Mevlana'da Hakk'a ve Evrensel Barışa Erişim Yolu
inceleme
İnternette kitap satımı yapan Kitapseç adlı sitede bir okurun kitabımız hakkında yaptığı yorum. “Bugüne kadar satın aldığım belki de en dolu en faydalı ürün. Çok Teşekkürler”
Kitabımızı Türkiye’deki internetten satış yapan bir çok siteden sipariş edebilmek için herhangi bir arama motoruna Hüseyin Kahramanlar Mevlana’da Hakk’a Aşka Evrensel Barışa Erişim Yolu yazmak yeterlidir.
Din, mezhep, milliyetçilik ya da ülke bağımsızlığı adına çıkartılan savaşlar, insanlık varolduğundan beri insanları yok etmiştir. II. Dünya Savaşı'nın neden olduğu travmalar hala güncelliğini korurken, günümüzde insanlığı III. Dünya Savaşı'nın beklediğini ya da içinde olduğumuzu deneyimlemekteyiz. Bu incelemenin okurları, Mevlana'nın yaşadığı dönemde din, mezhep farklılıkları nedeniyle yapılan savaşların gerek nedenleri gerekse çözümleriyle ilgili yaptığı saptamaların günümüzde geçerliliğini yitirmediğini, geçen yüzyıllara inat, Mevlana'nın çağdaş kalabildiğini tüm duyu organlarıyla derinden hissedeceklerdir.
inceleme
İnternette kitap satımı yapan Kitapseç adlı sitede bir okurun kitabımız hakkında yaptığı yorum. “Bugüne kadar satın aldığım belki de en dolu en faydalı ürün. Çok Teşekkürler”
Kitabımızı Türkiye’deki internetten satış yapan bir çok siteden sipariş edebilmek için herhangi bir arama motoruna Hüseyin Kahramanlar Mevlana’da Hakk’a Aşka Evrensel Barışa Erişim Yolu yazmak yeterlidir.
Din, mezhep, milliyetçilik ya da ülke bağımsızlığı adına çıkartılan savaşlar, insanlık varolduğundan beri insanları yok etmiştir. II. Dünya Savaşı'nın neden olduğu travmalar hala güncelliğini korurken, günümüzde insanlığı III. Dünya Savaşı'nın beklediğini ya da içinde olduğumuzu deneyimlemekteyiz. Bu incelemenin okurları, Mevlana'nın yaşadığı dönemde din, mezhep farklılıkları nedeniyle yapılan savaşların gerek nedenleri gerekse çözümleriyle ilgili yaptığı saptamaların günümüzde geçerliliğini yitirmediğini, geçen yüzyıllara inat, Mevlana'nın çağdaş kalabildiğini tüm duyu organlarıyla derinden hissedeceklerdir.
Tenleri, dinleri, dilleri, yaşam tarzları egemen anlayışa uymadığı gerekçesiyle, sözel ya da fiziksel şiddet uygulanarak ötekileştirilenlerin, katledilenlerin ve onların yaşama tutunmasını sağlamak amacıyla bireysel ve kurumsal yaptırımlara sadece gülümseyerek mücadele edenlerin aziz hatıralarına sevgiyle
Kısaltmalar
Divan-ı Kebir 1. Cilt= DK1
Divan-ı Kebir 2. Cilt= DK2
Divan-ı Kebir 3. Cilt= DK3
Divan-ı Kebir 4. Cilt= DK4
Divan-ı Kebir 5. Cilt= DK5
Divan-ı Kebir 6. Cilt= DK6
Fihi Ma-Fih=F
Mesnevi 1. Defter=M1
Mesnevi 2. Defter=M2
Mesnevi 3. Defter=M3
Mesnevi 4. Defter=M4
Mesnevi 5. Defter=M5
Mesnevi 6. Defter=M6
Önsöz
Mevlana'nın eserlerini okumaya başlamam, Almanya'nın Bonn şehrindeki Rheinische Friedrich Wilhelm Üniversitesi'nde Türkçe okutmanı olarak görevlendirildiğim 2010-2015 yıllarına denk gelir. Bu görevlendirilme döneminde Yılmaz Eryiğit, Ahmet Apaydın, Selçuk Taşdöşemeci, Bahadır Gizlici, Fahrettin Gökgöz, Lale Cihan, Sevgi Zenginol gibi birkaç edebiyatsever ile "Bonn'da Türk Kültürü"nü kurduk. Bonn yakınlarında oturan, kültürel alanlarda kendilerini ifade etmek isteyen arkadaşlarımız ile Bonn'da Türk düşünce dünyasında yerini almış yazarlar, düşünürler hakkında düzenli olarak kültürel etkinlikler hazırladık. Bu etkinlikler Mevlana'nın eserlerini araştırmamı ve kaleme almamı tetikleyen en önemli etkendir.
Lale Cihan ve Sevgi Zenginol grubumuzun kuruluş aşamasından itibaren gerçekleştirdiğimiz tüm etkinliklerde dönüşümlü olarak sunuculuk yaptılar. Onların sunum kıvamında ve kalitesindeki sunuculukları ve Bonn Türk Müziği Korosu Şefi Eda Yüksel Özkan ve tüm koro üyelerinin seslendirdikleri türkü ve şarkılar etkinliklerimizin çeşitlenmesine, zenginleşmesine, devam etmesine olağanüstü katkı sağladı. Onların varlığı olmaksızın grubumuzun gelişmesi de söz konusu olmayacaktı. Varlıklarıyla gerçekleştirdiğimiz etkinliklere katılarak grubumuzun ete kemiğe bürünmesine katkı sağlayan Bonn'da Türk Kültürü'nün tüm üyelerine ve diğer katılımcılara sonsuz teşekkürler.
Bonn'da Türk Kültürü dinamiklerini grubu oluşturan üyelerin yaratıcı ve özgür düşüncelerini harekete geçirerek sağladı. Fakat göreve başladığım ilk günden itibaren Köln Başkonsolosumuz Mustafa Kemal Basa ve halefi Hüseyin Emre Engin, Köln Başkonsolosluğu Yardımcısı Ayşe Sezen ve Eğitim Ateşesi Prof. Dr. Mustafa Gençer ve konsolosluğumuzun kültürel konularla ilgili birimlerinin sınırsız desteğiyle güvenine güven, gücüne güç kattı.
Bonn'da Türk Kültürü adı altında gerçekleştirdiğimiz edebiyat günlerinde sunum yapan arkadaşlarımız ve konuları aşağıda listelenmiştir. Yılmaz Eryiğit'in Bonn Şehir Kütüphanesinde hafta sonunda Türk gençleriyle sürdürdüğü Türkçe kitap okuma, anlama ve anlatma etkinliği Avrupa'da yaşayan Türk çocukları için bir ekol olabilecek kalitede devam etmektedir.
Selçuk Taşdöşemeci: "Nazım Hikmet", "Necip Fazıl Kısakürek", "Sarıkamış Destanı" ve "Çanakkla Savaşları"
Yılmaz Eryiğit: "Nasreddin Hoca ile Nietzsche'nin Serancamı" ve "Medeniyetler Çatışması"
Fahrettin Gökgöz:"Hacivat ve Karagöz" ve "Ahmet Yesevi"
Bahadır Gizlici: "Şiir, Şuur ve Söylev Üzerine"
Faik Salgar: "Almanya'da Bireysellik"
Yücel Feyzioğlu: "Türk Dünyası Masalları"
Refika Özgündüz: "Karapapaklar"
Türk Müziği Korosu Şefi Eda Yüksel Özkan ve tüm koro üyelerinin şiir okuduğu, fıkra anlattığı, solo ve koro türküler söylediği "Türkülerle, Şiirlerle, Fıkralarla Türk Kültürü Akşamı"
Yavuz Kürkçü: "Orhan Veli"
Baker Schwani: "Yaşar Kemal"
Sultan Tuncer: "Geleneklerimiz ve Kökenleri"
Dr. Serpil Öncüer:"Sait Faik Abasıyanık"
Sevgi Zenginol:"11 Ayın Sultanı Ramazan"
Fazlı Erbaş: "Destanlarımız"
Muhsin Saylan: "Şirazi"
Nevin Kutlu: "Gün Olur Asra Bedel"
Kerem Aslan: "Felsefe Nedir? Bizde Var Mıdır?"
Prof. Dr. Mustafa Gençer: "Çanakkale Destanı"
Hüseyin Kahramanlar: "Mehmet Akif Ersoy", "Mimar Sinan'ın Sanatçı Kişiliği", "Elif Şafak, Aşk" ve "Mevlana'da Hakk'a, Aşka ve Evrensel Barışa Erişim Yolu"
Mevlana ve Evrensel Barış
Yeryüzünde Tanrı'yı temsil ettiklerini iddia edenlerin hunharca cinayetler işlediklerine, şehirleri ateşe verdiklerine, yakıp yıktıklarına, tahta çıkabilmek uğruna önüne çıkan kadın, çocuk, ihtiyar demeden herkesi, hatta kardeşlerini bile katlettiklerine tanıklık eden Mevlana, dünyayı farklı dinlere, mezheplere, yaşam tarzlarına sahip insanların katledildiği, (294, DK1) kan ve göz yaşının sel olup aktığı, katliamlardan dolayı insanların inim inim inlediği, (87, DK1) yol kesmenin, adam öldürmenin, cinayetlerin kol gezdiği, (2817, DK6) haksızlıkların, kötülüklerin gündelik yaşamı belirlediği bir mekân olarak tanımlar. (331, DK1)
Mevlana'nın eseri Mesnevi'nin I. Cildinin daha ilk beyitlerinde kamışlığından, yaşam alanından, yaşamından, özünden kopartılarak bir nesneye, cansız bir varlığa dönüştürülen ney, tüm insanların barış içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek Tanrı inancı, gerçek amaçlarından uzaklaştırıldığından, katliam üreten din yorumlarına dönüştürüldüğünden dolayı çıkartılan savaşlarda, kendisi gibi yaşamından, özünden kopartılan, bedenleri delik deşik, organları paramparça edilerek yaşamları harap olan kadınlarla, erkeklerle, çocuklarla, ihtiyarlarla kendini özdeşleştirmekte, geride kalanların dertlerine çare olabilecek, evrensel barışı inşa edebilecek bir Tanrı yorumu dile getirememenin üzüntüsüyle adeta feryat etmekte, haykırmaktadır. "Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… Herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım. Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar." (1-4, M1)
Ney, toplumları birbirine karşı kışkırtmaya, kendinden olmayanı düşman olarak yaftalamaya, sonra da onları katletmeye indirgenen din yorumlarının neden olduğu "kanla dolu yoldan" bahsederken, katliamların nedenlerini aşıkların bakış açısıyla inceleyerek, kanla dolu yolları aşk yoluna dönüştürebilecek nağmelerle, sözlerle, hiç kimsenin değil dile, aklına bile getirmeye cesaret edemeyeceği, evrensel barış ve hoşgörü düşüncesini inşa etme niyetine girer. "Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki, şarabın içine düşmüştür. Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı. ... Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir." (10-13, M1)
Mesnevi'nin I.Cildinin ilk satırlarında neye yanık yanık ses verdiren, onu ağlattıran, inlettiren Mevlana, son cildinde Tanrı inancının katliamların bir gerekçesi olarak kullanılamayacağını dile getirebilmenin, dini, dili, mezhebi farklı insanların bir arada barış ve refah içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek bir düşünce sistemi inşa edebilmenin gururunu, sevincini, özgüvenini yansıtmaktadır. "Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur." (1528,M6)
Toplumsal Yapılar Tasarımdır
Tanrı’nın evreni ve yaşamı oluşturacak yasaları ve varlıkları önceden tasarladığını, sonra da dağları, gökleri, balıkları, denizleri, güneşi, ayı, yağmuru, göğü, evreni yarattığını, yaşamın da bu tasarıma göre gerçekleştiğini belirten Mevlana, "Âlemde her hünerin fikirle kaim olduğunu, evlerin, köşklerin, şehirlerin, dağların, sahraların, nehirlerin hep onda meydana geldiğini, denizdeki balığın denizin vücuduyla yaşadığı gibi yerin de, denizin de, güneşin de, göğün de fikirle diri bulunduğunu mademki görmektesin." (1034-1036, M2) yaşamı oluşturan ve sürdüren düşünceyi, Tanrı Aklını, tüm insanlar ve toplumlar için gündelik ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan çareleri, yöntemleri bulma, "Arayanlar için bu gök kubbenin altında bir adettir kodu, sebepler ve yollar yarattı." (1543, M5) evleri, sokakları, şehirleri, toplumsal koşulları, devlet yapısını oluşturma konusunda başvurulabilecek en önemli kaynak olarak değerlendirir. "Önceki fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil." (970, M2)
Toplumsal koşullar, şehirler, evler oluşmadan önce de tasarlanmış, sonradan ete kemiğe bürünmüştür. Mühendis evin planını çizmeden önce, inşaat malzemeleri de, ustalar da, işçiler de ortalıkta yoktur. Ev de. Mühendisin hayalinde sadece yapmayı tasarladığı bina vardır. Binanın tasarımından sonra, malzemeler inşaat alanına gelmeye, ustalar ve işçiler çalışmaya başlar. İşçiler, ustalar binanın oluşmasını sağlayacak taşları, tuğlaları araç olarak kullanırken, mimarın aracı olan düşüncenin hiçbir şekli yoktur. Evin oluşumunu, şekillenmesini başlatan, yürüten, sona erdiren, işçilere yol gösteren güç, tasarımdan önce hiçbir şekli olmayan mimarın düşüncesidir, hayalidir. "Her yurdun duvar tavan ve sair suretlerini mimarın düşüncesinin gölgesi bil. Düşünce zamanında taş, tahta ve kerpiç meydanda değildir ama bu, böyledir. Dilediği gibi iş yapan suretsizliktir. Suret, onun elinde bir alete benzer." (3740-3742, M6)
Toplumların oluşmasına, bir arada yaşamasına, geleceğini şekillendirmesine katkı sağlayan da, tarih sahnesinden silinmesine neden olan da, zaman ve mekân sınırlarına hapsolmayan bilgidir. "Her hünerin aslı, esası, hayâlden, arazdan, düşünceden başka nedir ki? Dünyanın bütün cüzilerine, fakat garazsızca bak; arazdan başka bir şeyden meydana gelmemiştir." (969-970, M2) Toplumların barış ve refah içinde mi yaşayacağını, yoksa devlet zaafiyetinin beraberinde getireceği dinsel, mezhepsel, toplumsal, ulusal kargaşalarla, çatışmalarla mı karşı karşıya kalacağını, "Padişahın cismi, surette birdir ama yüz binlerce asker, arkasından koşar. Fakat o tertemiz padişahın şekli ve sureti de gizli bir fikre mahkûmdur. Gör ki bu sayısız halk, bir tefekkür yüzünden yeryüzünde akıp giden sel gibidir." (1030-1032, M5) savaşların galibiyetle mi, yenilgiyle mi sona ereceğini, hem devletin etkin kademelerinde görev üstlenen yöneticilerin devleti kuran düşünceyi yorumlayış biçimi, hem de bu düşüncenin kendisi belirlemektedir. "Padişahın, yahut ordunun gönlündeki hayal gibi. O hayal de hayaldir ama savaşta düşmanları mahveder." (3396, M5)
Katliamların Nedeni Dayatmacı Anlayıştır
Yaşanan katliamlar, toplumların bilgilenmeye gereken değeri vermemesinden, toplumsal koşulların maddi değerlere göre şekillenmesinden, "Gül bahçesinin kapısını kendimize kapatmışızdır da onun için bu iki üç demete zebun olmuşuzdur. Yazıklar olsun, öyle bir bahçenin anahtarları, ekmek yüzünden elimizden düşüp gidiyor." (4652-4653, M6) bütün sözlerin, hikâyelerin, mal, mülk, şan ve şöhret edinenleri kutsamalarından,"Çünkü Âdemoğullarının bütün sözleri, suya, ekmeğe, şana, şerefe ait."(3268, M3) toplumun tüm kesimlerine ait insanların din adına konuşma yetkisini kendilerinde görmelerinden, birbirlerine selam verirken bile, bireysel çıkarlarından başka önceliklerinin bulunmamasından, toplumsal sorunlara gereken ilgiyi göstermemelerinden kaynaklanmaktadır. "Ey din ulusu, bir selâm bile duymazsın ki selâm veren, sonunda yenini, yakanı yakalamasın. Kardeş, ben halkın ileri gelenlerinden de, geri kalanlarından da tamahsız bir selâm bile işitmedim vesselâm!"(3358-3359, M3)
Devlet aygıtı toplumsal koşulların kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirebilmek amacıyla, toplumun dinsel, mezhepsel, ulusal inançlarını, duygularını yönlendirmeyi, halkı uyutarak iktidarlarını sürdürmeyi başarmışlardır. "Babacığım sebep ve vasıtalar. Bir zamancağız gaflet devri yürüyüp gitsin diye ana yolun üstünde toplanmış bir hayalden başka bir şey değildir."(1554-1555, M5) Yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet eden toplumsal koşulları ayakta tutan düşünceler ve eylemler doğru-yanlış, sevap-günah gibi kavramlarla desteklenerek gündemde kalması, gündemi belirlemesi, toplumu yönlendirmesi sağlanmakta,"Her hayır ve şer, sebebini yaratandan gelir." (1554, M5) toplumsal yapıların sorgulanmasına izin verilmemekte, "Olan seylerin pek çoğu o adete göre olagelir." (1544, M5) eleştirel düşüncenin dile getirilmesi uygulanan yaptırımlarla, kesilen cezalarla engellenmekte, toplumsal koşulları oluşturan yöneticilerin düşünceleri ve yaşam tarzları topluma model olarak sunulmakta, toplumsal saygınlıklarının güçlenmesine katkı sağlamakta, toplum tarafından yeniden üretilmesine, meşruiyetini gelenek ve göreneklerden alarak daha da sağlamlaşmasına hizmet etmektedir. "Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır." (2800, M1)
Aydınlanmacı dünya görüşünün, özgür düşüncenin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinin, kendi iktidarlarının sona ermesine yol açacağının bilincinde olan padişahlar, insan kanından beslenen savaş çığırtkanlarını yönetimin etkin kademelerinde görevlendirmekte, "hizmetten çekinenler de zincirlerle bağlanmış, bukağılarına vurulmuş! Zalimler, Şeytan'ın iğvasıyle zulmederler, zalimlerin zulmünün aslı Şeytan'dan gelir… Şeytan, bağlarla bağlanmış, zincirlere vurulmuşken nasıl olup da zulümde bulunabilir?" (4636-4638, M3) toplumun zulme, haksızlıklara karşı direnmesine düşünceleriyle katkı sağlayabilecek aydınları zindanlarda yaşamaya mahkum ederek onların düşüncelerini dile getirmelerine fırsat vermemekte, "Bizim zamanımızda zalim nerede? Şaşılacak şey… nasıl oluyor da hapsedilmemiş, nasıl oluyor da bizim zindanımızda değil? Bak, şeytanlar, bizim için çalışmada, kazanmada, bize hizmet etmede" (4634-4635, M3) aydınları katlederek toplumların aydınlanmasını engellemekte, toplumlar arasında gerginlikleri tırmandırarak düşmanlık ve nefret duygularını körükleyerek savaşların çıkmasına neden olmaktadır. "Öğütçüler, onlara öğüt verdiler, kötülüklerine, küfürlerine mâni olmaya çalıştılar. Fakat onlar öğütçülerin kanlarına kastediyorlar, kötülük ve kâfirlik tohumu ekiyorlardı." (378-379, M3)
Hak ve hakikati halka şiddet kullanmadan anlatmayı amaçlayan peygamberlerin de benzer yaptırımlarla karşı karşıya kaldıklarının altını çizen Mevlana, dile getirdiği düşüncelerin halk arasında yaygınlaşmaya başlamasıyla ülkesini yönetemeyecek durumda kalan Firavun tarafından büyücülükle suçlanan Musa peygamberin, dağları bile yerinden oynatabilecek güce sahip Tanrı inancının toplumsal yapıları temelinden sarsmasının olağan karşılanması, bunun büyücülükle, sihirbazlıkla karıştırılmaması gerektiğini aktardığını belirtir. "Firavun dedi ki: 'Pek usta bir büyücüsün... bu ülkeye bir ikiliktir saldın. Gönlü bir olan halkı iki bölüğe ayırdın... öyledir; büyücülük, dağa, taşa bile tesir eder... onları bile yarar, yıkar. 'Musa şöyle cevap verdi: 'Ben, Tanrı emirlerine gark olmuşum... hiç Tanrı adı ile büyücülük görülmüş şey midir? Büyücülüğün temeli gaflettir, kafirliktir... halbuki Musa'nın canı, din meşalesidir. A çirkin, ben büyücülere benzer miyim? Nefesine Mesih bile haset etmededir benim. A cenabet, benim nerem büyücülere benzer? Kitaplar, canımda nurlanır, ışıklanır." (2360-2365, M4) Eserlerinde anlattığı hikâyelerin toplumun beğenisini kazanmasından, toplumu aydınlatmasından, iktidarlarının ellerinden kayıp gideceğinden korkuya kapılan yöneticiler de, Mevlana'nın düşüncelerinin yayılmasını engellemek, onu yazmaktan vazgeçirmek amacıyla, eli silahlı adamlarıyla kendisine her türlü yaptırımı, zorbalığı uygulamaktan geri kalmamışlardır. "Yazıklar olsun ki, yol kesiciler oturmuşlar, dilime yüzlerce düğüm vurmuşlardır!" (334, M4)
Kendi dinlerini, mezheplerini hakikat, ötekilerininkini batıl olarak niteleyen tek tipçi, dayatmacı anlayış, ayrımcılığa, dolaylı olarak da katliamlara yol açmaktadır. Dinsel, ırksal, mezhepsel aidiyetlerini önceleyen, "Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de! İblis'in illeti "Ben, Âdem'den hayırlıyım" demesiydi." (3215-3216, M1) toplumsal sorunların çözümünde zorbalıktan başka yöntem tanımayan, "Silâhla bilgisizlik bir araya gelince Firavun, sitemle bütün dünyayı yakar yandırır." (4723, M6) otoritesini bilgisiyle değil, eleştirel düşünceleri dile getirenleri yıldırmak amacıyla gerektiğinde yok etmekten çekinmeyen, "Bilgisizlere, geçtikleri mevkiin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz! Çünkü ayıbı gizliyken meydan bulur da yılanı, delikten çıkar, sahralara uğrar!" (1441-1442, M4) toplumun onayına başvurmadan kararlar alan, "Cahil kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar!" (1443, M4) bireysel çıkarlarından, saltanatlarını sürdürmekten başka öncelikleri olmayan yöneticilerin ülkelerinde, toplumların büyük acılarla karşı karşıya kalmalarının, "Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider." (1029, M2) komşu ülkelere savaş ilan etmelerinin, onları katletmelerinin, komşu ülkeler tarafından saldırıya uğramalarının, kendi vatandaşlarının kötü yönetimin beraberinde getirdiği felaketlerden dolayı inim inim inlemelerinin, "Bilgisizlik, akılda bir taassuptur ki buna tutulanların şehirlerinde kargalar şom, şom bağırışırlar, yerleri, yurtları harabeye döner. Onlar mazlûmlar için kuyu kazdılar ama kazdıkları kuyuya kendileri düştüler, ah etmeye başladılar. Yusufların derilerini yüzdüler, fakat kendi yaptıklarını birer birer buldular." (395-397, M3) cinayetlerin toplumsal yaşamı belirlemesinin, toplumu oluşturan bireylerin özgür olduğu yanılgısına kapılmalarının, fakat köleliğe razı olmalarının, "İşte şimdilik hepimiz de hendeğe düştük. Savaşsız kazalara uğradık, öldürdük. Kendi aklımıza güvendik, fikrimize dayandık da bu tehlikeye çattık. İnce hastalığa tutulan, kendisini nasıl sağlam sanırsa biz de tıpkı onun gibi kendimizi sağlam sandık, hür zannettik." (3780-3782, M6) eli silahlı çetelerin geniş halk kitlelerini baskı altında tutmalarının, halkın fakirliğin pençesinden kurtulamamasının, yurdun dört bir tarafının yanmış, yıkılmış olmasının, devlet otoritesinin kaybolmasının, "Hüküm, bir sapığın eline geçti mi onu mevki sanır ama hakikatte kuyuya düşmüş demektir! Yol bilmez, kılavuzluk etmeye kalkışır... kötü ruhu, cihanı yakar, yandırır! Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye girişirse ardına düşenler, devletsizlik gulyabanisine çatarlar!" (1446-1449, M4) halkın geçimini üreterek değil, birbirlerini sömürerek, yol keserek, soygun yaparak, cinayet işleyerek, diğerlerinin malını, mülkünü gasp ederek temin etmesinin, yoksulluğun pençesinde kalmasının birincil nedeni savaşlar değil, bireylerin ve toplumun aydınlanabileceği iletişim ortamların kurulamamasının doğal sonucudur."Arabın iftiharı, savaş ve ihsanıdır... Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş! İhsan nerde? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarını sokup kanını emmekteyiz. Hele bize misafir gelsin.. geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!" (2260-2263, M1)
