, ilmin; yalnız,” (S.K.)


sanat eserlerinin   hayata farklı bakış açıları getirerek hayatı zenginleştirdiğinin, Tanrı inancının anlaşılmasına hizmet ettiğinin, toplumu aydınlattığının,  


“Şimdi ey sevgili kàri’, azıcık vaktin eğer,
Varsa -memnûn olacaksın- beni ta’kîb ediver.
Gireriz koynuna, düşsek bile şâyed yorgun,
Karşıdan baktığımız heykel-i nûrânûrun.
Göreceksin: O harîmin ebedî zıllinde,
San’atin rûhunu seyyâl bulut şeklinde.” (S.K.)


ebedi  varlık  Tanrı’yı kavramanın ancak  varlığını ebediyete kadar sürdürecek    sanat eserleri yaratarak,   yorumlayarak    mümkün olabileceğinin farkında olmayan, sanat eserlerine gereken değeri vermeyen Müslüman toplumlar, 


“Diyeceksin ki: «Hayâlin yeri yoktur... Boşuna! »
Ya şu timsâl-i İlâhî de mi gitmez hoşuna?” (S.K.)


Tanrı inancı ile bilimsel düşünce arasında ortaya çıkabilecek çelişkileri  büyük bir ustalıkla buharlaştıran,  eşsiz bir ahenge dönüştüren,  bütün insanları Tanrı’nın kulu olarak görmenin  Tanrı inancının temeli olduğunu anlatan Süleymaniye Camii gibi bir şaheser   yakın zamanlara kadar inşa edememişlerdir.


“Böyle şeh-dâne çıkarmış mı yakınlarda zaman? 

Ne seher-pâre-i san’at ki ezelden mahmûr...

Leb-i deryâdan uçan bir ebedî hande-i nûr! 

Sanki ummân-ı bekànın ezelî bir mevci,

Yükselirken göğe donmuş da kesilmiş inci! 

Bu güher-pârenin eb’âd-ı semâvîsinde,

Yorulan dîdelerin hâke neden insin de, ”(S.K.)


Oysa Süleymaniye’yi    inşa eden mimar,  bu şaheseri  ayakta tutan  taşlarda,   kubbelerde, kemerlerde, mihrapta, minberde ve    cami duvarlarındaki   Tanrı’nın öğretilerinin yazılı olduğu  hat   sanatında,   çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan  Tanrı’yı örten  gizemleri öylesine mükemmel bir şekilde açığa çıkarmıştır  ki, Tanrı’yı  öylesine  somutlaştırmıştır ki,  öylesine mükemmel  anlatmayı  başarmıştır ki, bu camiye  gelen  ziyaretçi,     bu sanat eserini yorumlamada  hiçbir müdahaleyle, zorlamayla karşılaşmadan  Tanrı ve yaşam hakkında aklına gelebilecek  bütün soruların  cevaplandığını,   


“Bir musanna’ kemer, üstünde kurulmuş Tevhîd; 
Daha üstünde bir âyet ki: Hudâ’dan te’yîd,
Emr-i mevkùt-i salâtın bize kat’iyyetine.
Şöyle bir baktı mı insan, kapının hey’etine,
Evvelâ her iki yandan oluyor çehre-nümûn:
Mütenâzır iki mihrâb, iki âzâde sütûn.
Sonra göz yükseliyor doğru yarım kubbelere,
Ki dayanmış biri sağdan, biri soldan kemere.
İstalâktitle donanmış o hazin sîneleri,
Okşayıp nûr-i nazar, geçti mi artık ileri,
Geliyor kısmen açılmış iki heybetli kanat,
Ki te’ârîci, telâfîfi ne müdhiş san’at! 
Sanki Mevlâ mütefekkir, kocaman bir beyni,
Açıvermiş bize göstermek için her yerini.” (S.K.)

Süleymaniye’den, Süleymaniye’de kullanılan mükemmel sanattan, Süleymaniye’yi inşa eden sanatçıdan,  hatta kendi varlığından sıyrılıp yepyeni bir insan olmaya evrilebileceğini,        şiddet kullanarak Tanrı’yı anlatma yönteminin Tanrı’nın   esirgeyen, bağışlayan, adalet dağıtan, merhamet eden, şefkat gösteren  yüzünün yeryüzünde yansıtılmasını, algılanmasını  sadece  engellediğini, Tanrı inancını sarstığını, bireyleri ve toplumları Tanrı inancından uzaklaştırdığını,   sanat eserlerinin üretilebileceği ortamların   Tanrı inancının  anlaşılmasına katkı sağlayabileceğini, 


“Artık ey sevgili kàri’, gel otur orta yere,
Cebhe dîvârına bak, camlara bak, minbere bak;
Sonra mihrâb ile mahfillere, kürsîlere bak.
İşte her cebhede, her yerde demâdem görünen,
Lâkin esrâra bürünmüş gibi mübhem görünen,
“Seni bîtâb-ı telakkî bırakan âyâtın,
Kalarak mülhem-i âvâresi hissiyyâtın,
Dalgalansın da denizler gibi kalbinde celâl; 
Görmesin dîdelerin reng-i sivâ, reng-i zılâl! 
Vecde gel; vahdete dal, âlem-i kesretten uzak...
Yalınız Sâni’i gör; san’ati, masnû’u bırak! 
Ben de bir yer bularak şöylece tenhâ dalayım,
Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temâşâ kalayım.” (S.K.)