Düşüncelerin özgürce dile getirilebildiği iletişim ortamlarında üretilen bilginin, bireysel ve toplumsal refaha, huzur ve güven içinde yaşanabilecek toplumsal koşulların oluşmasına katkı sağladığının, dayatmacı anlayışın hüküm sürdüğü koşullarda edinilen bilginin, bireysel ve toplumsal felaketlere neden olduğunun farkına varılmadığı, "Hem sapıklık bilgiden olur, hem doğru yolu buluş... nitekim acı da rutubetten hâsıl olur, tatlı da! ... hastalık da iyi gıdadan olur, kuvvet de!" (3010, M4) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları katletmenin Tanrı buyruğu olduğuna inanıldığı, bireysel ve toplumsal hak olarak meşrulaştığı, toplumsal koşulların sorgulanabileceği, toplumsal aydınlanmanın gerçekleşebileceği iletişim ortamlarının oluşturulamadığı, "Elle ayağa kılavuzluk eden gözdür... basılacak tutulacak yeri de o görür, basılmayacak tutulmayacak yeri de o!.. yay kötü oldu mu ok eğri gider!" (3403-3406, M4) halkın kendisini Hak yolunda yürüdüğünü zannettiği, fakat gerçekte bir avuç yöneticinin çıkarlarına hizmet ettiğinin farkında olmadığı toplumlarda,"Şu halde hakikatte herkesin taptığı Hak'tır. Çünkü yollara gidenler zevk için giderler suretsizliğe doğru yürürler. Ama bazıları yüzlerini kuyruğa tutmuşlardır. Baş, asıldır ama başı kaybetmişlerdir onlar. Baş, bu sapıklar tarafından kaybedilmiştir. Fakat baş, kuyruk yolundan başlık eder. O, baştan imdat görür, bu kuyruktan. Bir tayfa vardır ki onlar başı da kaybetmişlerdir, kuyruğu da. Hepsi ve her şey kayboldu mu hepsini ve her şeyi bulurlar. Her varlığı her sureti yok etme yolundan, külle koşup ulaşırlar." (3755-3759, M6) halkın bir katliamdan kurtulmadan, diğerleriyle karşı karşıya kalması, daha beterlerine dört nala koşması olağan olarak değerlendirilmelidir. "Biz bilemedik, affet; saçma sapan, uluorta hayli söylendik. Körcesine sopa sallamaktayız, elbette kandilleri kırarız." (433-434, M2)
Tanrı'nın yüceliğini anlatmak, kanıtlamak adına çıkartılan savaşların arka planında güç ve çıkar çatışmalarının yattığını saptayan Mevlana, padişahları iktidara gelmek, iktidarda kalabilmek için akrabalarını, kardeşlerini, babalarını bile sudan bahanelerle katledebilecek derecede gözü dönen, "Padişahlara baksana. Haset yüzünden ordu çekip akrabalarını öldürüyorlar. Pislikle dolu düzenbaz aşılar, birbirlerinin kanına, canına kastediyorlar."(1203, M5) kendisini bile sevemeyen, saltanat sürmesine zararı dokunabilecek endişesiyle tüm insanları gözünü bile kırpmadan yok etmeyi hüner bilen, "Bir sofranın çevresine yüz tane adam oturur, yer. Fakat baş olmak isteyen iki adam dünyaya sığamaz...Hatta padişah padişahlığıma ortak olur diye babasını bile öldürür... Çünkü, saltanat kısırdır, onun oğlu yoktur. Ateş gibi kimseyle dostluğu olamaz. Kimi bulursa yakar, yırtar. Kimseyi bulamazsa kendi kendisini yer." (525-530, M5) savaşlardan elde ettikleri ganimetlerle iktidarlarını pekiştirmekten başka amacı olmayan, hem kendi hem de etrafındakilerinin yaşamını cehenneme çevirmekten çekinmeyen, "Çirkin huyundan başkalarını zarara soktuğundan başkalarına mazarrat verdiğinden gafilsen hiç olmazsa kendi yaraladığını bilirsin ya. Sen hem kendine azapsın, hem başkalarına! " (1243-1244, M2) Tanrı'nın (Şeyh'in) yüceliğini tüm canlı ve cansız varlıkları inceleyerek kavranabileceğini anlamayan, "Kâfir kimdir? Şeyhin imanından gafil olan. Ölü kimdir? Şeyhin canından haberdar olmayan! "(3325, M2) sahip olduğu vatan topraklarını genişletebilmek amacıyla insanları kılıçtan geçiren, "Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun... Ebedî kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki?"(3926-3927, M5) büyük padişah olmak amacıyla savaşlar çıkarmanın ne Hak ne de halk nezdinde hiçbir değer ifade etmediğinin farkında olmayan, "Yücelikle başlar kıran kişiye ne Tanrı'nın merhameti nasip olur, ne halkın!"(1858, M4) yeryüzünde Tanrı'yı sadece kendisinin temsil ettiğini düşünecek kadar bencilliğine düşkün, "Ululuk, ululuk ıssı Allah'ın elbisesidir. Kim onu giymeye kalkışırsa vebale girer." (533, M5) çıkarttığı savaşlar nedeniyle geride bir yığın mağdur bırakan, toplumları sefalet içinde yaşatan, "Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.... Cebir ise nimeti elinden çıkarır." (938-939, M1) ebediyete kadar iktidarda kalabileceğini düşünecek, ölümlü olduğunu unutacak derecede güç sarhoşluğuna kapılan, "Mevki sahibi, mevkii yüzünden Allahlıktan dem vurur. Allah ile ortak olmayı tamah eder, nasıl af edilebilir?"(519,M5) mal, şan, şöhret ve mevki peşinde koşmaktan başka amacı olmayan, "Kâfir, daima mal ve mevki arar." (1947, M5) halkına çektirmedik işkence, yaşatmadık acı bırakmayan, "Kimdir o zalim ki ululuk satarak sana zulmetti, yüzünü, gözünü tırmaladı?" (4634, M3) geniş topraklara sahip olduğu için kendini bütün insanlardan üstün gören, "Yücelik, Tanrı'ya şirk koşmadır!" (2765, M4) toplum tarafından hiç sevilmeyen, şeytan, "Şeytanlık lügatta baş çekmedir. Bu sıfat lanete layıktır."(525, M5) dindar görünüp aslında Tanrı'ya hiç inanmayan güç sapkınları, kafirler olarak değerlendirir. "O, kendisini sever, kâfirdir. Çünkü büyük Güneşi men eder durur. Şu halde taşın 'ben' demesi yaraşır bir şey değil."(2033-2034, M5)
Cihat Söylemi
Aydınların halkı gelecekte büyük felaketlerle karşı karşıya kalacağını uyarmalarına rağmen, halkın kılını bile kımıldatmadan büyük bir pişkinlikle görevlerini yerine getirmedikleri gerekçesiyle aydınları suçlaması, sorunlarını onların ya da devletin çözmesini beklemesi, bireysel sorumluluk almaya yanaşmaması, "Âdeta ardından bir yılan gidiyor; birisi de damdan görüp haber veriyor. Ona sus, beni dertlendirme, bana keder verme diyorsun. Adamcağız, peki benden günah gitti diyor. Fakat yılan seni boynundan sokunca bütün neşen zehir kesilir de o adama, 'Be adam mademki iş böyleydi, neden yenini yakanı yırtarak feryat etmedin? Yahut yukardan tepeme bir taş atıp bana işin ciddiyetini, işin vehametini bildirmedin?'dersin." (2970-2974, M3) hayatta karnını doyurmaktan, mal mülk edinmekten başka amacının olmaması, gelecek ile ilgili hiçbir kaygı taşımaması, "Halk, aklı ermeyenler, yarasa tabiatındadırlar. Onlar geçici şeylere başvururlar, kendileri gibi her şeyleri gelgeçtir." (3411, M6) yaşamını sürdürmek adına egemen sınıfın buyruklarına boyun eğmesi, mal, mülk ve şöhrete sahip insanlara taparcasına inanması, onların düşüncelerini sorgulamadan körü körüne kanması, "Halk geçici mal ve beden uğruna hasetten yanıp duruyor." (1201, M5) toplumların kaderini belirleyen asıl gücün düşünce olduğundan haberdar olmaması, "Kim onun mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da o saçma sapan heriflerin secdelerine kandı. ... Halkın mal sahibini büyük sayması, ona secde etmesiyse ejderhadır âdeta."(780-782, M3) katliamları tetikleyen düzeneğin kıvılcımını ateşleyen en önemli etkendir. "Halk, o düşünceyi küçük ve ehemmiyetsiz görür ama sel gibi cihanı suya boğar, alıp götürür." (1034, M2)
Hikâyelerin, masalların, sanat eserlerinin Hakk'ı kâfir, kâfiri Hak, meleği şeytan, şeytanı melek, bilgini düşman, düşmanı bilgin gösterebilecek güce sahip olduğunun bilincinde olan, "Sihir, bazen sanatla samanı dağ gösterir… bazen dağı saman! Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri, çirkin bir şekle sokar. Sihrin hali budur; afsunlar, üfürür, her an hakikatleri başka bir şekle çevirir. Bir an gelir, insanı eşek gösterir… bir an gelir eşeği şaşılacak bir adam şekline bürür! İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir. Vesveselerde daimî bir sihir kudreti vardır!" (4070-4074, M3) kan emmekten, insanların bedenini delik deşik etmekten, "Eğri gider, geceleri görmez, çirkindir, zehirlidir... işi gücü, temiz bedenleri dalamak, sokmaktır!"(1431, M4) insan bedeninden güç devşirmekten, "Ey gafil! Sen nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur!"(1603, M1) iktidarlarını, şan ve şöhretlerini sürdürmekten başka amacı olmayan padişahlar, "Zâlimlerin malları gibi hani. Dışarıdan güzel görünür ama hakikatte mazlûm kanıdır, vebalidir." (1055, M6) Hak ve hakikati aramayı, toplumu aydınlatmayı, toplumun refah ve huzur içinde yaşamasına katkı sağlamayı aklından bile geçirmeyen, sadece toplumsal saygınlıklarının peşinden giden, toplumun sırtından geçinmekten başka bir önceliği olmayan emrindeki yalancı şeyhler ile birlikte,"Bu çeşit şeyh, gözü akan ve görmeyen kişiye benzer. Gözüne ilâç çeker ama zararlı ilâçtan başka bir şey çekemez ki." (2268-2269, M1) bireysel çıkarlarını sürdürmeye hizmet eden düşünceleri peygamberlere, din bilginlerine, devlet yöneticilerine ait alıntılarla, fikirlerle süsleyerek gerçek amaçlarını gizlemeye, kendilerinin yeryüzünde Tanrı'nın temsilcisi oldukları safsatasıyla halkı uyutmaya, "Görünüşümüz dâvacı adamların içi gibi gönlü kapkara, fakat dili şâşaalı! Tanrı'dan onda ne bir koku var, ne bir eser. Fakat dâvası Şit'ten de ileri, Âdem'den de! Hattâ ona, Şeytan bile kendisini göstermez. Böyle olduğu halde o 'Biz Abdallardanız, hattâ daha ileriyiz' der durur. Kendisini adam sansınlar diye dervişlerin bir hayli sözünü çalmış çırpmıştır. Söz söylerken lâfı Bayezid'den ziyade inceler, onu bile kusurlu bulur. Halbuki onun içyüzünden Yezid arlanır." (2271-2275, M1) toplumun dinsel ve mezhepsel duygularını araçsallaştırarak halkı diğer dinlere ve mezheplere karşı kışkırtmaya yarayan, dinleri, ırkları, mezhepleri farklı insanları katletmenin Tanrı buyruğu, kafirlere(!) karşı yapılan savaşlarda ölenlerin şehit, yaralı dönenlerin gazi olacağını iddia eden cihat söylemini dolaşımda tutarlar. "Onlar da onun başına toplanırlar. Nimet ve ihsan istedikçe yalancı şeyh 'Yarın' der. Fakat bir türlü o yarın gelip çatmaz." (2279, M1)
Dini, dili, mezhebi farklı insanların kafir olarak yorumlanmasına neden olan, "Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur." (2364, M1) sınırın öte tarafındakilerle beri tarafındakiler arasında küçümseyici, aşağılayıcı, suçlayıcı ifadelerle görünmez, fakat bir o kadar da geçit vermez surlar inşa ederek toplumlar arasında iletişimi ortadan kaldıran, önüne kattığını bünyesine alarak, çığ gibi büyüyerek kontrol edilemeyecek güce erişebilen, "Nereye gitsen de orada birbirlerinin sırlarını açan iki düşmanı savaşır görsen; O anı, anılıp söylenen mahşer bil. O sır söyleyen boğazı da sur say." (1668-1669, M6) halkın savaşlara gönüllü olarak katılmasına, bedenlerin paramparça edilmesine neden olan ayrımcılık ve nefret pompalayan düşmanlık söyleminin, "Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar, ikilikten meydana çıkıyor." (3013, M1) bir avuç insanın çıkarlarına hizmet eden en önemli araç olduğundan, halkın haberi yoktur. "Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var ki bunları görmüyor." (1990, M3)
Kafirlere karşı savaşlara gönüllü olarak katılanları öven kahramanlık türküleriyle dinsel ve mezhepsel duyguları okşanarak galeyana getirilen, dini ve vatanı için bedenlerini gönüllü olarak feda etmesi gerektiğine inandırılan halk, "Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler. Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir ey oğul! Tiryak, sana "Gel, beni kendine siper et… ben, sana zehirden daha yakınım." (4075-4077, M3) savaşları kazanan padişahlara, komutanlara Tanrı'nın askerleri olarak övgüler yağdıran hikâyeleri, şarkıları, türküleri ve masalları dinleyerek, anlatarak onların kahramanlaştırılmasına, toplumlar arasında düşmanlık ve nefret duygusunun çoğalmasına, gelecek kuşaklara aktarılmasına, cihat söyleminin dolaşımda kalmasına aracılık etmekle, zalimlerin saltanatta kalmalarına, saltanatlarını sürdürmelerine neden olmakla, eli kanlıların işbirlikçisi, hatta ta kendisidir. "Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır. Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder." (1596-1597, M1)
Halkın toplumsal değerleri sorgulayabilecek durumda olmamasının, katliamlara direnebilme cesareti gösterememesinin, "Halkın gözünü, ancak sebepler bağlar." (2314, M6) güç çatışmalarının arkasında oynanan kirli oyunları görememesinin, savaşların sadece bir avuç insanın çıkarlarına hizmet ettiğinin, tuzağa düşürüldüğünün farkında olamamasının, çıkartılan din savaşlarının Tanrı buyruğu olduğuna inanma eğiliminden kurtulamamasının, en ön saflarda savaşa katılmaya gönüllü olmasının en önemli nedeni, "Sebeplerden dışarı ne sırlar, ne şaşılacak şeyler var! Bu yüzdendir ki, dünyada olup biten işlerde, yalnız sebepleri gören, sebeplere takılıp kalan kişinin gözü perdelidir, kapalıdır." (617, DK2) devleti yönetenlerin özgürce dile getirilen düşüncelerin toplumsal yapıyı yıkacağını ileri sürerek aydınları zindanlarda süründürme, hatta onları katletme, komşu ülkelere savaş ilan etme hakkına sahip olmasını meşru gören, gösteren, topluma zorbalıkla, yaptırımlarla, cezalarla kabul ettirilen, tartışılmasına, sorgulanmasına asla izin verilmeyen devleti kuran düşünce sistemini, halkın Tanrı inancı olarak yorumlamaktan başka çaresinin kalmamasıdır. "Halkı tuzağa düşürmek için putu övmeyi 'Onlar ak ve yüce kuşlardır' sözü gibi say."(1529, M6)
Fakat halkın korkuları, endişeleri, kaygıları nedeniyle sadece gününü kurtarmaya odaklanması, nefes alıp vermeye bile şükretmesi, hayatta kalmayı adeta bir marifet olarak değerlendirmesi, geleceğini tehdit edebilecek tehlikelerden haberdar olmaması, toplumsal refahın, huzurun, güvenliğin sağlanamamasının beraberinde getireceği sorunlarla, felaketlerle, katliamlarla karşı karşıya kalmasını engellemeyecektir. "Hepsi ona bağırarak dediler ki: 'Sebep tohumlarını eken o harisler…' Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamane menfaatlerinden mahrum kaldılar?" (948-949, M1)
Tanrı yolunda yürüdüğünü zanneden, fakat bedenini bir avuç yönetici uğruna feda ettiğinin farkında olmayan, kafirlere karşı yapıldığı iddia edilen savaşlara gönüllü olarak katılmaktan başka seçeneği kalmayan halk, öldükten sonra cennete gideceğine inanmakla, savaşlarda binlerce insanın yaralandığına, organlarını kaybettiğine, öldüğüne tanık olacak, Tanrı tarafından yaratılan insanları ya öldürecek, ya kendisi ölecek, dünyada cehennemi yaşayacaktır. "Bunlar insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lâfına pek kulak asma! Şeytan'ın ağzından çıkan "Lâhavle"ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytan'ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa, O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslâm yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir." (251-255, M2)
Katılımcı Toplumsal Yapı
Kendi iktidarlarını tehlikeye sokabileceği gerekçesiyle çıkarlarına uymayan düşüncelerin kamusal alanda dile getirilmesine tahammül edemeyen, buyruklarına uymayanları katletmekten başka yol ve yöntem bilmeyen padişahların asıl görevleri, küçük bir hatalarından dolayı insanları gereksiz yere cezalandırmak, asılmasına karar vermek, şan ve şöhretini, gücünü arttırmaya hizmet eden savaşlarda dini, vatanı, mezhebi için halkın ölmesini emretmek değil, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları Tanrı'nın kulu olarak görmek, "Padişahın Allah huyuyla huylanması gerektir. Allah'ın rahmeti, gazabından artıktır. Şeytan gibi gazabının üstün olması gerekmez, öyle olursa hile yüzünden lüzum yokken kan döker! "(2436-2437, M4) halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak, huzur, güven ve refah içinde yaşamasını sağlamak, "fakat halka göre elbise vermekle darağacına çekmek, nasıl olur da bir olur?" (7.Bölüm, F) yaşadıkları sorunlar karşısında gelecekten ümidini kesenlerin, karamsarlığa kapılanların, hor görülenlerin, "Kalpleri kırılmış, gamlara düşmüş kişilere dost olalım. Onların gamlarını paylaşalım. Hor görülenleri, toprağa düşenleri, ayak altında ezilenleri gül bahçesi haline getirelim. Biz, dünyaya bunun için gelmişiz." (1762, DK4) şehirleri, evleri, barkları yıkılanların, evlatlarını, eşlerini, çocuklarını, yakınlarını kaybedenlerin, yoksulların sorunlarına çare üretebilecek, "Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey." (1. Bölüm, F) çaresizce ve ümitsizce ellerini semaya açmalarına gerek kalmayacak, dara düşenlerin imdadına yetişebilecek, yaşama tutunmalarına katkı sağlayabilecek toplumsal yapılar ve kurumlar oluşturmaktır."Tanrı, bize padişahlığı; halk göklere el açıp ağlamasın diye verdi. Ah ve feryatların yücelere çıkmasın, gök yüzüyle süha yıldızı ıstıraba düşmesin. Arş yetim feryadıyla titremesin, hiç kimse sitemle perişan olmasın diye bize saltanat ihsan etti. Göklere 'Yarabbi' sesi çıkmasın diye ülkelerde yol yordam olarak bu adaleti, bu ihsan kaidesini bir kanun haline getirdik. Ey mazlûm gökyüzüne bakma… zamanede gök gibi ihsan ve feyz sahibi bir padişahın var' dedi." (4639-4642, M3)
Yöneticilerin karar alma aşamalarında kamuoyu desteğini arkalarına almalarının, kendi görüşlerinin toplumsal desteğe sahip olmadıklarını anladıklarında, kararlarını hayata geçirmemelerinin toplumsal açıdan yararlı olacağını Hz. Muhammed'in vurguladığını belirten Mevlana, "İyi kişilerle danış, görüş. Peygamber 'İşlerini meşveretle yapar onlar' dedi, bunu böyle bil! İşleri meşveretle yapmak, şunun içindir: Meşveretten hata ve eğrilik, az meydana gelir. Bu akıllar, aydın kandillere benzer. Elbette yirmi kandil bir kandilden daha ziyade aydınlık verir." (2611-2613, M6) yöneticilerin toplumsal sorunlarla ilgili karar alma süreçlerine aydınların "Beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey." (1. Bölüm, F) ve toplumu meydana getiren bireylerin, kölelerin dahi, görüşlerine başvurmalarının, yaşanabilecek olası sorunların öngörülmesini, çözüme kavuşturulmasını kolaylaştıracağını, "Hakikati arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alâmet görmesi, hiç de umulmayacak bir şey değil." (1004, M2) bireylerin ve toplumların aydınlanabileceği iletişim ortamlarının kurulmasının, toplumun doğru yönetilmesini de beraberinde getireceğini, "Çünkü bir akıl, başka bir akılla birleşti mi; kötü işe, kötü söze mani olur." (20, M2) aydınların ve toplumu meydana getiren bireylerin katılımı sağlanmaksızın alınacak kararların ise, toplumu olumsuz etkilemesinin kaçınılmaz olduğunu belirtir. "Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir." (2594, M6)
Katliamları oluşturan en önemli etkenin dayatmacı anlayış olduğunu saptayan Mevlana, imamın anlattığı, cemaate anlatılan konuyla ilgili soru sorma hakkı tanınmadığı, sadece anlatılanı dinlemeye, olumlamaya indirgendiği, bireysel düşüncenin dile getirilmesine izin verilmediği ibadethanelerdeki dayatmacı, ezberci iletişim ortamını masaya yatırır.
Katliam üreten toplumsal koşulların evrensel barışın yaşanabileceği toplumsal yapılara dönüşebilmesinin ön koşulu, bireysel ve toplumsal aydınlanmanın gerçekleşebileceği, "Nur geldi mi zulmet yok olur." (4636, M3) bireyin, okurun, dinleyicinin toplumsal koşulları şekillendirmede, en az yönetici sınıfı temsil eden padişah, öğretmen, imam kadar önemli olduğunun bilincine varıldığı, bireyin, vatandaşın, öğrencinin, okurun cemaatin, imama, öğretmene, padişaha dilediği soruları yöneltebileceği, "Birisinin sözü güzelse dinleyicidendir. Öğretmenin heyecanı ve işe iyi sarılması, çocuğun tesiriyledir. Yirmi dört şubeden çalgı çalan bir çalgıcıya, dinleyen olmadı mı çalgısı bir yük olur. Aklına ne bir yanık nağme gelir, ne bir güzel, ne de on parmağı, çalgının perdelerinde ve tellerde oynar! Gayb haberlerini dinleyen bir kulak olmasaydı hiçbir muştucu gökten vahiy getirmezdi." (1656-1859, M6) yaşamın değişim ve dönüşüm yasalarına göre şekillendiğinin kavranılabileceği, "Gökyüzündeki bu bağ kalktı mı sanatın sanatkarın elinde halden hale girmekte olduğunu anlarsın."(3341, M6) toplumu oluşturan bireylerin düşüncelerini özgürce dile getirebileceği, "Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat. Söz söyleyen kemal sahibi olursa söz söyleme sofrasını yaydı mı sofrası, her çeşit aşlarla doludur. Hiçbir konuk mahrum kalmaz. Herkes o sofrada kendi gıdasını bulur." (1894-1896, M3) dini, dili, mezhebi farklı insanların fikirlerini can kulağıyla dinlenildiği, "Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır. Her insanın sureti, bir kâseye benzer. Göz de suretinin mânasına ait bir duygu âletidir. Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın." (1089-1091, M2) cemaatin imama, öğrencinin öğretmene, vatandaşın padişaha aklına gelen her soruyu sorabileceği, her eleştiriyi rahatlıkla dile getirebileceği, "Sen bunu biliyorsun ama halka da bildirmek için sormaktasın. Çünkü bu sual yarı bilgidir. Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan bu soruyu soramaz. Sual de bilgiden doğar, cevap da!" (3007, M4) padişahın kölesinden, öğretmenin öğrencisinden, imamın cemaatinden öğrenebileceği, onlardan gelecek her türlü sorulara, eleştirilere cevap verebileceği, dile getirilen sorunların üzerine gidildiğinin, çözüme kavuşabileceğinin hissedilebileceği iletişim ortamlarının oluşturulmasıdır. "Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir. Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın!" (1627-1628, M1)
Sadece Tanrı sözünü anlamak için dinlemeye gerek yoktur. İletişim salt konuşmacının becerisiyle açıklanamaz. "Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı'nın sözüdür." (1629, M1) Dinleyicilerin konuşma hakkında yorum yapmalarına izin verilmemesi, iletişim sürecinden dışlanmaları, konuşmaya ilgi göstermemeleri, söz söyleyenin de konuşma isteğinin azalmasına neden olmaktadır. "Senin cüz'ünün cüz'ü de gizlice söz söyler durur. A kişi, elin, ayağın sana şahit olur. Niceye bir münkirliğe el sunacak, ayak atacaksın? Anlatılanı anlamaya, söyleneni dinlemeye liyakatin yoksa söz söyleyenin söyleme kabiliyeti seni görür anlar… yatar, uyur!" (3205-3207, M3) Katılımcıların konuşmaya verdikleri olumlu ya da olumsuz tepkiler, sorulması istenen, sorulmasına izin verilmeyen sorular, almak istedikleri, duymak istemedikleri cevaplar, konuşmacının ruh halini de, konuşmanın akıcılığını da, konuşmada dile getirilecek konuları da etkilemektedir. "Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir."(2380, M1) Katılımcıların konuşma hakkında düşüncelerini özgürce dile getirebileceği iletişim ortamları ise, konuşmacının daha iyi konuşma yapmasına, sonraki konuşmalarına daha iyi hazırlanmasına, daha iyi hikâye, masal anlatmasına, hem katılımcıların hem konuşmacının özgürleşmesine, aydınlanmasına katkı sağlamaktadır. "Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor. Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vâzeden ölü bile olsa söyler." (2378-2380, M1)
Aydınlar
Halkın katliamlarla, felaketlerle karşı karşıya kalmasının en önemli nedeni, toplumsal aydınlanmanın, barış, huzur ve güvenlik içinde yaşanılabilecek toplumsal koşulların oluşturulmasına bireysel katkı sağlamak yerine, mevki ve makam, şan ve şöhret, mal ve mülk edinmeyi, toplumsal saygınlığını arttırmayı amaçlayan, kandan beslenmeyi, yöneticilerin ekmeğine yağ sürmeyi yeğleyen aydınlardır. "Neden kârın adını ölüm taktın? Büyüye bak ki, kâr sana ölüm görünmede. Onun büyüsündeki sanat, iki gözünü de bağladı da canlar, kuyuya rağbet ettiler." (1378-1379, M6)
Katliam üreten toplumsal koşullar "olması gereken" değil, devlet aygıtının çıkarlarına hizmet eden "olgu"dur. Yıkılmaz, sarsılmaz, değiştirilemez olarak değerlendirilen toplumsal yapıların sanıldığı kadar güçlü olmadığını, en dayatmacı, en baskıcı toplumların bile değişime karşı direnemeyeceklerini, gücü dağları bile yerinden oynatabilecek düşüncelerin dolaşıma girmesiyle dini, dili, mezhebi farklı tüm insanların barış içinde yaşayabileceği toplumsal koşullara dönüşebileceğini belirten Mevlana, "Sağlam bir dağ bile hakikatte samandan ibarettir." (484, M2) haksızlığın, zulmün, bilgisizliğin kol gezdiği koşullarda güç sahiplerinin güdümüne girenlerin, "Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir" (1.Bölüm, F) kendi dinini, mezhebini diğerlerininkilerden üstün göstermeye çabalamanın, diğerlerininkileri küçümsemenin halkı aydınlatmak anlamına gelmediğinin farkında olmayanların, "Hakikî olmayan padişahlığı ne el bil, ne yen! Çalma, çırpma padişahlık, cansız, gönülsüz ve gözsüzdür. Sana padişahlığı halk verdiyse borç alır gibi yine senden alır!" (2775-2777, M4) toplumun dinsel, mezhepsel aidiyetleri bağlamında düşünceler ileri sürerek toplumda aydın olduklarını kanıtlamaya çabalayanların, fakat asıl amacı katliamların meşruiyetini sağlamak olan savaş çığırtkanlarının, "Her biri hünerlerle kendini gösterir, âlim geçinir. Fakat vefa vaktinde âlem gibi vefasızdır. Kendini görme zamanında cihana sığmaz, fakat ekmek gibi boğazda, mide de kaybolur gider." (122-123, M6) devlet aygıtının yaptırım uygulayabileceği korkusuyla düşüncelerini kamusal alanda dile getirmekten korkanların, halka şirin görünmek isteyenlerin aydın da, birey de olamayacağına dikkat çeker. "Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selâmete erişememiştir." (1300, M1)
Katliamların arkasında oynanan oyunları halka anlatabilmek için yaşamlarını bile tehlikeye atmaktan çekinmeyen aydınların, halkın bu çabalara ilgisiz kalması karşısında zaman zaman ümitsizliğe kapıldıklarını dile getiren Mevlana, "Âdemoğlunun, az çok sırrı meydana çıkabilmek için uzun zamanlar lâzımdır. Tek duvarın altında define mi var, yoksa yılan karınca ejderha yuvası mı? O yalancı şeyhin hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya kadar talibin de ömrü tükenmiş olur: artık anlamanın ne faydası var?" (2280- 2282, M1) halkın aydınlara itibar etmemesine, hatta onları düşman olarak yaftalamasına aydınların asla aldırmamalarını, yeryüzünde dini, dili, mezhebi, ırkı, yaşam tarzı farklı toplumlara Hak ve hakikati anlatmak mücadelesinden asla vazgeçmemelerini önerir. "Halk, sözünü kabul edecekmiş, reddedecekmiş… bununla hiçbir alışverişi bulunmaz ki!... Biz, sevgilinin uğrunda halka çirkin göründük; yüzümüz, düşman yüzüne benzedi gitti! Fakat bu kapıdan usanmadık da, usanmayız da." (2391-2392, M3)
Yazar, şair, bilim insanı halkın yaşadığı sorunların çözülmesine, huzur ve refah içinde yaşamasına bireysel katkı sağlamaya odaklanmalı, "Halkı su gibi arı duru bil. O suya akseden, ululuk ıssı Tanrı'nın sıfatlarıdır. Onların bilgileri, adaletleri, lûtufları akarsuya aksetmiş yıldıza benzer. (3172-3173, M6) maddi değerlerin cazibesine kapılmamalı, sadece ürettiği eserlerin, ebediyetin simgesi Tanrı'nın varlığına eşlik edebileceğini hayal ederek eserlerini üretmeli, "Tanrı için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, reddetmesiyle ne işin var senin?" (845, M6) insan bedeninden mal, mülk, şan, güç devşirenlerin hareket alanlarını daraltmaya, bireylerin düşüncelerini özgürce dile getirilebilmesine, toplumsal aydınlanmaya hizmet edebilecek iletişim kanallarını ebediyete kadar açık tutmaya, "Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı. Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın." (8-9, M2) geniş halk kitlelerinin yaşamını kolaylaştırmaya katkı sağlamalıdır. "İnsanların hayırlısı halka faydalı olanıdır babacığım." (482, M5)
Mevlana Bireye Seslenir
Bireylerin içinde yaşadıkları toplumsal koşullardan şikayet etmekle yetinmemesi gerektiğini, olumsuz toplumsal koşulların ancak bireysel katkılarla, öznel arayışlarla dönüştürülebileceğini belirten Mevlana, "Mimar, yapılmamış bir yer, yıkılmış, tavanları çökmüş bir yurt arar." (1370, M6) bireylerin ötekileştirdikleriyle ilgili yaklaşımını, kendilerine dönük yorumlarının dışavurumu olarak yorumlar. "Tuh der tükürürsen kendi yüzüne tükürmüş olursun... aynaya vurursan yine kendine vurursun. Orada çirkin bir surat görürsen gördüğün de sensin... İsa ve Meryem'i görürsen yine gördüklerin senden ibarettir. O ne budur, ne o... her şeyden arı durudur... yalnız senin önüne senin suretini kor." (3427, M6)
Ötekine karşı hissedilen nefret duygusu, ötekileştirilenden değil, bireyin öncelikle kendisiyle barışık, kendisine sevgi ve saygısı olmadığından kaynaklanmaktadır. Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı kendine benzemeyenleri katledilmesi gereken kafir olarak yorumlayanlar, kafirlik özelliklerini kendi kişiliklerinde barındırırlar. "Sen de bir düşmana kinlendin mi, ... altı duygun da yanılır, yanlışlar içerisinde kalırsın. ...Ondaki suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu, kendi tabiatından yıkayıp arıtmak gerek. Sendeki çirkin huy, onda göründü. Çünkü o, sana bir aynadır âdeta. Güzelim aynada çirkinliğini görünce aynaya saldırma." (3150-3154, M6)
Bireysel sorunları kaderci bakış açısıyla ele almak, "Ahlâkının künhüne erişir, hakikatını anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin." (1325, M1) yaşanan sorunlarda günah keçisi aramak, bireysel sorumluluk görmemek, sorunlardan şikayet etmek, "Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul!" (3745-3746, M4) yaşanan felaketlerle yüzleşmemek, bireyin yaratıcılığını sergilemesini engellemekte, tembelleşmesine, toplumsal sorunların daha da katmerleşmesine, derinleşmesine, çözülemez hale gelmesine neden olmaktadır. "Suçunu başkasına yükleme. Aklını yaptığın işin cezasına ver, kulağını o yana aç... Suçu kendine bul, tohumu sen ektin. .... Zahmetin sebebi kötülük etmektir. Kötülüğü yaptığın işlerde gör, talihimden deme. Talihe bakış insanı şaşı eder. Köpeği samanlıkta uyutur, tembel bir hale sokar." (426-429, M6)
Buna karşın bireysel ve toplumsal sorunların bireysel yaklaşımlarla ortaya çıktığının, "Civanım kendi nefsini suçlu bul da adaletin verdiği cezayı az kına. İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir, kötüyse de. Hoş, nahoş… gönlüne gelen bir şey, senden senin varlığından gelir. Bir dikenle yaralanmışsan o dikeni sen dikmişsindir. Atlas olsun, ipek olsun, ne giymişsen kendin eğirmişsindir." (3443-3444, M3) resmin çizgilerinin kendi kalemiyle, tablonun renklerinin kendi fırçalasıyla oluştuğunun, "Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır. Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, arı asıl sizsiniz." (3035-3036, M1) geçmişte yaşadığı gelecekte de yaşayabileceği bireysel ve toplumsal sorunların kendinden kaynaklandığının, kendi katkılarıyla çözüleceğinin, "Sen o tek kişisin; Sen kendinin güzelisin, kendinin dilberisin, kendinin sarhoşusun! Kendinin kuşu, kendinin avı, kendinin tuzağısın... kendinin baş köşesi, kendinin döşemesi, kendinin damısın! Cevher ona derler ki varlığı, kendi kendine olsun... onunla var olan, onun feri bulunan şey, arazdır. Sen de Âdemoğluysan onun gibi ol, bütün zürriyetleri kendinde gör!" (804- 809, M4) katliam üreten toplumsal koşulların huzur, güven ve refah içinde yaşanılabilecek toplumsal yapılara dönüşebileceğinin farkında olmak, "Çocuk, elmayı görmedikçe kokmuş soğanı elinden bırakır mı hiç?" (3355, M3) bireyin özgürleşmesine, yaratıcılığını harekete geçirmesine katkı sağlayacaktır. "Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar." (3212, M1)
Olumsuz özellikleri ağır basan bireyin yol açacağı zarar sadece kendi toplumuyla sınırlı kalmayacak, "Edebsizin kötülüğü yalnız kendisine değildir. Belki bütün dünyaya karışıklık, ateş verir." (80, M1) evrensel ölçekte olumsuzluklara, sorunlara yol açacaktır. "Nitekim bir zerrecik ateş, ormanlara düşse o zerre, bütün ormanları yakar, yok eder." (3395, M5) Bundan dolayı yazarların, şairlerin, bilim insanlarının toplumlarına karşı en önemli görevi, anlattıkları hikâyelerde, yazdıkları şiirlerde, ürettikleri eserlerde halkın kanından, canından beslenen zalimlerin ipliğini pazara çıkarmak, onların etki alanlarını daraltmak, "Halkın gönüllerini, gaybı bilir bir hale getir; kendi ayıplarını değil de, başkalarının ayıplarını görenlerin gönüllerini kır!" (2011, DK4) eli kolu bağlanan, ötekileştirileni katledebilecek derecede kendine yabancılaşan, yöneticilerin iktidarda kalmaları için savaşlarda bedenini gönüllü olarak feda etmeye hazır hale getirilen, katliamlardan perişan hale gelen tek bir bireyin bile yaşam sevincinin artmasına, geleceğe ümitle bakmasına, "işte bunu okuyan kişinin gönlünde de o hanendelerin göğüslerine asıp taktıkları inci, elmas ve mücevherlerden meydana gelen sevinçten ziyade bir sevinç ve neşe hasıl olur. …Umanların ümit üstüne ümitlerini arttırır durur." (Önsöz, M4) yaşama tutunmasına, kendi ayakları üzerinde durabilmesine, kendi kararlarını verebilmesine, "Kanadım gittiyse de beni okşarsan, bana iltifat edersen felek bile benim oyunuma karşı mat olur. Bana kuvvet kemerini bağışlarsan dağı yerinden koparırım, bana kudret kalemini verirsen bayrakları yıkar, orduları kırarım. Nihayet benim cüssem, bir sivrisinekten de aşağı değil ya... Ben de Nemrut mülkünü kanadımla vurur, tarumar ederim." (345-347, M2) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı oldukları gerekçesiyle düşman olarak yaftalananlarla iletişim kurmasına, onlara karşı ön yargılarından arınmasına, "Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme!" (1327, M1) ötekileştirilenlerin de aynı Allah’ın kulu olduklarını anlamasına, birbirlerini tanımalarına, "Dertli adamın tereddütle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun. Senin bu dinleyişin ona bir nefes yolu oldu mu gönül yurdunda o acı duman azalır. Yolcu, eğer yüce Allah'a gidiyorsa bize dertdaş ol, derdimize çare bul. Bu tereddüt, bir hapistir, bir zindandır." (486-488, M3) toplumlar arasındaki düşmanlık duygularının azalmasına, barış saflarında mücadele etmek isteyenlerin sayısının artmasına, "Her vücutta define var san! .... Kim olursa olsun, ister yaya, ister atlı.. yol dostlarıyla buluşmayı, onların halini sormayı, hatırlarını ele almayı lâzım bil. Hattâ o adam, düşman bile olsa yine ihsan iyidir. Çünkü ihsan yüzünden düşman bile adama dost olur. Dost olmasa bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü ihsanda bulunmak, kine âdeta merhemdir. ..... Zira kalabalık ve kervan halkının çokluğu yol vurucuların belini kırar, onları kahreder."(2148-2155,M2) adaletsizliklere karşı sessiz kalmamasına, direnebilmesine, adaletin gerçekleşmesine katkı sağlamaktır. "Adalet nedir? ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, her su çeken tohumu sulamak değil. Zulüm nedir? bir şeyi yerinde kullanmamak, yeri olmayan yere koymak. Bu da ancak belaya kaynak olur." (1089-1091, M5)
İnsan bedeninden güç, mevki ve makam devşirenlere ve dayatmacı anlayışa karşı Mesnevi'deki hikâyeleriyle kıyasıya mücadele ettiğini belirten Mevlana, "Mesnevi'nin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir"(655, M6) hikâyeleri, şiirleri ve sanat eserlerini Tanrı ve aşk düşüncesinin geniş halk kitleleri tarafından anlaşılmasına, bireylerin ve toplumların aydınlanmasına katkı sağlayabilecek en önemli iletişim araçları olarak değerlendirir. "Gerçekten de aşk beyliktir, ululuktur, şiir de onun davuludur, bayrağıdır." (2357, DK5)
Müziğin nağmelerini sese dönüştüren çalgıcının, sözleriyle türküye hayat veren müzisyenin, dinleyicileri meyhaneye çektiği, onların orada hoşça vakit geçirmelerini sağladığı gibi, yazar da, sanatçı da hikâyesini, masalını, sanat eserini, Hak ve hakikatin öğrenilmesine, toplumların aydınlanmasına, evrensel barışın kurulmasına bireysel katkı sağlamak için kaleme alır. "Sarhoşlar, çalgının namesiyle, çalgıcının nefesiyle gıdalanırlar. Çalgıyla çalgıcı da onları meyhaneye çeker götürür. O, meydanın başıdır, bu, sonu. Gönül, onun çevgânında bir top kesilmiştir. Akılda ne varsa kulak oraya dikilir. Başta safra varsa yanınca sevda olur. Sonra bu ikisi de kendinden geçer, orada baba da bir olur oğul da. Neşeyle dert uzlaştı mı türkümüz çalgıcıları uyandırdı." (660-664, M6)
Müziğin nağmelerinin güzelliğine hayran olan dinleyicilerin mest olduğu gibi, hikâyelerdeki, masallardaki, sanat eserlerindeki barış, adalet ve özgürlüğü çağrıştıran düşünceler, "...öyle çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hallere düşüyorlardı. Gönül kuşu onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı."(2072-2073,M1) dinleri, mezhepleri, yaşam tarzları farklı olan insanları sevmenin Tanrı'yı sevmek anlamına geldiğini, toplumların birbirlerini hiç uğruna katlettiklerini öylesine anlatır, öylesine apaçık ortaya koyar ki, bunları okuyan, dinleyen birey, toplumları katletme emrini verenlerin ne kadar zavallı, ne kadar aciz olduklarını, yöneticilerin ihtirasları uğruna halkın kurban edildiğini tüm çıplaklığıyla kendi gözleriyle görebilme şansını elde eder. "Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar. O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de." (4580-4581, M6)