Tanrı inancının bilimsel düşünce  olmaksızın  kavranılamayacağını, sanat  eserlerinin insanlığın geçmişini        aydınlattığını, aydınlatmaya devam edeceğini,     bilimsel düşüncenin ve sanat eserlerinin  üretilebileceği, yayılabileceği   iletişim ortamlarının kurulmasına önem veren toplumların    geleceğe ümitle bakabileceğini deneyimler.


“Dur da, Ma’bûd’una yükselmek için, ilme basan

Ma’bedin hâlini gör, işte serâpâ îman! 

Yüce dağlar gibi, âfâka döşerken sâye,

O, bekàdan daha câzib kesilen, âbideye,

Bir nazar zevk-i bedî’îni yeter tatmîne...

Durma öyleyse, urûc et o ziyâ âlemine.

O ziyâ âlemi bilmez ki karanlık ne demek; ”(S.K.)


Doğal  afetler yeryüzündeki bütün binaları, köprüleri yerle bir  etse de,   yeryüzündeki bütün toplumsal değer yargıları alt üst olsa  da,  siyasi çalkantılar, sosyal gelgitler  geleceğin    kapkaranlık olarak algılanmasına neden olsa da, haksızlık  dünyanın dört bir yanında egemen olsa da, dürüstlük ayaklar altına alınsa da,   doğruluğun, yiğitliğin esamesi yeryüzünde okunmasa da, 


“Yerin altında sinen zelzeleler fışkırsın,

Yerin üstünde ne bulduysa devirsin, kırsın; 

Hakkı son sadme-i kahrıyle bitirsin isyan; 

Edebin şimdiki ma’nâsına densin «hezeyan»; 

Kalmasın, hâsılı, altüst olarak hissiyyât,

Ne yüreklerde şehâmet, ne şehâmette hayât;”(S.K.)


adalet dağıtması gereken mahkemeler en büyük   adaletsizliklere neden  olsa da, bütün kutsal mekanlar, ibadethaneler kirli eller tarafından tahrip edilse de,  kirli ayaklar  tarafından çiğnense de,  hatta Tanrı’nın adı insanlığın hafızasından silinse de, insanlık geleceğinden umudunu tamamen kesse de, sanat eserlerine zarar vermeye kimsenin gücü  yetmeyecek,


“Yıkılır bir gün olur mahkemeler, ma’bedler; 

En temiz yerleri en kirli ayaklar çiğner; 

Beşeriyyet yeni bir din tanıyıp ilhâdı,

Beşerin hâfızasından silinir Hakk’ın adı; 

Gömülür hufre-i târîhe me’âlî... Lâkin

Yine tek bir taşı düşmez şu Hudâ lânesinin; 

Yine insanlığa nâ-mahrem olan bîgâne,”(S.K.)


kendini inşa eden mimarın  sergilediği üstün sanatçılık sayesinde        ibadethane olmayı aşan,  tanrısal özelliklere bürünen   Fatih Camii,  


“Bu bir ma’bed değil, Ma’bûd’a yükselmiş ibâdettir;

Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr .

Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir:

Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir. ”(F.C.)


kubbeleriyle,  pencereleriyle,  


Zîya-rîz-î hakîkat bîr seher tavrında müstakbel, 

Gelîr fevkînden eyler sermedî bînlerce nur isar.”(F.C)


göğe  doğru yükselen minareleriyle  Tanrı’yı örten gizemlerin      perdelerini aralayacak, 


Deraguş etmek îster nazenîn-î bezm-î lahfîtu:

Kol açmış her menarı sankî bîr ümmîd-î cür’etkar!

O revzenler, nazarîardan nîhan dîdara müstağrak,

Bîrer gözdür kî sıyrılmış önünden perde-î esrar. ” (F.C.)


ebedi ile faniyi  şaşmaz bir şekilde birbirinden ayıran  zamanın  karanlık dehlizlerinde  kaybolmayacak, ebediyete kadar Hak ve hakikat arayışının, doğruluğun, adaletin, evrenselliğin,  ebediyetin  simgesi  olarak yorumlanacak, 


“Bu, semâlarda yüzen, şâhikanın pâk eteği,

Karşıdan seyredecektir o taşan mezbeleyi.

……

Yine kürsî-i mehîbinde Süleymâniyye,

Kalacak, doğruluğun yerdeki tek yurdu diye.”(S.K.)

 

dinsel, mezhepsel, ırksal aidiyetlerden arınmadan, tüm insanları    Tanrı’nın kulu  olarak  görmeden   gönüllere girebilecek yol ve yöntemleri bulmadan, Tanrı inancının ve hakikatin  kavranılamayacağını  yeryüzündeki tüm insanlara  anlatacak, 


“Bu harîmin ebediyyen giremez sînesine; 

Yine yâdındaki Mevlâ’yı şu dört tane menâr,

Kalbe merbût birer dil gibi eyler ikrâr; 

Yine mâzîye gömülmez bu muazzam çehre:” (S.K.)


insanlığa karşı yapılan saldırılara, haksızlıklara karşı yılmadan, yorulmadan,  hiçbir güce boyun eğmeden tek başına mücadele edecektir. 


“Kıyâm etmiş de, yükselmiş ve bir timsâl-i nûr olmuş,

Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr ,

Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda,

Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr. ”(F.C.)








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mütevelli

Mevlana'da Hakk'a ve Evrensel Barışa Erişim Yolu