Toplumsal yapıları oluşturan inanç sistemini açıklayan, değişebileceğini anlatan her düşünce, her cümle, "Bu âlem, sebepler âlemidir. Sebepsiz hiçbir şey elde edilmez." (2382, M6) katliam üreten nedenselliği dönüştürebilme arzusuyla dile getirilen her yeni yorum, "Her istek, her zerre bir penceredir." (3766, M1) katliamları durdurabilmek amacıyla gerçekleştirilen her yeni eylem, "Bu sebepler, görüşlere perdedir. …. Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri kökünden çekip çıkarsın."(1550-1552, M5) toplumların barış içinde yaşayabilmesine hizmet edebilecek her hikâye, üretilen tüm sanat eserleri, "Arabın iftiharı, savaş ve ihsandır. Sense Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun." (2260, M1) mevcut toplumsal koşullara isyan edemeyen, sesini çıkaramayan, itaat etmekten başka bir davranış sergileyemeyen bireyin, okurun aydınlanmasına, yeni düşünceler üretmesine, yeni yaklaşımlar geliştirmesine, "Sebep olmasa mürit nasıl yol arasın? Şu halde yolda sebeplerin görünmesi lazımdır." (1550, M5) M6) daha insancıl toplumsal koşulların oluşması için daha çok sorumluluk almasına, "Yaşayışa doymuşsan, hayatın acılıklarını duyuyorsan, için daralmışsa, gözlerin yaşarmışsa kalk çenge teşekkür et! Onu öp, onu kucakla, kollarının arasına al!" (1240, DK3) özeleştiri yapmasına, barış için daha çok mücadele etmesine, "Görüyorsun ki Tanrı, sebeplere el attın ama seni muradına. eriştirmedi. Peki neden sebepler hakkında bir kötü zanna düşmedin?" (3687, M6) sınırın öteki tarafındakileri kafir olarak damgalayan, beri tarafındakileri donuklaştıran, katliamların işbirlikçisi olmayı emreden toplumsal bakış tarafından çekilen surların ortadan kalkmasına, barış düşüncesinin geniş halk kitlelerine yayılmasına, "Gözünü yumar da bir güzelin zülfünü, yüzünü görmek için kulağını açarsan, Kulak der ki: Ben sureti göremem... ancak suret, bir ses verirse o sesi duyarım." (2388-2389, M4) beri tarafındakilerle öteki taraftakilerin kaynaşmasına, oluşan düşmanlık duygularının buharlaşmasına, "...ey havadaki kuşlardan daha hızlı uçanlar; neredesiniz? Ey gökyüzünün padişahları, ey gök kapılarını açmasını bilenler; neredesiniz? Geliniz; bize, gökyüzünün kapılarını açınız, bizi ötelere gönderiniz!" (2444, DK5) barış ve kardeşliğin yaşama dönüşmesine, gelecekte barış için atılabilecek adımların somutlaşmasına,"Fakat ezelden ebede kadar zuhur ede gelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecelli eder." (3491, M1) katliamların dişlisi olmayı dayatan toplumsal koşulların daha insancıl, daha barışçıl koşullara dönüşmesine katkı sağlayacaktır. "Mâna denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece aç ki her an Mesnevi'yi, ancak ve ancak mâna denizi göresin. Yel, derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır."(67-69,M6)
Mevlana Hak ve hakikati, barışı anlatan hikâyelerinin ihtiyar, kadın, erkek, ana rahmindeki çocuk demeden, yoluna çıkan herkesi katleden padişahların korkuya kapılmalarına neden olduklarını, onları dize getirmeye yettiğini, "Gayb derbentlerine saldırdın... gayb erlerinin bu tarafa gelmemesini diledin! Ata bellerine, ana rahimlerine pençe attın... kötülükle yolu kesmek istedin! Ululuk ıssı Tanrının soy sop yetişmesi için açtığı ana yolu sen nasıl kapatabilirsin? A inatçı, sen derbentleri tuttun ama körlüğüne rağmen, yine bir er çıktı işte. İşte o çıkan er benim... senin maksadını yıkıp yakarım; Tanrı'nın adı ile senin adını sanını yok ederim!" (2445-2449, M4) sınırın öte tarafına geçmeye yeltenenleri katletmekten çekinmeyen nöbetçilerin, farklı kültürlere ait anlatılara öykünebilme, sınırlardan öte tarafındakilerle ortak algılamalar çağrıştırabilme, tüm insanlığı kaynaştırabilme özelliğine sahip hikâyelerin, masalların, sanat eserlerinin yayılması karşısında eli kolu bağlı kaldıklarını, "Karanlık geceyi gündüz gibi aydınlat; bekçilerin insafsızlığını kır geçir!" (2011, DK4) insanların ezberlerini bozarak, düşünce dünyalarını sarsarak toplumları aydınlattığını, "Benim aşkla, imanla kükreyişim, davulum, sancağım, naralarım, can ordusunu zelzelelere düşürdü!" (2110, DK4) savaş borazanlığı yapanların hevesini kursağında bıraktığını, bilgilenenlerin yolunu açtığını, "Ben nice ustaları mat ettim, nice kalfaları usta yaptım. Nice arslanlar, üstüme kükreyerek saldırdılar da, ben onları tilki gibi güçsüz, kuvvetsiz bir hale getirdim." (1502, DK3) dillerden düşmeyen hikâyelerinin tarlalarda emeğiyle geçinenlerin beğenisini kazandığını, eserlerini hayranlıkla karşıladıklarını dile getirir. "Daha sonra da o can, aşkta mahvoldu da Hak yolunda ekildikten sonra mahsûl verdi, ekincileri hayrete düşürdü." (3168, M1)
Baskıcı Din Anlayışına Meydan Okuma
Dini, dili, mezhebi farklı insanları anlamayı, sevmeyi amaçlaması gereken Tanrı inancı, "Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de." (1770, M2) bütün dinler ve mezhepler tarafından toplumsal yaşamdan dışlanmış, kitaplarda kalmış, "Cömertlik, sebepsiz olarak vermektir. Temizlik, her şeyi Allah'a verip arınmak, her şeriatın dışındadır." (1973, M6) yöneticilerin emelleri uğruna içi boşaltılmış, Tanrı'yı sevmenin tüm insanları sevmek, Tanrı'nın en önemli özelliğinin aşk olduğunu hiçbir din, hiçbir mezhep kavrayamamış, "Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdadır." (4721, M3) dayatmacı din yorumları, Hak ve hakikatin ortaya çıkabileceği iletişim ortamlarını ortadan kaldırmış, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları katletmek, Tanrı inancının temeli, Tanrı buyruğu olarak kabul edilmiştir. "Şu dünya puthanesi, Sen'in yaptığın resimlerle, yarattığın şekillerle dolu! Fakat hiç biri Sen'in yerini tutmuyor! Şekil nerede, nişan, iz nerede, şekilsiz, nişansız olan nerede?" (1968, DK4)
Tanrı'yı anlamak, anlatmak ve yaşamak için yaratılan bedenlerin, dinleri, dilleri, ırkları, mezhepleri farklı olduğu gerekçesiyle savaş alanlarında acımasızca katledilmesi gerektiğine inanan, savaşlarda kazanan padişahları, komutanları kahramanlaştıran, onların çıkarlarına hizmet eden hikâyelerin, şarkı ve türkülerin gelecek kuşaklara aktarılmasına aracılık eden okurun, dinleyenin, vatandaşın, bireyin düşünce dünyalarında depremler meydana getirmeden, zihinlere kazınan, doğruluğundan asla şüphe edilmeyen temel inanç kalıplarını sarsmadan, dolaşımdaki din anlayışlarını sorgulamadan, yerine yeni kavramlar inşa etmeden, "Dine, imana inanmıyorum ama onun imanına adamakıllı iman etmiştim. ...Yok..eğer sizin imanınız, imansa ona ne meylim var, ne iştiham. İmana yüzlerce meyli olan, sizi gördü mü soğur, kesilir." (3360-3364,M5) gördüklerine, anlatılanlara şüpheyle yaklaşmalarını sağlamadan, "Bu kötü zanna düşmek de bir tedbire sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen muvaffak olur mu?"(233, M2) duymaya hazır olmadıkları cümlelerle seslenmeden, barışçıl bir Tanrı inancının dolaşıma girmesi söz konusu olmayacaktır."Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı söylüyorum. Donmuş, soğuk çalmış üzümü donukluğu gitsin diye soğuk suya atarlar." (4193-4194, M3)
Katliam üreten toplumsal koşulların evrensel barışa dönüşebilmesi için, farklı dinlere, mezheplere aidiyeti olanların aşağılayıcı sözlerle kâfir ilan edildiği, onlara karşı küçümseyici, kin ve nefret duygularının pompalandığı, katliam emirlerinin verildiği, tabuların, ezberci anlayışın kaleleri olarak değerlendirdiği mescitlerin, kiliselerin reddedilmesi, oralarda Hak hakikatin ortaya çıkabileceği iletişim ortamlarının oluşturulması, "Gönül gözlerini aç da ne mescit kalsın, ne de puthane. Bunu da tanımayalım, onu da tanımayalım. Yalnız O'nu arayalım, yalnız O'nu tanıyalım." (124, DK1) katliam üreten düşünce kalıplarının sorgulanması, yıkılması, "Sevgilimin hayali bana Halil gibidir. Sureti put ama manası putları kırmakta." (74, M2) dayatmacı devlet aklının, din anlayışının çıkarlarını sürdürebilmek amacıyla kutsadığı düşüncelerin alt üst edilmesi, suç, günah, haram olarak yasaklanan, yaptırımlarla engellenmeye çalışılan düşünceleri kamusal alanda dile getirmenin ibadet, sevap olarak yorumlanması gerekir. "Ey isyan eden kavim! Suç, ibadet oldu." (3835- 3836, M1)
Mevcut din, vatan, ibadet, cihat, peygamberlik, cennet, cehennem, ebediyet kavramlarını sorgulamadıkça, "Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun." (1270, M1) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı olanların katledilmesinin Tanrı buyruğu olduğunu iddia eden, katliamlara hizmet eder hale gelen din anlayışını al aşağı etmedikçe, Tanrı'yı bütün insanlara nimetler sunan yaşam kaynağı olarak yorumlamadıkça, "Beri gel ki Tanrı'nın ihsanı seni azat etsin. Çünkü onun rahmeti gazabından üstün ve arıktır." (3826, M1) Tanrı'nın en önemli özelliğinin sevmek, "Ey gönül!" dedim. "Gel, bana babalık et de söyle; sevmek Allah'ın huyu değil mi?" (2219, DK5) ve aşk olduğunu dile getirmedikçe, "Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah'ın vasıflarındandır. " (971, M6) dini, dili, mezhebi farklı insanların katledildiği toplumsal yapılar varlıklarını sürdürmeye devam edecek, "Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir." (822, M3) insanlığın barış içinde yaşayabilmesi gelecekte de söz konusu olmayacaktır. "Zulmün aslı ve arkası da zulmettir." (4636, M3)
Tanrı Yaşamın ve Yaşatmanın Simgesidir
Yeryüzündeki toplumlar, bilim insanları binlerce yıldır Tanrı'yı yorumlamaya, tanımlamaya çabalamış, fakat yaşamı, toplumsal olayları ve Tanrı'yı sadece ve sadece bireysel bakış açısıyla, kendi uzmanlık alanına göre tanımlayabilecek, diğer sanatçıların, yazarların anladığından haberdar olamayacak durumda olan birey, "İnsanın her duygusu, başka şeyler duyar ve öbür duygunun duyduklarından bihaberdir.. nitekim her usta sanatkar da, başka bir sanatta usta olan sanatkarın sanatına acemidir, o sanattan bihaberdir." (2383, M4) yaşamı oluşturan, sürdüren, sonlandıran, göklerden yüce, denizlerden engin, belli bir şekli olmayan, varlığı çıplak gözle görünmeyen Tanrı'yı akıl gücüyle anlayamamış, O'nu örten perdeleri aralayamamış, gizemleri ortaya çıkaramamıştır. "O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz. (3487, M1)
Varlığı hiçbir dinin, mezhebin yorumlarıyla tanımlanması mümkün olmayan, bütün varlıkların toplamından daha ziyade olan, varlığını bütün insanların hayallerinin çok daha ötelerinde sürdüren Tanrı hakkında yapılan gelmiş geçmiş bütün yorumlar, yan yana, alt alta, üst üste konulsa dahi, Tanrı'yı tanımlamaya yetmeyecek, kendi görünmeyen Tanrı'ya erişilemeyecek, "Ey dost! Senin güzelliğini, sanatını, yaratma gücünü, kudretini anlamak için bütün dünyada çeşitli memleketlerde yüzlerce bilgin kafa yormuş, ölüp gitmiş de, Sen yine perde arkasından çıkmamışsın ve hep perde arkasındasın!" (1879, DK4) sadece aranacak, hiçbir zaman kavranılması söz konusu olmayacak, varlığını hep perdelerin arkasında, gizemler içinde sürdürmeye devam edecektir. "Ben, o sevgilinin nerede olduğunu, gönül diyarında bir pîrden sordum. Pîr parmağı ile beni işaret ederek; 'Onu sırlar içinde arayınız!' dedi."(1221, DK3)
Tanrı inancının dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları katletmenin gerekçesi olarak kabul edilmesinin mümkün olamayacağı düşüncesine sahip olan Mevlana, yaşamın oluşmasını sağlayan fiziksel ve kimyasal yasaları devreye sokan, "Yeryüzünde olsun, göklerde olsun… bir zerre bile onun hükmü olmadıkça kanat çırpmaz, harekete gelemez; Onun yürür ve kadim fermanı olmadıkça kımıldayamaz bile." (1900-1905, M3) yağmuru yağdıran, rüzgârı estireren, denizdeki dalgaları kabartan, "Denizin üstündeki çöplerle köpüklerin dönüp akışı, şerefli denizin köpürüp coşmasındandır. Başı dönmüş rüzgârın dönüşünü seyret de onun emrine uymuş olan deniz dalgalarının coşup köpürüşünü gör." (916-918, M6) güneş ışınlarına her zerrenin etrafında nöbet tutturaran, "Burada parlak güneş bile bir zerreye kulluk etmede, köle gibi hizmetlerde bulunmaktadır."(1630, M6) her zerreyi yaşamla buluşturan, yaşamın ebediyete kadar sürmesini sağlayan Tanrı'nın ancak yaşam kaynağı, yaşamın ve yaşatmanın simgesi olarak yorumlanabileceğini belirtir. "Tabiat, iş ve söz bakımından cüzüler arasındaki savaş, pek korkunç bir savaştır. Fakat bu âlem, şu savaşla durmadadır."(46-47, M6)
Doğadaki en küçük parça güneşin, "Bir zerre bile o güneşten haber verir..." (1611, M2) tek bir damla denizin, tüm bedenlerin ve Tanrı'nın özelliklerini barındırmakta, O'nu yansıtmakta ve anlatmaktadır. "Bir damlayım ki, hem damlayım hem deniz!" (1520, DK3) Evrendeki tüm zerrelerin yaşamı tamamlamak üzere hep birbirlerine doğru aktıkları gibi, "Ben ucu bucağı bulunmayan bir deryanın damlasıyım. Damla damla o deryaya gidiyorum." (1667, DK4) evrende zerre olarak tanımlanabilecek tüm bedenler de, her daim değişerek, dönüşerek hep yaşamı oluşturmaya, yaşatmaya, yaşamı devam ettirmeye hizmet etmektedir. "Dünyanın her cüz'ünü, her parçasını seyret; hepsi de hareket halindeler; bir yerden bir yere geçip gitmedeler! ...Bil ki; her şey, rızık ümidi ile kendini yaratan padişahın önüne başını koymuştur! Hepsi de; 'Denizi bulurum!' ümidi ile seller gibi altüst olmuş, boşanarak, köpürerek, feryad ederek denize doğru akıp gitmedeler!" (1910, DK4)
Canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle etkileşimiyle değişim ve dönüşüm temelinde gerçekleşen yaşamda mutlak yaşam da yoktur, mutlak ölüm de."Bedenine topraktan yardım gelmededir... boynun topraktan biten gıdalarla düzelip kalınlaşmadadır." (2316, M4) Mutlak olan sadece değişimin, dönüşümün ve yaşamın kendisidir. Yaşayan beden belli bir süre sonra hareket kabiliyetini yitirecek, cesede dönüşecektir. Fakat cesede dönüşmekle değişim sona ermeyecek, ceset toprağa, toprak yeniden diğer canlıları besleyebilmek, yaşamı sürdürebilmek amacıyla diğer bedenlerin canlarına karışmaya, canlarına Can katmaya, yaşamın bir parçası olarak işlev görmeye devam edecektir. "Ben cemaattandım… öldüm, yetişip gelişen bir varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim. Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum." (3901-3902, M3)
Değişim ve dönüşüm hem devamlılık, hem ebediyettir. İnsanın hayalleri de, düşünceleri de, eylemleri de, günden güne farklılık göstermekte, her daim değişmektedir. Bireysel ve toplumsal olaylar, geçmişin anlaşılmasına hizmet ettiği, etkilerini bugüne taşıdığı gibi, gelecekteki olayları da şekillendirebilme gücüne sahiptir. "Her günün hali, düne benzer. Ahval, ırmak gibi akar durur, onu bağlayacak hiçbir şey yoktur. Her günün neşesi, bir başka çeşittir. Her günün düşüncesinde bir başka eser vardır." (3642-3643, M5)
Değişim ve dönüşümü durdurabilecek hiçbir güç yoktur. Doğal yaşam dün olduğu gibi, bugün de, gelecekte de işlemeye devam edecektir. Canlı ve cansız maddeleri oluşturan zerreler gibi, insan da, belli dönemlerde kutsal olarak yorumlanan toplumsal değer yargıları da her daim değişmekte, dönüşmektedir. "Sen de her an dolmada boşalmadasın." (3340, M6)
İşlevlerinden dolayı, somut nesneler bile -dağlar, taşlar, ırmaklar, denizler- bireylerin donanımına, nesnelere yükledikleri anlamlara, onlarla ilgili edindikleri olumlu ya da olumsuz deneyimlere göre öznel olarak yorumlanabilmektedir. "Nil ırmağı sana kandır ama bence kan değil, sudur ey akıllı kişi. Sence o demirdir, tunçtur ama Davut peygambere mumdur. Dağ, sana karşı ağırdır, cansızdır, fakat Davut'un önünde usta bir çalgıcı, bir okuyucudur. Senin önünde o kırık taşlar susarlar. Fakat Ahmed'in önünde fasih bir hale gelir, hamdü senada bulunurlar. Senin önünde mescidin sütunu ölüdür, fakat Ahmed'e karşı gönlünü aldırmış bir âşıktır." (855-859, M6)
Bir nesne bazen faydalı iken, bazen zararlı olabilir. (2599, M6) Yılanın zehri kendisi için gıda iken, diğer canlıların ölümüne yol açabilir. (3925, M5) Suda yaşayan yaratıklar için yaşam kaynağı olan deniz, karada yaşayanların ölümüne neden olabilir. (67-69, M4) Koruk üzüme, sonradan sirkeye veya şaraba (2601, M1) insana göre leş olan ceset, domuz ve köpek için gıdaya, (31, M6) zehir olan bir nesne, öbürü icin şekere, (4236, M5) hoş nahoşa, nahoş hoşa, (2078, M1) bir toplumda kutsuz olarak yorumlanan bir kavram başka bir toplumda kutluya, suç günaha, günah suça, küfür imana, iman küfre, (2785-2790,M6), düşmanlıklar dostluğa, dostluklar düşmanlığa, yıkılma yapılmaya, yapılma yıkılmaya, (106, M5) bir toplumda el üstünde tutulan, oldukça sevilen, sayılan biri, diğer toplumlarda gebertilecek bir kafir olarak değerlendirilebilir. (71-72, M4) Birisi için teşvik edici olabilecek bir söz, diğeri için incitici olarak değerlendirilebileceği gibi, (1754, M2) yaşanılan anlara bağlı olarak, insan bazen sabırlı bazen sabırsız, bazen hırslı, bazen de oldukça sakin tepkiler verebilir. (605-606, M2)
Tanrı Özgürlüğün ve Aşkın Simgesidir
Tanrı inancının akılcı/rasyonel düşünceyi dışladığını ileri süren yaygın görüşe karşın, Mevlana aklın ve özgürlüğün Tanrı inancıyla çelişmediği düşüncesini taşır. Tanrı'nın bütün özelliklerini kendi bedeninde barındırdığının, "Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır." (472, M1) Tanrı tarafından yaratılan tüm bedenlerin O'nun özelliklerini taşıdıklarının, "İnsan, yücelikler vasıflarının usturlabıdır. İnsan sıfatı onun âyetlerine mazhardır. İnsanda ne görürsen onun aksidir. Irmak suyuna akseden ay gibi hani." (3138-3139, M6) kendi bedeninin tüm bedenlerle aynı yasalara göre oluştuğunun bilincine vardıktan sonra, "Tanrı, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir örnektir." (1194, M4) sadece Tanrı iradesine karşı güçsüz ve aciz olduğunun farkına varmak, "Kul, tedbirde bulunur fakat takdiri bilemez; Allah'ın takdiri gelince, tedbir işe yaramaz! .... Kul, düşünür fakat, görebileceği meydandadır; ... takdiri değiştirecek güçte değildir!" (636, DK2) bireyin acizliğe kapılmasına neden olmayacak, "Kudret, herkesin harcı değil… aciz, Tanrı'dan çekinen kişiye sermayedir." (3280, M3) tam tersine Tanrı'dan başka hiçbir güce, hiçbir kuruma kul olmamanın, "Allah'ı seven herhangi bir insana kul olamaz!" (396, DK1) toplumsal yapıları sorgulayabilmenin, toplumsal kurumların uygulayabileceği tüm yaptırımlara karşı direnebilmenin, toplumu köleleştiren dayatmacı, buyurgan anlayışa dur diyebilmenin, "Sebebi yaratan Tanrı ne dilerse yapar. Mutlak olan kudret, sebepleri de yırtar, ortadan kaldırır." (1548, M5) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların Tanrı'nın kulu olduklarını dile getirebilmenin, onları yaşatma mücadelesine girişebilmenin,"Sevgilinin yolunda biz korkaklara iş yok! Sevgi yolunda yürüyenlerin hepsi de padişahtır. Orada kullara yer yoktur."(396, DK1) özgürleşebilmenin, yaratıcılığını sergileyebilmenin kapılarını aralayacak, yollarını gösterecektir. "Ben, mademki hürüm; hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder? Burada Tanrı sıfatlarından başka sıfat yoktur, beri gel!" (3825, M1) Hz. Muhammed özgürleşme mücadelesi verenlerin, diğer bireylerden ve toplumsal kurumlardan hiçbir beklentisi olmayanların, hem cennete gidebileceklerini, hem Tanrı'yı kavrayabileceklerini aktarmıştır. "Peygamber, 'Allah'dan cenneti istiyorsan kimseden bir şey isteme. Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin, Allah'a da ulaşırsın'dedi." (333-334, M6)
İnsanların diğer insanlarla iletişim kurmaları, arkadaş, eş, dost aramak için uzak şehirlere gitmeleri, birbirlerini ziyaret etmeleri, "Bir şehre gider, o şehrin suretine ulaşırsın. A yolcu, seni oraya çeken suretsizliktir. Mana bakımından, hatta mekânsızlık alemine kadar da gidersin. Çünkü zevk ve hoşluk, mekân ve zaman aleminden gayrı bir alemdir. Bir sevgilinin suretine gidersin, onunla eş olmaya, arkadaşlık etmeye can atarsın. Maksattan gafilsin ama mana bakımından suretsizliğe gittin yine." (3751- 3754, M6) erkek ve kadının birbirlerine karşı eğilim duygusuyla yaratılmaları, kendilerine eş aramaları, "Kendine bak, sen de araz değil miydin, anandan, babandan hâsıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş değil misin?" (964, M2) birbirlerinin etrafında pervane gibi dans ederek birbirlerini arzulamaları, birbirleriyle birleşerek yeni bir beden dünyaya getirerek yeryüzünde ebedi yaşamın sürmesine aracılık etmeleri, yaşamı oluşturan Tanrı'nın ve O'na eşdeğer aşk duygusunun, Tanrı aklının, "Şu halde yerle göğün de aklı var; böylece bil. Çünkü akıllıların işlerini işliyorlar. …Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın diyedir. Bu birlikte âlem baka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi. … ikisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur. .... İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister." (4411- 4419, M3) tüm bedenlere temel dürtü olarak kaydedilmiş olmasından dolayı gerçekleşmektedir. "Canın gezip yürümesi, keyfiyetten hariçtir, anlatılamaz. Cismimiz de gezmeyi candan öğrendi." (1980, M3)
Cansız ve canlı varlıkların birbirleriyle etkileşimiyle tüm canlı varlıkların beslenmesini sağlayan gıdaları yetiştiren, canlıların canına can katan, yaşamı oluşturan kuralları işleten, yaşamı ebediyete kadar devam ettiren Tanrı'nın gücü, "Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi? ... Her biri, yerlerinde buz gibi donar kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki? O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar. Onların bu koşmaları, Tanrı'yı teşbihtir." (3855-3859, M5) aşkın gücüyle birebir örtüşmektedir. "Bağlar, bahçeler su ile değil, aşk ateşi ile yeşermede, gelişmede." (685, DK2)
Her zerrenin yaşamı oluşturmak için birbirini tamamlaması, "Sevgilinin rengine bak da, yaşayışın rengini gör! Yani yaşamak nasılmış anla! Senin yüzüne de yaşayış rengi gelsin, konsun. Her zerre hayat bulmak için koşmada, çırpınmada. " (2961, DK6) cansız ekmeğin canlıların bünyesine karışarak orada yok olması, yok olmasına rağmen diğer canlıların canına Can katması, değişerek, dönüşerek yaşama akması, yaşamı gerçekleştirmesi, Tanrı'yı, ebedi yaşamı ve aşkı çağrıştırmaktadır. "Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı? Ekmek varlığa katıldı neden? Aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mı? Aşk, ölü olan ekmeği can haline getirmede, fani olan canı ebedileştirmede."(2012-2014, M5)
Cansız maddelerdeki zerrelerin değişmesi, dönüşmesi, bir sonraki evreye akması, yaşamı ebediyete kadar oluşturmaya devam etmesi, Tanrı'ya yapılan duadır. Yaşamda zorluklarla karşı karşıya kalan, sorunlarla boğuşan, ötekileştirilen, katledilmesi gerekenler olarak yaftalanan bedenlerin yaşamasına, yaşama tutunmasına yardımcı olmak ise, Tanrı'ya yapılan duanın içinde yer almaktır. "Hattâ taş, toprak, dağ ve suyun bile Tanrı'ya gizli bir duası, ilticası vardır." (2420, M6)
Aşkın toplumsal boyutlarının farkına varmadan, aşkı sadece karşı cinse yönelen, bedensel boşalmayla sonlanacak içgüdüsel bir arzu olarak yorumlamak, aşkı ıskalamak, kavrayamamak anlamına gelir. "İnsaf et, aşk güzel bir iştir! Onun bozulması, güzelliğini kaybetmesi, (insanlardaki) tabiatın kötü niyetli oluşundandır. Sen, kendi şehvetine ve arzularına aşk adını takmışsın; Halbuki şehvetten kurtulup aşka ulaşabilmek için yol çok uzundur." Başkasını sevebilmek, aşık olabilmek, bedeninde Tanrı'nın bütün özelliklerini taşıyan bireyin önce kendi bedenini, kendini sevmesini, kendine karşı saygılı olmasını gerektirir. "Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir." (1983, M6) Dilleri, dinsel ve mezhepsel aidiyetleri, yaşam tarzları farklı bütün insanları Tanrı'nın kulu olarak görmek, onları beklentisizce ve ön yargısızca sevmek ise, "Sevgilinin gönlünce herkes âşıktır, herkesi âşık görür o." (2679, M6) Tanrı'yı sevmeye eşdeğerdir. "Bu iki sevgide zaten fark yoktur." (2030, M5)
Kendi dinine, mezhebine uymayanları katletmenin Tanrı inancının gereği olduğunu belirten din yorumlarına meydan okumadan, katledilmek istenenleri yaşatma mücadelesine girmeden, katliam üreten toplumsal kurumların uygulayacağı yaptırımlara göğüs germeye hazır olmadan, aşkı anlamak da, aşık olmak da mümkün değildir. "Âşıklar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır." (910- 911, M6)
Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı olan insanların katledilmesine neden olan, bir avuç yöneticinin çıkarlarına indirgenen din anlayışını yıkmak, düşman olarak yaftalananları Tanrı'nın kulu olarak görmek, onların yaşamda kalmasına bireysel katkı sağlamak, hiçbir zorbalığın sökmeyeceği gönüle girmek, gönülde kalmak, bireyin kendini geliştirmesiyle sonuçlanacaktır. "Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak. Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!" (3098-3099, M3) Gördüğünü, bildiğini hayata uyarlamadıkça, Tanrı inancının katliamların gerekçesi olarak kullanılamayacağını dile getirmedikçe, "Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?" (631, M1) bütün insanlığı yakabilecek ateş topuna dönüşen dolaşımdaki din uygulamalarıyla hesaplaşmadıkça, Tanrı inancını tüm toplumların bir arada barış, huzur ve refah içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek bir düşünce sistemi olarak yorumlamadıkça, "Ey ateşe benzeyen aşk; şu şekillerle, nakışlarla, resimlerle dolu olan alemde bulunan bütün şekilleri, nakışları, resimleri sil, yok et de, kendinden canlı bir şekil ortaya koy!" (2031, DK4) Tanrı'ya inanmanın da anlamı kalmayacak, kafir oldukları gerekçesiyle Tanrı tarafından yaratılmış bedenleri katletmeye mecbur kalacak, kirlenecek, donacak, puta dönüşecek, taşlaşacak, insan olabilme özelliğine bürünemeyecektir. "Ey can; aşka ulaşmak için suretleri, şekilleri yak, yandır! Suretleri, şekilleri yakmadıkça, canın üşür, donar, buz kesilir; aşkı bulamazsın, şekilde kalırsın! Şekilde kalırsan, puta tapanlar gibi manevî baharlardan haberin olmaz, eminlik yurdundan uzak düşersin!..Ateşe benzeyen aşkın içine gir, kendini temizle; ateş içinde gümüş gibi gönlünü hoş tut, güzelleş!" (2043, DK4)
Tanrı tarafından cennet olarak yaratılan "Ben daima bu babayla uzlaşmış haldeyim... onun için şu âlem, bana cennet görünmede!" (3265, M4) fakat dinsel ve mezhepsel ayrımcılığının körüklenmesiyle cehenneme dönüşen dünyanın yeniden cennet haline getirilebilmenin ön koşulu, "Ben aşkı insanı bütün belalardan, felaketlerden koruyan, muhafaza eden bir kale olarak gördüm de, bu yüzden aşka gidiyorum, aşka sığınıyorum." (1548, DK3) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların barış, huzur ve güven içinde yaşayabilmesini sağlayacak bir inanç sistemi olarak yorumlamaktır. "Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir." (2580, M1)
Kimseye muhtaç olmamasıyla özgürlüğü, misallerle anlatmasıyla iletişimi ve şiddeti dışlamayı, kimseye müdahale etmemesiyle bağışlayıcılığı, karşılıksız vermesiyle cömertliği, hiçbir dine, ırka mezhebe ait olmamasıyla, nimetlerini bütün insanlara ayrım yapmadan sunmasıyla adaleti ve hoşgörüyü, evreni yaratmasıyla, yaşamı oluşturan kuralları belirlemesiyle, aşkı, yaşamı, yaşatmayı, evrensel barışı, yaratıcılığı, sanatı, sanatçıyı simgeleyen Tanrı'nın özelliklerinin anlaşılabileceği, "Bu âlem, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır. Ben bir hazineydim dedi Allah, hem de gizli... bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!" (3027- 3028, M4) din, dil, ırk, mezhep, yaşam tarzı ayrımı yapmadan bütün insanları Tanrı'nın kulları olarak görülebileceği, "Madem ki bütün işler, Tanrı'nın emrine tabi; Tanrı'nın emri olmadıkça hiçbir şey olmuyor. Tanrı'nın takdiri, kulun rızası olur; kul Tanrı takdirine rıza verir, onun hükmünü diler" (1905-1906, M3) Tanrı'yı sevmenin tüm insanları sevmek anlamına geldiğinin kavranılabileceği toplumsal koşulları, iletişim ortamlarını oluşturma mücadelesi vermek, yaşamın anlamıdır. "Tanrı'nın merhameti herkese şâmil olduğundan diler ki o rahmet, herkesi aydınlatsın." (3614, M1)
Bedel Ödemek Kaçınılmazdır
Kendi dininden, mezhebinden, ırkından olmayanlarla sadece savaş alanlarında birbirlerini katlederek iletişim kurulmasının en önemli nedenlerinden biri de vatan kavramıdır. Üzerinde yaşadıkları toprak parçasını yapay sınırlarla parselleyen, kendi dininden, mezhebinden olmayanları, sınırın öte tarafındakileri düşman ilan eden, onları katletmeyi Tanrı buyruğu olarak yorumlayan, yaşamın değişim ve dönüşüm yasalarıyla oluştuğunu yadsıyan, "Ey baş köşede oturan ulu kişi, sebeplerin kalktığı ova, Tanrı'nın geniş yeryüzüdür. Orada can, her an suret değiştirir... her an yeniden yeniye ve apaçık bir alem görür. Fakat bir sıfata kapılmış, o sıfatla donup kalmış kişiye, cennette, cennet ırmaklarının kıyısında, olsa orası yine kötü ve çirkin görünür!" (2381-2383, M4) katliamlara neden olan vatan kavramının yeniden tanımlanması gerekir. "Bunun gibi 'vatanı sevmek imandandır' hadisi de doğru ama hocam, önce iyice vatanı tanı!" (2230, M4)
Hiçbir sınırla çevrilemeyecek kadar geniş, "Denizin, ovanın, dağın, çölün ... ülkenin sınırı yoktur!"(2512-2513, M4) sınırların ötelerini, ötelerin de çok ötelerini de kapsayan, "Vatan sevgisinden dem vurma; durma, yürü... vatan oradadır, burada değil canım efendim! Vatan istiyorsan ırmağın o tarafına geç." (2211-2212, M4) yaşamın gerçekleştiği, kalplerin attığı evrenin her noktasını Mevlana vatan olarak tanımlar. "Hattâ o takva sahibi yalnız kendi halini görmez... batıdakilerin halini de görür, doğudakilerin halini de!"(3396-3397, M4)
Kendi din ve mezhep anlayışına bağlı kalmak, bireysel algılamalarını kuşatan coğrafi ve kültürel sınırların içine hapsolmak, diğer dinlerin, mezheplerin inançlarını, yaşam tarzlarını araştırmamak, kendi din ve mezhep bakış açısını tek hakikat olarak kabul etmeye, "O iblis gözünü bir an olsun yum; ne vakte kadar suret görüp duracaksın, ne vakte kadar, ne vakte kadar? ...ırmak gibi yaşlar döken gözlerinle onları ara, gafil olma, ümidini kesme!" (2300-2302, M3) Tanrı'yı ve değişim temelinde şekillenen yaşamı, toplumsal olayları anlamaya engel olmakta, bireyi dar bir anlayışa, taklitçiliğe mahkum etmekte, bireysel gelişime, aydınlanmaya, özgürlüğe götürebilecek tüm yolları en baştan kapatmaktadır. "Bir evde iki günden fazla otursam kalbimde oranın sevgisi alevlenir. Eve barka mağrur olmaktan çekinir, hadi ey nefis zenginleşmek, bir şey elde etmek için sefere düş derim; İmtihanda muvaffak olması için kalbimi hiçbir yere alıştırmam' derdi." (1927-1929, M1)
Hz. Muhammed'in, Tanrı'nın sadece bir mekânda, sadece belli bir dine, mezhebe aidiyeti olanlarda değil, yaşamın gerçekleştiği her noktada, tüm inanan, tüm seven gönüllerin eylemlerinde, sözlerinde, yaşam tarzlarında aranabileceğini, "Peygamber 'Tanrı; ben, yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta arşa sığmam. Bunu, ey aziz, yakînen bil. Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu' dedi." (2654-2655, M1) kendini biçimlendiren din ve mezhep yorumlarını aşamayanların, Hak ve hakikati öğrenemeyeceklerini aktardığını belirten Mevlana, "Köye gitme. Köy, adamı ahmak bir hâle sokar… Aklı nursuz, fersiz bir hâle getirir. Ey seçilmiş temiz adam, Peygamber'in sözünü dinle. Köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır. .... Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır. Köy nedir? Hakikate ulaşmamış, elini taklit ve huccete atmış şeyh!" (518-520, M3) her daim kendini yenileyebilenlerin, yeni açılımlara, yeni yaklaşımlara yelken açabilenlerin, "Her zaman yeni bir suret, her an yeni bir güzellik görmedeyim... yeni görmekle de elem ve usanç kalmaz, insan daima yeniden yeniye neşelenir durur." (3264, M4) en küçük canlı ya da cansız varlıkta Tanrı'yı görebileceğinin farkında olanların, "Bir gün, sevgilinin nurlarını insanda görmeye iştiyakım arttı. Katrede bahri muhiti, zerrede güneşi görmek arzusuna düştüm." (1982-1983, M3) içine doğduğu kültürel değerlerden kopabilme cesareti gösterebilenlerin, "Gönüldeki duyguların da gönülde uzun zaman kalmaması gerekir. Bu yüzdendir ki, duyguları, düşünceleri söyleyişte, anlayışta gönül için bir boşalma bir ferahlık vardır. Bu hal gönülde bulunan mahpus bir kuşun uçmasına benzer." (2125, DK5) Tanrı'nın tüm evreni yarattığının farkında olanların, tüm peygamberlerin yaptığı gibi, hakikati öğrenmeyi, araştırmayı sürdürebilmek için ömür boyu bir ülkeden diğer ülkelere seyahat edenlerin, "Tanrı gayreti, ortaya bir perde salmıştır. Aşağılık ve yücelik âlemine mensup olanları birbirine karıştırmış, karmıştır. 'Yürüyün âlemi gezin' demiştir. Sen de gez, dolaş da bahtını, rızkını sınaya dur. Meclislerde, peygamberde bulunan akıl gibi bir akıl ara. Çünkü peygamberden, miras kalan ancak odur." (2615-2617, M6) farklı yaşam tarzlarını incelemenin kendini Tanrı'ya daha çok yaklaştırabileceğine inananların, "Dedim ki: Ey gönül sen küllî bir ayna ara. Denize git, ırmaktan iş bitmez!" (97, M3) kendini kuşatan düşünce kalıplarını terketmeyi yaşam tarzı olarak kabul edenlerin, "Adamın bir gün evine varabilmesi için birçok konakları terk etmesi lâzımdır." (3260, M1) dini, dili, mezhebi farklı insanların özgürce yaşayabileceklerini yansıtabilenlerin, Tanrı'yı kavrayabileceklerine, Hak ve hakikate erişebileceklerine dikkat çeker. "Kim benliğinden kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir. Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır. Çünkü bütün nakışları aksettirir." (2665-2666, M5)
Tanrı'ya ve aşka, toplumsal olurlara yaslanarak, alışkanlıkların rahat kollarında yürüyerek erişmek mümkün değildir. "O, Ey inatçı senden yüzünü çeker, gizlenir; bağlarını koparır, kaçar. Fakat sen okumasan da hakikat ilmi senin yanıp yakıldığını görürse elinde, alışmış kuş haline gelir. Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz.!" (320-323, M2) Tanrı'yı ve aşkı anlama yoluna giren birey, bireysel ya da kurumsal desteğe gereksinim duymadan, kaygan zeminde, hep arayış içinde ilerleyeceğinin, çekeceği çilelerin, sıkıntıların bu yolda yürümenin bedeli olduğunun, "Avlamaya değen şey ancak aşktır. Fakat o üda öyle herkesin tuzağına düşer mi ya?" (409, M5) yaşanabilecek maddi kayıpların da, kazançların da önemsenmemesi, onu yolculuğundan asla uzaklaştırmaması gerektiğinin bilincinde olması gerekir. "Kimin payandası, sevgilinin, vuslatı olursa o, kırılmadan, savaşmadan ne korkacak? Karşısındakini mat edeceğini iyice bilen, at gitmiş, fil gitmiş, aldırır mı? Onca bunlar, zaten saçma şeylerdir." (4060-4061, M5)
Maddi değerleri arttırmayı yaşamın amacı olarak değerlendirmemek, yaşanabilecek maddi kayıplara sadece gülmek, "Fayda, zamanında da, ziyan zamanında da gül gibi gülmeye bak!" (3257, M3) kendisine yapılan eleştirilere asla kulak asmamak, "Her kötü ve yanlış kınama yüzünden gönlümü bozmam, işimden, sözümden kalmam." (4291, M3) yaşadıkları olumsuzluklar nedeniyle bu yolda yürümekten vazgeçenlerin, yolundan dönenlerin şikayetlerine, serzenişlerine kapılmamak, "Kendine gel, filân adam filân yıl ekin ekti de mahsulünü çekirgeler yedi… Ben neye ekeyim, burası korkulu bir yer… neden elimdeki buğdayı yerlere saçayım deme." (4800-4802, M3) kendisine uygulanacak yaptırımları göğüslemeye hazır olmak, "O, ulular, Tanrı hükümlerine razı olmuşlardır, takdirin def'ine çalışmak onlara haramdır. Bunlar, kaza ve kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı dilemek onlarca küfürdür." (1881-1882, M3) karşısına çıkabilecek zorluklara, cezalara katlanmak, "İnsanlık yolu, hakikat yolu belalarla dolu bir yoldur."(1713, DK3) asla pes etmeden hedefine doğru emin adımlarla yürümek, "Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır." (2047, M5) Tanrı ve aşk yolunun yolcusu olabilmeyi sağlayabilecek en temel yaklaşımlardır. "Aşk dâvaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki!" (4009, M3)
Atlatılan her badire, çekilen her çile, yaşanan tüm sıkıntılar bu yolda yürüme isteğini daha da artıracaktır. "Kaza ve kader yaylarından atılan oklara bedenini siper et; bedenine ne kadar ok saplanırsa, o kadar kazanırsın!"(1998, DK4) Aşkı ve Tanrı'yı anlama ve anlatma mücadelesi veren birey, mal ve mülk edinmenin, şan ve şöhret peşinde koşmanın, toplumun gözünde saygınlığını arttırmaya çabalamanın hiçbir anlamı olmadığını, "Bu sebeptendir ki, aşkta ne malın mülkün; ne şöhretin, saygının, yüksek mevkinin; ne evlat ve iyalin yeri vardır." (937, DK2) ailesi, akrabaları, en yakınları tarafından dışlanacağını, "Sevgilim, senin aşkın beni en yakınlarımdan vazgeçirtti." (937, DK2) tüm toplum ve toplumsal kurumlar tarafından eleştirileceğini, yalnızlığa itileceğini göz önünde bulundurmalıdır. "Sevgilim; seni sevdiğim için herkes tarafından ayıplanmam, çekiştirilmem, kınanmam, bir ayıp, bir suç değildir." (504, DK1) Fakat akrabaları, yakınları tarafından ne kadar acımasızca eleştirilse de, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzları farklı insanları anlama ve onlara Hak ve hakikati anlatma süreçlerinde çekeceği çileler, yaşayacağı sıkıntılar yaşamı, onları daha iyi tanımasına, onları daha çok sevmesine katkı sağlayacaktır. "Fakat varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde çekilen zahmetlerle ölçülür. Ne kadar gurbet çeker, mihnetler, zahmetlere uğrarsan, şehrinden, akrabandan o derece lezzet alır, zevk bulursun!" (4156-4157, M3)
Yolculuğun sonunda somut olarak hiçbir şey edinemeyeceğinin bilincinde olmasına, amacına ulaşıp ulaşamayacağını kestirememesine, "Gemiye yükünü yükledin mi Tanrı'ya dayanman gerek. Yolda gark mı olacaksın, kurtulup sağlıkla, selâmetle gideceğin yere mi varacaksın? Bu ikisinden hangisi başına gelecek, bilemezsin ki," (3083-3084, M3) yolundan dönmesine neden olabilecek büyük engellerle karşılacağının farkında olmasına, yaptırımların başkalarının canına kastettiğini deneyimlemesine, kendi bedenine de yönelebileceğini öngörmesine, ödenmesi gereken bedelin kendi yaşamı olacağını bilincinde olmasına, tüm toplumsal koşulların aleyhine olmasına, başaracağıyla ilgili hiçbir ümit ışığı görünmemesine rağmen, "Bu yol, insanın canıyla başıyla oynayacağı yoldur. Her meşelikte, her sazlıkta yufka yüreklileri geriye çevirecek bir âfet vardır. Din yolu, her puşt tabiatlının gideceği yol değildir. bu yüzden de tehlikelerle doludur. Yoldaki bu korku, unu kepekten ayıran elek gibi insanların da yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder." (502-504, M6) karşı karşıya kalacağı tüm sıkıntılar, uğrayacağı tüm haksızlıklar, hatta ölüm bile, onu bu yolun yolcusu olmaktan alı koyamayacak, "Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir."(3495, M1) sadece kendisine eşlik edecek ebediyetin simgesi Dost'a, Sevgili'ye güvenecek, "Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir." (1591, M6) gizemler içinde barınan Sevgili'ye sarsılmaz bir inançla bağlanacak, "Sevgili, tek olan sevgiliye derler. Gelişin de ondandır, sonuncu gidişin de ona! Onu buldun mu başkasını beklemezsin gayri. Ortada görünüp duran da odur, gizli olan da o!" (1418-1419, M3) tüm dinler ve mezhepler tarafından dışlanan, katliamların dayanağı hale getirilen din yorumu yerine Tanrı inancının bütün insanları kucaklama, bütün insanların barış içinde yaşaması anlamına geldiğini kamusal alanda dile getirme, "İster söz olsun, ister iş ister başka şey... Bu tanıklık nedir? Gizliyi meydana çıkartmak değil mi?"(246, M5) Tanrı'nın özelliklerini kavrama, yeryüzünde algılanabilir hale gelmesine hizmet etme, "Vallahi sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da geldin.. tekrar çevikçe acele et, yine onun sıfatlarına ulaş! (4192, M3) kanla dolu yolları aşk yoluna dönüştürme mücadelesinden asla vazgeçmeyecektir. "Fakat yol gösterenimiz aşk olduğu için bizim korkumuz yok! Çünkü, aşk, bu yolda nasıl gideceğimizi bize öğretiyor." (1713, DK3)
Dinler ve Peygamberler Arasında Fark Yoktur
Gece gündüzü, gündüz geceyi tamamladığı gibi, dini, dili, mezhebi farklı, fakat aynı Allah'ın kulu olan insanlar, Hak ve hakikati anlama ve anlatma sevdasıyla yanıp tutuşmaktadırlar. Bundan dolayı bir dinin, mezhebin, Tanrı, toplumsal olaylar veya yaşam tarzları hakkındaki yorumlarını diğer dinlerin, mezheplerin yorumlarıyla karşılaştırmak, bunlardan birini hakikat diğerini batıl ya da kafir, birini doğru, diğerlerini yanlış olarak değerlendirmek, Tanrı inancıyla çelişmektedir. "Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır ama hakikatte birdir. Geceyle gündüz görünüşte birbirine zıttır, düşmandır; fakat her ikisi de bir hakikatin etrafında dönmekte, ağ kurmaktadır. İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister." (4417-4419, M3)
Mevlana'ya göre canlı, cansız tüm varlıkları, tüm insanları, evreni Tanrı'nın kitabı, O'nun eseri olarak yorumlayan, "Tanrı Kur'an'ına kaçar, sığınırsan peygamberlerin ruhlarına karışırsın." (1537, M1) dinleri, dilleri, mezhepleri, yaşam tarzları farklı insanlara iyi, kötü, Müslüman, kafir ayrımı yapmadan, onları Tanrı'nın kulu olarak gören, onları karşılıksızca seven, "O dünya ehli, iyiye de merhamet eder, kötüye de... iyiyi de esirger, kötüyü de" (4525, M3) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları anlamaya, kendi düşüncelerini hiçbir dayatmaya gerek kalmadan onlara aktarmaya çabalayan, "İnsanın bedeni, bir konuk evine, çeşitli düşünceler de ayrı ayrı konuklara benzer. Arif, o neşeli ve gamlı düşüncelere razıdır, âdeta gariplerin hatırını hoş eden Halil Peygambere benzer. Onun kapısı da konuğu ağırlamak için daima kâfire de açıktı, mümine de, emin olana da açıktı, haine de. Bütün konuklara güler yüz gösterirdi." (3643, M5) toplumsal bakışın ötekileştirdiği bütün insanları Tanrı tarafından yaratılan en değerli varlık olarak değerlendiren, "İyi, kötü, güzel, çirkin her şey Hakk'ın eseridir. Her şeyi o yaratmıştır."(1384, DK3) dini, dili, mezhebi farklı insanların düşüncelerini özgürce dile getirebilecekleri ortamları oluşturmaya çabalayan, onlar arasında ayrım yapmamaya özen gösteren tüm peygamberler, yazarlar, bireyler yeryüzünde Tanrı'nın elçiliğini, peygamberliğini yapmaktadırlar. "İsa'nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptelâ, sakın bu kapıyı bırakma. Halk her taraftan toplanır, kör, çolak, kötürüm, topal… hepsi." (298-299, M3)
Yeryüzünde tek bir mezhep olması gerekirken, "Bundan dolayı dinler, mezhepler, ancak tek bir mezhepten ibarettir."(2124, M3) bir peygamberin diğer peygamberlerle karşılaştırılması, bir peygamberin, bir dinin, bir mezhebin, diğerlerine karşı üstün olduğunu kanıtlama, kendi dinini, mezhebini haklı çıkarma, diğer dinlerin, peygamberlerin haksız olduğunu iddia etme çabaları, sadece ayrımcılığı körüklemeye hizmet etmekte, dinler, mezhepler ve insanlık tarihinin kıyasıya mücadelelere, katliamlara sahne olmasına neden olmaktadır. "Bizim mezhebimizde kendini beğenmekten, kendinden yana çıkmaktan daha beter bir cinayet yoktur!" (2476, DK5)
Tanrı'yı toplumlara barışçıl ve insancıl yöntemlerle anlatmayı amaçlayan peygamberler, yazarlar, şairler ve bilim insanları arasında da hiçbir farkın olmadığını vurgulayan Mevlana, "Her peygamberin bir yolu, her velinin bir mesleği vardır. Fakat değil mi ki hepsi de halkı Hakk'a ulaştırıyor, birdir." (3086, M1) peygamberlerin birine yapılan övgünün bütün peygamberlere ve dolaylı olarak Tanrı'ya yönelmiş olduğuna, bütün dinlerin, mezheplerin tek bir Tanrı inancı çatısı altında tanımlanması, dinler, peygamberler ve mezhepler arasında asla karşılaştırma, ayrım yapılmaması, hiçbir dinin, mezhebin, peygamberin diğerlerinden üstün olduğunu iddia edilmemesi gerektiğine, "Peygamber bu dünya için kulları Tanrı'ya ulaştıran bir bağdır. Çünkü o müminlerle Tanrı arasında bir vasıtadır. .....Tahiyatta, salih kişilere selâm verilirken bütün peygamberler methedilmiş olur; hepsinin methi, birbiriyle yoğururlar. Medihler, birbirine karışır, âdeta testilerdeki sular, bir leğene dökülür. Çünkü övülen, bir kişiden daha fazla değildir ki." (2122-2123, M3) diğer dinlere ve mezheplere ait peygamberlerin, düşünürlerin kitaplarını, eserlerini okumaya, düşüncelerini anlamaya çabalamanın, bireyi Tanrı'yı anlamaya bir adım daha yaklaştıracağına dikkat çeker. "İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan...hiç fark yok." (1949, M1)
Kendi dininden, mezhebinden olmayanların katledilmesi gerektiğini iddia eden din anlayışından kopamamak, kiliseye de, camiye de gidenlerin aynı Allah'a ibadet ettiklerini, Tanrı'nın tüm evreni yarattığını, her daim tüm mekânlarda konakladığını kavramamak, "Deniz, bir mataraya ne kadar sığabilir ki? Ey insandaki binlerce Cebrail! Ey âdi bir kalıpta gizli Mesih'ler! Ey kilisede gizli binlerce Kabe! Ey ifriti, iblisi yanıltan, yanlışlara sevkeden! Sen mekân ilinde mekânsızlık secdegâhısın. İblislerin dükkânı senin yüzünden yıkılmıştır., neden ben bu toprağı tapı kılayım? Neden bir surete din adını takayım? dedi." (4583-4587, M6) bütün insanları aynı Allah'ın kulları olarak görememek, "Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır." (1662, M1) bugün kafir özelliği gösteren birinin, yaptığı hatalardan ders çıkararak gelecekte değişebileceğini, olgunlaşabileceğini göz önünde bulundurmamak, dinleri, dilleri, mezhepleri farklı insanları incitici, küçük düşürücü ön yargılarla değerlendirmek, yeryüzündeki insanların yaşam, Tanrı ve toplumsal olaylar hakkında göreceli düşüncelere sahip olabileceğinin, farklı yaşam tarzları sergileyebileceklerinin bilincinde olmamak, Tanrı'yı anlamayı imkansız hale getirmektedir. "Çünkü senin gözünde onun küfrünün, kötülüğünün hayali var, halbuki dostun gözünde onun müminlik hayali cilve etmekte." (603, M2)
Tanrı ve Şiddet Asla Bağdaşmaz
İnsanların namaz kılıp kılmadıklarına, oruç tutup tutmadıklarına, kötülük yapıp yapmadıklarına bakmadan, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan, onların yaşamına zerre kadar müdahale etmeden, yeryüzündeki bütün insanlara nimetler sunan Tanrı'yı, insanları katlederek anlatanlar, dinlerine, dillerine, mezheplerine, yaşam tarzlarına, toplumdaki konumlarına göre onlar hakkında ileri geri yorum yapanlar, O'nun adına hüküm verme yanılgısına (kafirliğe) kapılırlar. "Herşey iyidir derler ya, doğru söylerler. Herşey Tanrı'ya göre iyidir, olgundur; fakat bize göre değil. Zina etmek, namaz kılmamak, namaz kılmak, kâfir olmak, Müslüman olmak, Tanrıya eş-ortak tanımak, Tanrıyı bir, eşsiz-ortaksız bilmek... Hepsi de Tanrı'ya göre iyidir; fakat bize göre zina etmek, doğrulukta bulunmak, kâfir olmak, Tanrı'ya eş-ortak tanımak, kötüdür; namaz kılmak, hayırlarda bulunmak iyidir; Tanrı'ya göreyse hepsi de bir. ....Ona göre hepsi de olgunluktur" (7.Bölüm, F)
Tanrı, insan bedenindeki ölen hücrelerin yerine canlı hücreleri geçirerek yaşamın sürmesini sağlarken, akıp giden zamanla birlikte değişmekte olan bireyi dondurarak, taşlaştırarak zaten ölüme doğru akmakta olan, fakat yaşamak, birbirlerini tanımak, Hak ve hakikati anlamak ve anlatmak amacıyla yaratılan bir bedenin farklı dine, mezhebe aidiyeti olduğu gerekçesiyle yaşamına insan eliyle son vermek, ya da onları topluca katletmek, Tanrı inancıyla örtüşmemektedir. "Evet görünüşte senin bedeninde bulunan hücreler susmada ama, onların hepsi de gizli işler yapıyorlar, hepsi de kalleşçesine varlığınla kumar oynuyorlar, hepsi de hem görünüyor, hem gizli. Hepsi de birbirini yemekle meşgul birbirlerinin hem avı, hem avcısı." (2821, DK6)
Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı olan insanların gelecekte değişebileceğini hesaba katmadan kendi dininden, mezhebinden olmadığı gerekçesiyle onlarla iletişim kurmamak, "Nice Yahudi vardır ki sonu iyi olur. Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Müslüman olarak ölebilir olur ya. Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamı ile yüzünü çeviriyorsun." (2450-2451, M6) onları iyi-kötü, güzel-çirkin, müslüman-hristiyan gibi sıfatlarla yaftalamak, "Tanrı'nın yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile... hepsi doğrudur. Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir. Her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı." (2597-2599, M6) hem değişim ve dönüşüm yasalarını işleten Tanrı aklıyla çelişmekte, hem de Tanrı aklına müdahale etmek, insanın yaratılış amacını tanımamak, tersine çevirmek anlamına gelmektedir. "Hiçbir ayna yoktur ki ayna olduktan sonra tekrar demir haline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki tekrar harmandaki buğday şekline dönsün. Hiçbir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir olmuş meyve tekrar turfanda haline gelmez." (1317-1318, M2)
Toplumdaki konumu, makamı ne olursa olsun, hiç kimsenin dinsel ya da mezhepsel inancını, yaşam tarzını, başkalarına dayatmalarla, kaba kuvvetle, zorbalıkla kabul ettirmeye hakkı olmadığının, her bireyin yaşamı, toplumsal olayları kendi kültürel değerlerine, bireysel donanımına göre yorumlayabileceğinin, Hak ve hakikatin insanları ve toplumları katlederek anlatılamayacağının, "Bu, belletme içindi dersen bilgisizlik, nasıl olur da anlatma vesilesi kesilir?" (1633, M6) bireylere uygulanan her türlü dayatmanın putperestlik olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizen Mevlana, "Belletme mevkii de bir nevi şehvettir ve her çeşit şehvet, yolda puttur." (3317,M4) insanın bireysel ve toplumsal yaşamda ortaya çıkabilecek sorunları şiddet kullanmaya gereksinim duymadan, "Dama doğru basamak basamak çıkmalı, burada Cebrî olmak ham tamahtır. Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, neye pençeni saklarsın?" (930- 931, M1) barışçıl ve insancıl yöntemlerle çözebilecek yeteneklerle yaratılmış olduğuna dikkat çeker. "Çünkü bu illetlerin her birinin devası vardır. Deva kabul etmeyen illet kaza ve kaderdir. Bilki her hastalığın mutlaka bir devası vardır. Soğuk illetinin devası nasıl kürk giymekse."(1703-1704, M5)
En Büyük Anlatıcı Tanrı'dır
Tanrı'nın yüceliğini anlatmak için, bir dinin, peygamberin, mezhebin, diğerlerine karşı üstün olduğunu kanıtlamak amacıyla çıkartılan savaşların Tanrı inancıyla asla açıklanamayacağı düşüncesinden hareket ederek bireysel ve toplumsal sorunların çözümünde kaba kuvvete başvurmanın, sorunları şiddet kullanarak çözmenin, şiddete şiddet ile karşılık vermenin, sorunların çözümünün zorlaşmasına, bireylerin ve toplumların gittikçe batağa saplanmasına, savaş kurbanlarının sayısını çoğalmasına neden olduğunu saptayan Mevlana, "Ne yapacaksan düşün de öyle yap, ....Bu cebir inanışını bırak, pek boştur bu inanış."(3184-3187, M5) savaşlara ilkesel ve kuramsal olarak karşı çıkar "İnsanların savaşı, çocukların kavgasına benzer. Hepsi de anlamsız ve saçmadır."(3435, M1)
Tanrı'nın yüceliğini, dini, dili, mezhebi farklı olan insanları kafir olarak yaftalayarak, katlederek anlatmak, O'nun anlaşılabileceği iletişim ortamlarını ortadan kaldırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. "Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı! Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün. Onu anlamanın afeti, sözdür, haldir; kanı kanla yıkamanın imkânı yok!" (4725-4727, M3) Bireysel ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan sorunlara, dargınlıklara, anlaşmazlıklara karşılıklı görüşmeler yoluyla çözüm aramak, yeryüzünde Tanrı'nın muhabbet sıfatını yansıtmak anlamına gelmektedir. "... barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir." (4725, M1) Tanrıhakkında ne kadar bilgi verilirse verilsin, konuşulursa konuşulsun, O'nu örten gizemlerin azalmadığının, tam tersine daha da arttığının bilincine varıldığı iletişim ortamları, yaşamın, toplumsal olayların ve Tanrı'nın kavranılmasına hizmet ederler. "Rızık, kazançla, zahmet ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde eder. Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin... evlere kapılarından girin." (1465-1466, M3)
Yaşamı oluşturan Tanrı, dağlara, taşlara, "Şaşırıp kaldığı sıralarda taşın söz söylediğini, işarette bulunduğunu görmüş de büsbütün hayretlere dalmıştır!" (911, M4) rüzgârlara, denizlere, göllere söz söyletmesiyle, "Rüzgâr, bana söz söyler... taş ve dağ, eşyanın hakikatını anlatır!" (970, M4) tek kelime bile etmeden, hiçbir söz ustasının dile getiremeyeceği derinlikte anlamlı sözlerle, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı tüm insanlara, "Allah'ın sanatı, cihanın bütün cüzilerine karşı âdeta afsuncuların ağzından çıkan soluğun, harfin tesirini yapar. Allah çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Allah." (1070-1071, M6) Hak ve hakikati şiddete, zor kullanmaya gereksinim duymadan, örnekler vererek anlatmasıyla en büyük anlatıcı, "Övüşleri namahrem olanlardan gizlemek için Tanrı bile hikâyeler söylemekte, misaller getirmektedir." (2114, M3) en büyük sanatçı, en önemli aydınlanma kaynağı, sanatın, sanatçının, yaratıcılığın, özgürlüğün, özgünlüğün simgesidir. "Tanrı, yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur. Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstada tâbidir, örneğe muhtaçtır." (1630-1631, M1)
İnsanların yüzlerindeki acı, tatlı, iyi, kötü, çirkin, mutlu, mutsuz ifadeler, "Sus, sus da, ben kaşla gözle ona binlerce macera okuyayım." (1516, DK3) hatta nesneler bile, bakmasını bilen, anlamak isteyen göze, dinlemesini bilen kulağa, "Her cansız şey, peygambere hikâyeler söyler. Kabe, hacıya tanıklık eder, söz söyler." (4289, M6) yaşama, toplumsal olaylara, Tanrı'ya dair gizemleri ortaya çıkarabilecek yeterli derecede ip uçları sunmakta, her daim O'nu anlatmakta, O'ndan bahsetmektedirler. "Uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz. Ağlarsak rızklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!" (1511-1513, M1)
Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı ne olursa olsun, Tanrı tarafından yaratılan tüm insanları Tanrı'nın eseri, kitabı olarak değerlendirmek, onlarla Tanrı'nın huzurundaymışçasına ön yargısızca iletişim kurmak, onları anlamaya çabalamak, iletişimde bulunduğu tüm insanları Tanrı varlığının yer-ve gökyüzündeki kanıtları olarak yorumlamak, onlara Tanrı'ya verdiği kadar değer vermek, "Her kulun adını âlem padişahı tak." (4442, M6) iletişim kurduğu her insanın yaşam öykülerini, sözlerini, düşüncelerini Tanrı'yı kavramaya katkı sağlayabilecek bir kıvılcım olabileceği öngörüsüyle can kulağıyla dinlemek, "Konuk evine her gün nasıl bir yüce konuk gelirse onun gibi her an da sana bir fikir gelir. Canım, fikri bir adam say. Çünkü adam, fikirle değerlidir, fikirle diridir." (3676-3677, M5) onların yaşamlarını özgürce şekillendirebilecekleri iletişim ortamlarını oluşturmak, "Bu suretle de gönlün, suretlerle dolu bir ayna kesilsin; ona her cihetten gümüş bedenli bir güzel aksetsin!"(2470, M4) onları beklentisizce sevmek, Tanrı'nın iletişim ve aşk özelliklerini yeryüzünde yansıtmak anlamına gelir. "Şu halde muhabbeti de Tanrı sıfatı bil, aşkı da."(2187, M5
Tanrı'nın Kitabı Evrendir
Tanrı tarafından yaratılan yer- ve gökyüzündeki tüm canlı ve cansız varlıklar surettir. Suretler aslı görmek, Tanrı'yı kavramak için araçtır."Sureti fânidir; o bir ayna kesilmiştir... o aynada başkalarının yüzünden gayrı bir şey görünmez."(2140, M4) Evrendeki tüm suretler bir taraftan Tanrı'nın elçiliğini, peygamberliğini yerine getirirken, "Bütün âlem, esasen arazdı. ...Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden vücuda gelir? Düşüncelerden. Bu cihan, Akl-ı Küllün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere." (975-979, M2) diğer taraftan kendisi görünmeyen, fakat ebediyete kadar yaşamın gerçekleşmesini sağlayacak olan Tanrı'nın varlığının kavranılmasına aracılık etmekte, "Bazı, bazı o suretsiz varlık, yokluk gizliliğinden kerem eder, suretlere yüz gösterir. Her suret ondan yardım görür. Bu suretle onun yüceliğinden güzelliğinden kudretinden var olur. " (3743-3744, M6) O'nun tüm evreni ve evrendeki yaşamı sağlayan kuralları belirlemedeki, yaratmadaki, sanatçılığındaki sınırsız ve sonsuz gücünü, kudretini yansıtmaktadır. "Allah'ım! Yarattığın her varlık, her şey, her zerre senin san'atını, yaratma gücünü, kuvvetini, kudretini gösteren birer ayna. Sanki, daimî önüne bir ayna koymadasın. Bu bir gerçek ki, eşsizsin, benzerin yok. Aynadakinden başka sana bir eş de yoktur."(2889, DK5)
Yazar, eser ve okur arasındaki iletişim örneklemesi, Tanrı'yı anlamaya götürecek en doğru yoldur. Yer- ve gökyüzünü oluşturan tüm canlı ve cansız varlıklar Tanrı'nın yazdığı kitap, metin, eser, paragraf, cümle, harftir. Tanrı'nın eseri, kitabı olan birey, O'nun eserlerindeki harfleri, cümleleri olarak değerlendirilebilecek, "Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini duy, onları ye!" (1286, M3) tüm canlı ve cansız varlıkları kendine özgü bakış açısıyla görebilecek, kendine özgü cümlelerle yorumlayabilecek, anlayabilecek, anlatabilecek özelliklerle yaratılmıştır. "A insan, Tanrı kitabı sensin, sen. Padişahın güzelliğine bir aynasın sen. Kâinatta ne varsa senden dışarıda değil; Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara... Ne arıyorsan sensin, sen." (16.Bölüm, F)
Sanatçı hiçbir amaç gütmeden hikâye, masal yazmaz, anlatmaz, resim çizmez, eser ortaya koymaz. Sanatçı, çizdiği resmin, yazdığı hikâyenin, ürettiği eserin okur ya da dinleyici tarafından yorumlanması, anlaşılması, anlatılması için onların beğenisine sunar. "Hiçbir ressam var mıdır ki yaptığı resmi, hiçbir menfaat ümidi gözetmeden yalnız resim yapmak için yapsın. Hem resim yapmak için yapar, hem de uluların büyüklerin bir vesile ile kederlerinden kurtulmalarını ister. Çocukların neşelenmesini, bu resimle ölüp gitmiş dostların, dostlar tarafından hatırlanmasını diler. Hiçbir testici yoktur ki içine su konmasını düşünmeden testisini, sırf testi yapmak için yapsın! Hiçbir kâseci yoktur ki kâseyi ancak kâse olmak için yapsın da içine yemek konmak için yapmasın! Hiçbir hattat yoktur ki özene bezene yazdığı yazıyı yalnız yazısını, yazısının güzelliğini göstermek için yazsın da okumak için yazmasın." (2881-2886, M4)
Tanrı tarafından yaratılan eserlerin harfleri, cümleleri olarak kabul edilebilecek birey, diğer eserleri, canlı ve cansız tüm varlıkları, insanları dilediği gibi okumakta, yorumlamakta elbette özgürdür. Fakat eseri oluşturan harflere, noktalama işaretlerine, sayfalarına, bölümlerine, ya da tümüyle esere zarar vermek, hem Sanatçı'nın eserlerinin anlaşılmasını ortadan kaldırır, hem de Sanatçı'nın insanları yaratma amacına karşı yöneltilebilecek en büyük saygısızlık, en büyük hakaret, Tanrı'nın gücüne meydan okuma, hatta O'nu inkâr etme anlamına gelir. Hz. Muhammed Tanrı'nın eseri olan bir bedeni incitmenin, O'nu incitmeye "Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı'yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir."(2520, M1) insanın organlarına zarar vermenin, onları katletmenin, organlarını bedenlerinden ayırmanın, koparmanın, O'nun bedeninden parçalar koparmaya, kesmeye, doğramaya, O'nu katletmeye eşdeğer olduğunu, Tanrı'nın yüceliğinin anlaşılmasına zerre kadar katkı sağlamadığını, tam tersine Tanrı'nın anlaşılabileceği iletişim ortamlarını ortadan kaldırdığını belirtmiştir. "Peygamber: …'Ey ulular, ben size baba gibi şefkat ederim, sizi babanız gibi severim. Çünkü siz benim cüz'lerimsiniz. Neden cüz'ü külden ayırırsınız?' demiştir. Cüz, külden ayrıldı mı bir işe yaramaz. Tenden bir uzuv kesildi mi o uzuv, murdar olur. Tekrar aslına ulaşmazsa ölür kalır, candan haberi bile olmaz. Oynasa, hareket etse bile bu, onun diriliğine delil olamaz. Senin kesilen uzvun da bir müddet oynar, hareket eder. Cüz, külden ayrılırsa bir tarafa gider, kaybolur, kül de noksan kalır. Fakat bu bahsettiğimiz kül o noksan kalan kül değildir." (1934-1939, M3) Değil öldürmek, yaşamak, Hak ve hakikati aramak için yaratılan bir bedene en küçük zarar vermek, her zerresi yaşama hizmet eden doğanın tüm unsurlarını mateme büründürmeye yetmektedir. "Böyle bir yüzü tırnakla yaralamak kâfirliktir. Ay bile onun ayrılığı ile ağlamada." (555, M5)
İbadet
Tanrı inancını para kazanmak amacıyla kötüye kullananlar, toplumsal saygınlıklarını arttırmaya indirgeyenler, "Ekmek isteyen yıllardır Allah der, fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer. Dudağındaki gönlünden doğsa, gönlünü aydınlatsaydı bedeni zerre zerre olurdu. Şeytan'ın adı büyü yapmaya yarar, sen de Tanrı adıyla mangır elde edersin!"(500-502, M2) öldükten sonra cennete gidebilme beklentisiyle ibadetin sadece simgesel boyutunu yerine getirmekten, ezberciliğin, taklitçiliğin tutsağı olmaktan öteye geçememişlerdir. "Şu halde Tanrı'dan bir şey umarak, Tanrı'dan korkarak sevenler, taklit defterinden ders okumaktadırlar."(4595, M3)
Hak ve hakikati araştırmaksızın yerine getirilen ibadet, taklitçiliğe, dolaylı olarak da katliamlara neden olmaktadır. "Taklit, her iyiliğin afetidir." (484, M2) İbadet ettiği için, kendini kamil insan saymak, sadece kendi vicdanını rahatlatmaya yönelen, fakat gelecekte bireysel ve toplumsal felaketlere neden olabilecek bir yaklaşımdır. "Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz, çimensiz kapkara topraktır. Gar gur edip duran boş buluta benzer. ...Hileli ve yalan vâde gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak görünür." (1056-1058, M6)
Katliamların tüm insanlığı büyük acılarla karşı karşıya bıraktığı dönemlerde edindiği/edineceği mal, mülk, şan ve şöhretten dolayı kendini başarılı, akıllı insan görme kolaycılığına kapılmak, "Ahmaklar baş oldular da akıllılar başlarını kilime çektiler!" (1452, M4) toplumsal sorunlarla ilgilenmemek, toplumsal yaşama sırt çevirmek, "Topluluktan bir an bile ayrılmak bil ki Şeytan'ın hilesinden ibarettir." (2166, M2) katliamları oluşturan çarklarla yüzleşmemek, bunların dua ve ibadet ederek çözüleceğine inanmak, toplumu inandırmaya çalışmak, "Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir? Bu, şeraitte görülmüş bir şey mi? Ya paranla alarak bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar, yahut vasiyet eder, yahut da gönlünden kopar, sana verir. Bu çeşit bir şey olmadıkça bir şeye sahip olamazsın ki." (2328-2329, M3) kafir olarak yaftalananların katledilmesi gerektiğini dayatan toplumsal bakışın etkisinde kalmak, katliamları durdurma mücadelesine girişmemek, katliamları olumlamaya eşdeğerdir. "Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir." (943, M1)
Dini, dili, ırkı, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların kendisi gibi Tanrı'nın kulu olduğunun, onlarla kurduğu iletişimde hem onları hem kendini, hem de Tanrı'yı daha iyi tanıyacağının bilincine eremeyenler, onlara bırakın hizmet etmeyi, onlarla iletişim kurmayı reddedenler,"Âdem'e secde edin diye ses gelip durmada. Âdem'seniz bir an olsun kendinizi görün!" (2264, M6) namaz kılmanın, zekât vermenin, oruç tutmanın önemini kavrayamamış, "Dışta olan namaz, oruç ve sair ibadetler, içteki nura tanıktır. Bu namaz, oruç ve savaş da inanışa tanıktır. Bu zekat, hediye, bu hasedi bırakma da kendi sırrından haber vermedir." (183-184, M5) yumurtanın kabuktan ibaret olduğu yanılgısına kapılmış, yumurtanın içinde bir canlı barındığının farkına varamamış, ibadetin özünü kavrayamamışlardır. "Namaz yumurtasından civcivi çıkarmaya bak!... Yoksa tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi boş yere başvurup durma." (2175, M3)
Hac ibadetinin asıl anlamının, kendini biçimlendiren dinsel, mezhepsel ön yargılardan arınmak, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan onlarla iletişim kurmak,"Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Onun şekline rengine bakma; azmine ve maksadına bak. Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de." (2894-2896, M1) ordaki insanların gönlüne girmek, gönlünde kalmak olduğunu kavramayanlar, orada taş ve topraktan başka bir şey görememişlerdir. "Eğer senin gönlün varsa, gönül kabesini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kabe'nin manası gönüldür! Cenab-ı Hakk, görünen ve bilinen suret kabesini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül kabesi elde edesin diye sana farz kılmıştır! " (3104, DK6)
Kabe'ye gidebilmek amacıyla Hac yolunda büyük özverilere katlananların, zekât verme ibadetini yerine getirebilmek için cami inşa edenlerin, adeta ibadet edilen camiyi kutsamaları, Hak ve hakikati öğrenme konusunda hiçbir çaba göstermemeleri, "Bu halk, Allah için paralar verir, yüzlerce hayrın temelini atar, mescitler yaparlar. Sarhoş âşıklar gibi uzun bir yol olan Hacca giderler, seve seve canları ile, malları ile oynarlar. Hiç o evde kimse yok derler mi? Ev sahibi, ev içinde gizlenen cana benzer." (862-864, M6) camide namaz kılanları incitmeleri, bireysel özelliklerinden dolayı onlarla alay etmeleri, incittikleri insanların da Tanrı tarafından yaratıldığının farkına varamadıklarının, onları Tanrı'nın bir kulu olarak göremediklerinin bir göstergesidir. "Ahmaklar, mescide… hürmet gösterirken, secde edenin kalbini kırmaya çalışırlar. Gerçekteyse ey aptallar; o mecaz, bu hakikattir." (39-41, M2)
Cennet ve Cehennem
Din, dil, ırk ayrımı yapmadan nimetlerini bütün insanlara sunan Tanrı, yer- ve gökyüzünü, evreni zaten cennet olarak yaratmıştır. "Ben cihanı nimetlerle dopdolu görüyorum... sular kaynaklardan coşup akmada...Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum. Her cüzün, bana bir cennet göründü." (1089, M6) Sevap, günah, ibadet gibi kavramların göreceli olduğuna, zamandan zamana, toplumdan topluma değişkenlik gösterebileceğine, haram, günah diye yasaklanan düşüncelerin farklı zamanlarda, farklı toplumlarda ibadet, sevap olarak yorumlanabileceğine, yöneticilerin bu kavramları saltanatlarını sürdürmek, çıkarlarını korumak, halkı uyutmak, amacıyla kötüye kullandıklarına, katliam üreten toplumsal koşulların ancak devlet aygıtının sevap olarak yorumladığı eylemlerin günah, günah olarak yorumladığı eylemlerin sevap olarak değerlendirilmesiyle cennete dönüştürülebileceğine, "Tanrı ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Çünkü günah ve suç ibadet olmuştur." (3835- 3836, M1)cennet ve cehennemin mekân olarak tasarlanmadığına vurgu yapan Mevlana, cennet ve cehennemi bireyin hayatta gerçekleştirmeyi amaçladığı ya da gerçekleştirdiği eylemlerin ruhsal dünyasında oluşturduğu hissiyatı olarak yorumlar. "Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... orası amellerden, niyetlerden yapılmadır." (475, M4)
Cennet ve cehennem yaşamdan, bu dünyadan ayrı değildir. İnsan kendinin bazen cennette, bazen de cehennemde yaşadığını hisseder. Sevgi ve saygı temelinde şekillenen ilişkilerde hissedilen mutlu anlar cenneti, maddi değerlere bağlı kalmanın, nefsine, bencilliğine kapılmanın, gündelik yaşamda diğer insanları kendi emellerine ulaşabilmek amacıyla araç olarak kullanmanın, birbirlerini incitmenin, birbirlerine zarar vermenin neden olduğu mutsuz anlar cehennemi simgelemektedir. "O âlem, ne bu âlemin içindedir, ne dışında. Ne altında, ne üstünde. Ne bu âleme bitişiktir, ne bu âlemde ne ayrı. Neliksiz, niteliksiz bir âlemdir o âlem. Her an, o âlemden binlerce eser ve numune görünür." (2787- 2789, M5)
Nefsini dizginleyememek, bencilliğini kontrol edememek, maddi değerler peşinde koşmak, kendi dinini hakikat, diğer dinlere, mezheplere aidiyetleri olanları kafir olarak nitelemek, yaşamı cehenneme dönüştürmekte, "Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzüler daima küllün tabiatındadır." (1382, M1) öldükten sonra cennete gidebilmek amacıyla sevap kazanmak için çırpınıp durmak, cehenneme gitmemek için toplumsal yapıların günah olarak yorumladığı eylemlerden uzak durmak, sadece maddi değerlere odaklanmaya neden olmakta, Hak ve hakikati, aşkı kavramayı ise engellemektedir. "Şehvet peşinde koşanlara, bedenlere gönül verenlere aşktan pek söz açma! Çünkü onlar, korku ve ümit arasında yaşamakta, sevap ve günah hesabıyla uğraşmaktadırlar." (313, DK1)
Yaşanmakta olan kıyametle, katliamlarla, yüzleşmeden, kopacağına inanılan kıyametten korkmanın, "Sen bugünkü kıyameti gör de, yarınki kıyameti hiç sorma!" (1208, DK3) bireysel sorunların, katliam üreten toplumsal koşulların dua ve ibadet ederek çözüleceğine inanmanın, hiçbir anlamı olmadığını belirten Mevlana, "Ey bahtlı kişi! Kuru duayı bırak….Ağaç mı istiyorsun, tohum ekmelisin." (1187, M1) katliam üreten toplumsal koşullarla hesaplaşmayı, "Şekilden geç, mânâya ulaş!.. Ne güzel ibadet ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor; fakat bir parçacık bile tat yok. İbadet kabuktan ibaret, içi yok; cevizler çok, ama içleri boş. İbadetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için iç gerek! İçsiz tohum fidan olur mu?"(3394-3397, M2) olumsuz toplumsal koşullarda bireysel sorumluluk aramayı, daha insancıl, daha barışçıl bir toplumsal yaşam kurabilecek söylemi dolaşıma sokma, daha barışçıl toplumsal koşullar oluşturma mücadelesine girmeyi, ibadetin özü olarak yorumlar. "Bostan ekmek arazdır, bostanda biten mahsul cevheridir. zaten maksat da budur. Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir. ...Şu halde 'ben ibadette bulundum' deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme. Köle dedi ki: 'Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir. Padişahım, araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı; iş bâtıl olur, sözler manâsız bir hale gelirdi. Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp haşrolur. Her şey, neye lâyıksa o şekle tebeddül eder.' " (953- 961, M2)
Yaşamda kalmaktan, yaşamını sürdürmekten başka amacı olmayan, katliamlara seyirci kalan halkın değer yargılarından uzaklaşmak, "Halkın yelinden, nefesinden bedenini ört. Onların havaları, kış rüzgârlarından da soğuktur. Örtün, bürün de burnuna girmesin. Onlar, cansız, donmuş kişilerdir." (88-89, M6) savaşları kazanan padişahları, komutanları kahramanlaştıran halkın dolaşımda tuttuğu cihat söylemine katılmamak, "...bu halkın sohbetini de tûfan say. ... akrabalarından daha fazla sakın." (2225-2226, M6) yeryüzünü cehenneme çeviren din yorumlarının etkisinde kalmamak, "Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir." (577, M3) kâfir oldukları gerekçesiyle katledilmesi gerekenler olarak yaftalanları yaşatma mücadelesine girmek, "Senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. Böylece o düşman senin dostun olur." yoksulların, hor görülenlerin yaşama tutunmasını destek vermek, "Yoksullara ihsanda bulundun, zekât verdin, elinle bir hayırda bulundun mu o âlemde bu hayır, ağaçlık, çayırlık, çimenlik olur. Sabır suyun, cennetteki nehirler… cennetin süt ırmağı, sevgin, aşkındır." (3460-3461, M3) ötekileştirilene karşı hissedilen ön yargılardan arınmanın kendi mutluluğunu sağlayacağının, kendi yaşam sevincini arttıracağının bilincine varmak, "Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun. İşte o sevinç cennetin ta kendisidir. Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir. Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Düşmanları andığın vakit, için, dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir." din, dil, mezhep, ırk ayrımı gözetmeksizin bütün insanları sevmeyi ibadet olarak yorumlamak, "Namaz ve yol gösteren ibadet beş vakit olarak farz edildi. Fakat aşıklar daima namazdadır." (1669, M6) cehennem haline getirilen yeryüzünü yeniden cennete dönüştürecek, daha insancıl, daha barışçıl bir Tanrı inancının ete kemiğe bürünmesine, yaşamla buluşmasına katkı sağlayacaktır. "Zorla, yahut sevaba girmek için değil de bu razılık, kendiliğinden meydana gelir, .... Yaşarsa Tanrı için yaşar, mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Tanrı için ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, onun dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir." (1907-1912, M3)
Bireysel ve Toplumsal Yaşamın Kurucusu Sözdür
Ateş gibi gözle görülebilen somut varlıkların algılanması bile, dile getirilmesine bağlıdır. Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların barış ve huzur içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek bir Tanrı inancı inşa etmek, katliamları durdurabilmenin, evrensel barışı kurabilmenin ön koşuludur. "Ateşin varlığını sözle bildin, …" (860, M2)
Yaşamda söylenilen sözlerin, gerçekleştirilen eylemlerin gelecekte daha güzel bir hayatın kurulmasına, "Şeriatın canı da âriftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş zamanlardaki zâhitliğin mahsulüdür. Zâhitlik, ekmeye çalışmaktır. Marifet de o ekilenin bitmesidir. Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. " (2092-2094, M6) dini, dili, mezhebi farklı toplumların aydınlanmasına, adalet, huzur ve refah içinde yaşamasına katkı sağlayabileceğine, "Senin sözünle yüz binlerce kişinin can gözü açıldı, gayb âlemine hazırlandı." (2500, M3) ölümlü/fani bedenin varoluşunu inşa edeceğine, öldükten sonra daha önce yaşadığını, varolduğunu kanıtlayacağına inanmak ise, iman etmenin temelidir. "İm'an ne demektir? Kaynaktan su akıtmak. Bedenden can gitti mi o cana 'giden revan' derler. Canı beden bağından çözüp kurtararak çayırlığa, çimenliğe salıveren hakîm. Hayatla ruhu ayırt etmek için ona bu iki lâkabı taktı." (2187- 2189, M6)
Katliamların durdurulmasına, daha barışçıl toplumsal koşulların oluşmasına katkı sağlamayı düşünen birey, barış söyleminin inşa edilmesinin de, dolaşıma girmesinin de zannedildiği kadar kolay olmadığının, bunun ancak kuşaklar boyu sürecek mücadelelerle gerçekleşeceğinin, "Bu âlem de daimî olarak doğurur, o âlem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana getirir. Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep haline gelir. Bu sebepler, nesilden nesile yürür gider. Fakat görmek için adamakıllı aydın bir göz lâzım dedi" dedi." (1000-1002, M2) yeryüzünün farklı mekânlarında yaşamakta olan toplumların barış içinde yaşamasına hizmet eden eylemlerinin ve düşüncelerinin kendisine döneceğinin, bedenini ebedileştireceğinin bilincinde olması gerekir. "Fakat o suretler, gayp âleminde doğarlar. …Kendine gel de her eşe hemen sevinme. Vaktini bekle. O zürriyetlerin sana ulaşacağından emin ol. Onlar, amelden ve sebeplerden doğmuşlardır. Her birinin sözü vardır, mekânı vardır." (3895-3898, M5)
Toplumlar arasında pompalanan düşmanlık düşüncelerine kapılmayı, kendi dininden, mezhebinden, ırkından olmayanlardan nefret etmeyi, "Şeytan sıfatı olan kin, ona çattı, sataştı! Hiddetin, kinin yapılıp düzüldüğü tezgâh oldu... bil ki kin, sapıklığın, kâfirliğin temelidir!" (110-115, M4) dinleri, ırkları, mezhepleri kendine benzemeyenlere aşağılayıcı, küçümseyici gözlerle bakmayı, "Kafirler gözlerini işin içine atmadılar da o yüzden deriyi iç sandılar." (1949, M5) katliamları oluşturan nedenleri gördüğü halde, yaptırım uygulanacağı korkusuyla, gördüklerini, bildiklerini kamusal alanda dile getirmemeyi, Tanrı inancını kandan beslenenlerin iktidarda kalabilmesine katkı sağlayabilecek düşünce sistemi olarak yorumlamayı kafirlik olarak değerlendiren Mevlana, "Ben, Hakk aşığı olduğum için şu dünyada gizliyi sezersem, tanırsam, bilirsem, durumu açığa vuramadığım için bana 'aşk mümini' deme, 'kafir' de!" (1968, DK4) katliamlardan perişan olmuşların sesine kulak vermeyi, onların ayağa kalkmalarına, yaşama tutunmalarına, sarılmalarına katkı sağlayabilecek düşünceleri dile getirmeyi, eylemlerde bulunmayı ibadet, zekat olarak yorumlar. "Şimdi sen de kulağını gafletten temizle de o dertlinin ayrılık derdini dinle. Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekâttır. Gönül hastalarının dertlerini dinler, yüce canın su ve toprak ihtiyacını anlarsan, bu bir zekâttır."(482-484, M3)
Katliam üreten toplumsal yapıların, doğal olaylar gibi, olması gereken, değiştirilemez, kader, tartışılamaz, sorgulanamaz, Tanrı buyruğu olarak yorumlanması bireyleri putperestliğe, taklitçiliğe, mahkum etmektedir. "Surette kalırsan putperestsin."(2893, M1) Yaşamın, toplumsal olayların dinsel, dilsel, mezhepsel aidiyetlere göre algılanmasına neden olan toplumsal bakış, "Sen göz usturlabı ile bakıp gördükçe alemi pek dar görürüsün." (1905, M5) savaşların arkasında tezgahlanan oyunların gün ışığına çıkmasını engelleyen en önemli etkendir. "Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy: bir şey görebilir misin? İnsaf et! Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom nefsin parmağında. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör." (1401-1403, M1)
Devlet yönetimini elinde bulunduran güçler, iyi, kötü, sevap, günah, iman edenler, kafirler gibi kavramları kullanarak dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların katledilmesi gerektiğini iddia eden cihat söylemini dolaşımda tutarak, oyunlar sahneye koyabilmekte, toplumun gözünü bağlayabilmekte, savaşlar çıkartabilmekte, ganimetler elde edebilmekte, uzun yıllar toplumları diledikleri gibi sömürebilmektedir. "Bu iyi ve kötü dünyası, gayp âlemi haline gelsin, iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir. ....Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydana bulunsaydı küfür ve iman, apaçık meydana çıkar, alında yazılırdı. O takdirde nasıl olurdu da bu âlemde put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur da kimsenin kimseyle alay etmeye mecali kalırdı?" (983-987, M2)
Oynanan oyunlar, ancak katliam üreten inanç sistemlerinin, din yorumlarının sorgulanmasıyla, perde arkasındaki yönetmenlerin, yazarların ve oyuncuların gerçek amaçlarının gözler önüne serilmesiyle, barış düşüncesinin toplumsal bilince ulaşmasıyla, gündelik yaşamın bir parçası olarak duyumsanmasıyla bozulabilecektir. "Bu oyunu, o gizli oyunu oynamak için, onu da diğer bir oyun için... nihayet o oyunu da bir başka oyun için oynarlar. Gözünü böylece etraftan ileriye çevir de ta karşındakini mat edip oyunu kazanıncaya dek ne oyunlar oynayacaksan hepsini gör. Merdiven basamaklarına çıkmak için önce birincisine, sonra ikincisine basmak lazım. ikincisi de bil ki üçüncüsüne çıkmak için kurulmuştur... böyle, böyle merdivenin son basamağına çıkar dama varırsın." (2890-2893, M4)
Sadece bir avuç insanın servetlerine servet, mülklerine mülk, güçlerine güç, şöhretlerine şöhret katan, Tanrı adına yapıldığı süsü verilen savaşların arkasında dönen kirli oyunları, katliamlardan çıkar sağlayan güç ve makam sahiplerinin kirli emellerini, perde arkasındaki gerçekleri gün ışığına çıkarmak, "Söz söylemek kabiliyeti ayıbı açar; gayb perdelerini yırtar."(3609, M1) mevcut din anlayışlarını al aşağı etmek, dini, dili, mezhebi farklı olduğu gerekçesiyle katledilmek istenen insanların Tanrı'nın kulları, Tanrı inancının tüm insanları sevmek, onların yaşama tutunmasına katkı sağlamak olduğunu haykırmak, "Can padişahının aşkıyla, putları kır, dök de onları yapanı, onları nakş edeni apaçık gör!" (2931, DK6) insanlığın aydınlanmasına, barışın kurulmasına hizmet edecek "define" kadar değerli veriler sağlayacaktır. "Gül dikenden meydana gelmiştir, diken de gülden... böyle olduğu halde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse (bil ki bu) Ya hakikatta savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır; Yahut ne savaş ne hikmet...Hayretten ibarettir. Bu, viraneliktir, içinde define aramak gerek." (2472-2480, M1)
Cihat söyleminin meşru görüldüğü toplumlarda bireylerin katliamları gündelik yaşamın parçası olarak deneyimlediklerini, barış söyleminin egemen olduğu toplumların ise huzur, güven ve refah içinde bir yaşam sürdürdüklerini, "Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir." (265-266, M3) Tanrı inancının asla katliamların gerekçesi olarak meşrulaştırılamayacağını, insan doğasının barış söylemine daha yatkın olduğunu, peygamberlerin şiddet kullanmayı reddettiklerini, düşünceleriyle daha barışçıl, daha insancıl bir dünya kurma mücadelesi verdiklerini, cihat söyleminin insanlığa büyük felaketler yaşattığını belirten Mevlana, "Canlar aslen İsâ nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem olurlar." (1598-1599, M1) Hz. Muhammed'in, cehenneme dönüşen dünyayı ancak barışı inşa edebilecek bir Tanrı yorumunun cennnete dönüştürülebileceğini aktardığına vurgu yapar. "Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder… benim sözüm de sihir ama onun sihrini defeder' der! ..."O güzel yiğit, o Peygamber 'Sözde sihir hassası var' dedi, doğru da söyledi." (4077-4079, M3)
Devletin etkin kademelerindeki dinsel, mezhepsel aidiyetlerini önceleyenleri deli, "Onun canı delidir, teni de elindeki kılıçtır... o çirkin huylunun elindeki kılıcı al!"(1440, M4) düşüncelerin özgürce dile getirilebileceği, Hak ve hakikatin öğrenilebileceği iletişim ortamlarını ortadan kaldıranları, dayatmacı anlayışın toplumsal yapıları şekillendirmesine neden olanları ise şeytan olarak niteleyen Mevlana, "Kim seni haktan, hakikatten soğutursa bil ki Şeytan o adamın içindedir. Derisinin altında gizlenmiştir." (639, M2) doğal yaşamda da iyilerle kötüler arasında kıyasıya bir mücadele sergilendiğini vurgulayarak, "Bütün çiçekler barış taraftan, barış istemede; fakat kötü huylu diken kılıcını çekmiş, savaşa hazırlanmada!" (1961, DK4) katliamlara karşı sessiz kalmamayı, katliamların sona ermesine, toplumsal aydınlanmanın gerçekleşebileceği iletişim ortamlarının oluşmasına bireysel katkı sağlamayı, "Ağyarın başına kılıç kesil; kendine gel; tilkilik etme, aslan ol. Ki dostlar gayretleri yüzünden senden kesilmesinler! Çünkü o dikenler, bu güle düşmandır." (125- 126,M2) hem insan olmanın, hem de Tanrı inancının gereği olarak değerlendirir. "Penceresi olmayan ev cehennemdir. Ey kul, dinin aslı pencere açmıştır."(2404, M3)
Savaşa o kadar karşıdır ki, savaş alanlarında insanları katletmeye yarayabilecek tüm araç ve gereçlerin, bu sopa dahi olsa, yok edilmesini önerir. "Sopa, mademki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!" (2137, M1) Savaşları durdurmayı sağlayabilecek en etkili mücadele, kafir olarak damgalananları katletmeyi Tanrı buyruğu olarak yorumlayan, "Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harap eder, her tarafı yıkar."(1743, M1) Hak ve hakikatin ortaya çıkmasına engel olan devlet aygıtının tekelinde bulundurduğu dayatmacı "bilgi üretimini" "Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir. Savaş delilerin ellerindeki kılıçları alsınlar diye müminlere farz olmuştur."(1338-1340, M4) tüm insanlığı yok edebilecek silaha dönüşen din yorumunu, "Sana zulmeden mahluk, hakikatte bir alete benzer." (1683, M5) ve cihat söylemini etkisiz hale getirmek, "Delinin elinden silahı al da adalet ve barış, senden razı olsun!"(1434, M4) bencilliğinin, ihtiraslarının kurbanı olan idarecilerin çıkarttıkları kirli savaşlara katılmamak ve barış söylemini dolaşıma sokma mücadelesi vermektir. "Kendindeki şu müthiş savaşa bak. Başkalarının savaşı ile ne meşgul olup durursun? ... Savaşların aslı, barışlardır." (54-59, M6)
Bireysel gelişimin ancak söz söyleme becerilerini arttırarak gerçekleşebileceğini, "Söz söylemeden yücelik aramayın..."(3316, M4) Hak ve hakikatin üzerini örten perdelerin ancak söz söylemekle aralanabileceğini belirten Mevlana, "Sırrı atıp ortaya koyamazsan kabuklarını anlat, onunla anlayışları tazele!"(19, M5) Tanrı'nın ebedi yaşamda toplumsal koşulların kutsadığı altının, paranın hiçbir önemi olmadığını, ebedi yaşamda bedenlerini var etmek, diriltmek, diri tutmak isteyenlere, şiddetin, dayatmanın sökemeyeceği gönüle girmelerini, orda kalmalarını aktardığını, "Allah'ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenab-ı Hakk; 'Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!' diye buyurur!" (3104, DK6) bedenini Hak ve hakikati, evrensel barışı, aşkı anlatabilecek zerrelere -sözlere, harflere, cümlelere, hikâyelere, eserlere- dönüştürmenin, "Güneşi bırak da zerre ol!" (413, M5) bugünün dünyasında da, gelecekte de savaşları engelleyeceğini, barışı inşa etmeye hizmet edeceğini, "Bu ekmenin canı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir. Doğruluğu emretmek de odur, doğruluk da o. Bu günümüzün de padişahıdır, yarınımızın da." (2092-2094, M6) aynı zamanda toprak altında kalan bedenin daha önce yaşamış olduğunu kanıtlayacağını, "Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin...Bu duyduğun âbıhayattır, afiyet olsun! Bu söze söz deme, âbıhayat de." (2595-2596, M1) Hak ve hakikati şiddet kullanmaksızın düşünceleriyle anlatan peygamberlerin katliamları durdurma, evrensel barışı dolaşıma sokma ve yeryüzünde barışı kurma mücadelesi verdiklerini, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı bütün insanları Allah'ın kulu olarak gördüklerini, hiçbir ayrım yapmadan onları sevdiklerini belirtir. "Onun huyu bu değil, onun huyu, ulu Allah'ın huyu. Savaşlara da bak. O savaşlar, barışların asılları. Allah uğrunda savaşan Peygamber gibi hani." (63-64, M6)
Tanrı inancını dini ve mezhebi farklı insanların bedenlerini silahlarla parçalara ayırmak olarak yorumlayanları, kendi aklıyla hareket edemeyen sarhoşlar olarak değerlendiren Mevlana, kâfir olarak yaftalananları katletmek amacıyla bir avuç insanın çıkarlarına hizmet eden savaşlara katılanların, asıl savaş olan barışı inşa etmede tek bir söz bile söyleyemediklerini, "Sarhoşlar, savaş lâfına kalkıştılar mı ağızlarından köpük saçarlar ama savaş kızışınca köpük gibi kalırlar, hiçbir işe yaramazlar. Bu çeşit adamın kılıcı savaş sözü olunca, uzar. Asıl savaştaysa soğan gibi kat, kat kınlara gömülür! Savaşı düşündüğü zaman gönlü, yaraları arar, saflara dalar, erlikler gösterir. Savaş zamanındaysa bucak bucak kaçar?" (4005-4007, M2) asıl kahramanlığın, çıkartılan savaşlarda bedenini başkaları için feda etmek değil, uygulanabilecek tüm yaptırımları göze alarak bu kirli savaşlara katılmamak, savaşlara gönüllü olarak katılan halkın tuzağa düşürüldüğünü kamusal alanda dile getirmek, "Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha lâyık mı, degil mi? Bir anla da sonra gönder! Bir bucağa git, mektubu aç, oku... bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara lâyık olan sözler? Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz! Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü! Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi degil!" (1564-1568, M4) dini, dili, mezhebi farklı tüm insanları, peygamberlerin dile getirdikleri düşünceleri, Tanrı'nın yazdığı bir mektup, O'nun evrensel barışı, aşkı anlatan hikâyesi, sanat eseri olarak yorumlamak olduğunu belirtir. "Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız! Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır. ... halbuki sen gönül mektubunun metnini sına!" (1569-1572, M4)
Varoluş
Yok olmaya mahkum bedenin varoluşunu inşa edebilmek, sadece savaşların gündelik yaşamı belirlediği dönemlerde değil, barışın egemen olduğu toplumsal koşullarda bile oldukça zor ve çetin mücadeleler sonucunda gerçekleştirilebilecek bir hedeftir. "Ben iyiyle, kötüyle kavga edemem; kavga ile işim yok! Savaşmak şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte."(2392, M1) Taşın dahi kırılarak, yontularak istenilen şekle bürenebileceğini belirten Mevlana, "Taş taşlıktan fani olmadıkça yüzüğe takılır mı?" (1945, M5) savaş alanlarında yöneticilerin çıkarları uğruna ölmeye hazır hale getirilen, adeta taşa dönüştürülen bireyin, "Hem hala taşsın, hem de ben diyor, varlık güdüyorsun." (1946, M5) Tanrı'nın bütün özelliklerini kendi bedeninde barındırdığının, evrenin tüm gizemlerini ortaya çıkarabileceğinin, Tanrı'yı görebileceğinin, Tanrı katına çıkabileceğinin bilincine varması halinde, "Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz." (667, M6) yeryüzünü cennete dönüştürebilecek, tüm insanlığın beklentilerini karşılayabilecek düşünceleri insancıl ve barışçıl bir şekilde dile getirebileceğini belirtir. "A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam değilsin ki. Sen bir âlemsin, sen bir derin denizsin. O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce âlem, o denize dalar gark olup gider." (1302- 1303, M3)
Tanrı'yı, aşkı anlama ve anlatma çabalarıyla birlikte yürüyecek olan bedenin varoluşunu inşa etme mücadelesi, toplumsal değerlere eklemlenerek, alışkanlıklarının rahat kollarında, köşklerde, saraylarda yaşayarak değil, toplumsal koşullardan kaynaklanabilecek olumsuz etkilere kapılmadan, hiçbir toplumsal destek beklemeden sadece kendi yapabileceklerine odaklanmayı, "Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir. İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini, gör." (262-263, M2) kendi iç dinamiklerini, bilgi ve donanımını harekete geçirmeyi, "Lezzet dışarıdan gelmez içten gelir. Bunu böyle bil. Köşkleri kaleleri aramayı ahmaklık say. ...Köşk bir şey değildir. Bedenini yık. Define yıkık yerdedir a benim beyim." (3422-3424, M6) edinilen deneyimlerden, alışkanlıklardan kopabilmeyi, yaptığını yeniden bozmayı, ardından yeniden inşa etmeyi, özgürlüğünü, özgünlüğünü, yaratıcılığını sergilemeyi kapsayan, yaşam boyu kesintisiz devam edecek süreçler bütünüdür. "Ev suretlerle dolu ama yık onu. Yık da defineyi bul sonra yine yap." (3424, M6)
Güç sahiplerinin kendilerini eleştirenleri yok edebilecek yaptırımlar, cezalar uygulayacaklarını bilmelerine, "Sebeplerin de başka sebepleri var. Sebebe bakma da asıl ona bak! Peygamberler, sebepleri gidermek için geldiler. Mucizelerini ta Zuhal yıldızına ulaştırdılar. Sebep ve vesilesiz denizi böldüler, ekmeksizin buğday yığınını buldular. Çalışmaları yüzünden kum taneleri un olurdu. Keçinin yünlerini çektiler mi ellerinde ibrişim olurdu." (2517-2519, M3) devleti yönetenlerin oldukça güçlü silahlara, donanımlı ordulara, kendilerine körü körüne bağlı yöneticilere sahip olduğunu farkında olmalarına rağmen, Hak ve hakikati, sadece düşünceleriyle şiddet kullanmadan anlatan, toplumsal koşulları barışçıl, insancıl ve özgürlükçü bir anlayışla dönüştürme mücadelesi sergileyen peygamberler, "Mevlâ kimdir? Seni azadeden, ayağındaki kulluk prangasını çözüp atan! Hürlük yolunu gösteren peygamberliktir. Müminler, peygamberlerden azatlık bulurlar. Ey inananlar, sevinin. Selvi gibi, süsen gibi hür olun." (4540-4542, M6) asla ümitsizliğie kapılmamış, tüm dünyaya meydan okumaktan korkmamış, "Her peygamberin dünyada yüzü pektir, bir tek binici olduğu halde padişahların ordularına saldırır, onları ezer, bozar! Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz; bu yüzden de hiçbir şeyden yüz çevirmez… tek başına bütün dünyayı mağlûp eder."(4141- 4142, M3) düşünceleriyle karanlıkları aydınlatacaklarından, mücadelelerinin zaferle sonuçlanacağından, dayatmacı toplumsal yapıları dize getireceklerinden, son derece emindirler. "Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi düşmanı yakar, perdeleri yırtar." (4140, M3)
Hak ve hakikati şiddet kullanarak anlatma yöntemine ilkesel olarak karşı çıkan İsa peygamber, savaşlardan uzaklaşmayı, ölmeden önce bedenine Hak ve hakikat yazılımını yüklemeyi, bedeninin varoluşunu inşa etmeyi, ebediyete kadar Hak ve hakikati anlatmayı yeğlemiştir. "İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı." (2789, M1) Hz. Muhammed ise, namaz kılmanın, bencillik duygusundan uzaklaşmak, ebedi varlık Tanrı'ya yakınlaşmak, "Nitekim secdenin karşılığı, Tanrı'ya yakın olmaktır. Tanrımız 'Secde et de yaklaş' dedi... bedenlerimizin secde etmesi, canlarımızın Tanrı'ya yaklaşmasına sebeptir." (10-11, M4) bedenin ürettiği düşüncelerin ebediyete kadar yaşamı biçimlendirecek olan Tanrı'nın varlığına eşlik edeceğine, yok olmaya mahkum bedenin varoluşunu inşa edeceğine, bedenin tanıklığını yapacağına inanmak anlamına geldiğini aktarmıştır. "Rukü ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır' dedi" (2048, M5)
Katliamların gündelik yaşamı belirlediği dönemlerde padişahların çıkarttıkları cihat savaşlarına katılmayan, düşüncelerini hikâyelerle anlatmayı, eserlere dönüştürmeyi amaçlayan Mevlana, "Mesnevi o kadar büyük ki kırk deve bile âciz olur, çekemez! El, kafirin aleyhine şahadette bulunur; Tanrı askeri olur, Tanrı'nın buyruğuna baş kor! Ey işte, güçte Tanrı'nın zıddına ders gösteren, kork... sen de Tanrı askerleri arasındasın. Cüz'ünün cüz'ü bile ona uymuştur, onun askeridir. Şimdi nifak yüzünden sana muti görünür!" (790-793, M4) bedeninin hikâyeye, masala dönüşeceğinden, hayatının hikâye olacağından, "Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gitti. Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti." (1147-1148, M3) bedeni toprak altında kalsa bile, ürettiği eserler hakkında yazılar yazılacağından, hikâyelerinin geleceğin düşünce dünyasını biçimlendireceğinden, "Hem söz söylüyorum, hem de susmadayım, hem de susarak, ağızsız, dilsiz olarak konuşanların yazı tahtasıyım." (1598, DK3) toplumları savaşlara sokanların, insan bedeninden güç, mal, mülk devşirenlerin, emellerine ulaşmalarına engel olacağından, "Her kimde daha çok peri huyu varsa, hemen onu yakalar, şişeye kapatırım. Ona bir efsun okurum, keskin kılıcımı sallaya sallaya onu korkuturum."(1466, DK3) düşüncelerinin Tanrı'nın ebedi varlığına eşlik edeceğinden, okurlarına evrensel barışı, Hak ve hakikati ebediyete kadar anlatacağından emindir. "Fakat güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan, hesaptan dışarıdır. Zerrenin kendisi de, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır. Onun kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? 'Biz Allah'a dönenleriz' sırrından." (40-42, M6)
Ahiret Yaşamaya Devam Edecek Bedenlerdedir
Ezelden beri işleyen ve ebediyete kadar işleyecek olan ilahi/doğal yasalar bedene sillesini vuracak, bedenin toprağın üstündeki hareket kabiliyetine son verecek, fani/ölümlü beden toprağın altına girecektir. Yaşamında edindiği mal, mülk, şan, şöhret, sahip olduğu askerler, hizmetçiler toprağın altında kalmaya mahkum olan beden için hiçbir değer ifade etmeyecek, yerin altında emirleriyle yeri göğü inletemeyecek, cezalarla kimseyi korkutamayacak, zorbalıkla, silahla, malıyla, mülküyle saltanat sürdüremeyecektir. Fakat yaşam sadece toprağın altındaki ölümlü beden için sona ermiştir. Beden toprağın altında kalmaya mahkum olduğu andan itibaren, yeryüzünde ağaçlar meyve vermeye, testiler dolmaya, ebedi yaşam akmaya, sözler söylenmeye devam etmektedir. "Bilseniz ahiret, ebedî hayat yurdudur" âyetinin tefsiri. Yani o âlemin kapısı, duvarı, suyu, testisi, meyvası, ağacı hep diridir. Söz söyler ve söz duyar." (3591, M5)
Tüm canlı ve cansız varlıkların yaşamı oluşturmak, sürdürmek adına her daim değişim, dönüşüm ve birbirleriyle etkileşim halinde bulunduklarına, ölümlü bedenlerin kendilerini hareket ettiren, yaşamda tutan Can'ı ölmeden önce diğer bedenlere aktarmakla, ebedi yaşamın diğer bedenlerde sürmesine aracılık ettiklerine, ebedi yaşamın toprak üstünde yaşamaya devam edecek bedenlerle sağlandığına dikkat çeken Mevlana, "Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimîlik gösterir."(1145, M1) ahiretin -bedenin toprağa girmesinden sonraki yaşamın- yanlış yorumlandığını, yaşamda gerçekleştirilen eylemlerin, dile getirilen düşüncelerin, üretilen sanat eserlerinin, gelecek kuşakların yaşamlarını şekillendirebilme gücüne sahip olduğunu, "Mahşerde her arazın bir sureti vardır, her araz suretinin de bir nöbeti. " (963, M2) toprak altına girmeye mahkum bedenin yaşamında ürettiği bilgi gelecek kuşaklar tarafından alımlandıkça, "kokmama", "eskimeme", "sararmama", "dirilme", "diri kalma" özelliğine bürünerek yaşamı şekillendirmeyi sürdüreceğini, daha önce yaşamış olduğunu kanıtlayacağını, yorumlandıkça, güncelliğini korudukça, diriliğini devam ettireceğini, "Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne eskir, ne de sararır! Kaynağın yolu bağlı ise ne gam! Çünkü o anbean ev içinden coşup durmaktadır! Tahsil ile elde edilen akıl, ırmaklara benzer... o, şuradan buradan çıkar, evlere gider. Yolu kapandı mı çaresiz kalır, akmaz! Sen, çeşmeyi gönlünde ara." (1965-1968, M4) buna karşın yaşamı biçimlendiren en önemli gücün düşünce olduğunun fakına varamayan, yaşamında maddi değerlere odaklanan bedenlerin toprağın altına girdikten sonra, gelecek kuşaklar tarafından daha önce yaşamış olduğunun fark edilmesinin, isimlerin anılmasının, bedenlerinin dirilmesinin, varoluşunu sürdürebilmelerinin mümkün olamayacağını belirtir. "Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra amel gelir. Bu suretle de amel, bir müddet mühletten, yahut ecelden sonra gayda verir." (1055, M5)
Mevlana'ya göre, Hz. Muhammed ''Ölmeden Önce Ölmek'' hadisiyle yaşamın anlamının, ölüme mahkum bedenin varoluşunu sağlamak olduğunu özlü bir şekilde açıklığa kavuşturmuştur. ''Ölmeden önce ölmek'' yaşamdan elini ayağını çekerek ölümü beklemek, toplumsal sorunlardan kaçmak, dünyadan uzaklaşmak, yaşamdan kopmak değil, "Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl diliyle 'Mahşerden haşri soruyor' derdi. İşte onun için o güzel haberler veren peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün!"(754, M6) toprağın altında kalmaya, yok olmaya mahkum bedenin amel defterine, toprak üzerinde yaşamaya devam edecek gelecek kuşaklara Hak ve hakikati, adaleti, barışı anlatabilecek eylemleri, düşünceleri, buluşları yazılım olarak kaydetmeye odaklanmaktır. "Çünkü bilir ki bu ekim dünyası, mahşere hazırlanmak, ahirette burada ektiğini toplamak, devşirmek için yaratılmıştır."(2979, M4)
Gelecek kuşakların huzur, güven ve barış içinde yaşayabileceğini anlatabilecek eylemleri yaşamında gerçekleştiren, düşünceleri dile getiren beden, toprak altında kaldıktan yıllarca sonra bile, daha önce yaşamış olduğunun hatırlanacağını, "Mustafa Aleyhisselam'ın 'Sana, seninle beraber mezara gömülecek bir eş, bir arkadaş lazım. Sen, onunla gömülürsün, sen ölüsün ama o diridir. İyi ise sana iyilikte bulunur, kötüyse senden kurtuluşu giderir. Bu eş, bu arkadaş, senin yaptığın işlerdir. Elinden geldiği kadar işlerini iyileştir, iyi amelde bulun "hadisinin tefsiri.…Peygamber dedi ki: Bu yol için amelden daha vefalı bir arkadaş, bir yoldaş yoktur. Amelin, iyiyse sana ebediyen dost olur." (1050- 1053, M5) fakat yaşamlarında maddi değerleri edinmeye odaklanan beden toprak altında kalmaya başladıktan sonra, yeryüzünde devam edecek olan ebedi yaşamda onun eylemlerinden ve düşüncelerinden söz edilmesinin mümkün olmadığını Hz. Muhammed'in aktardığını belirten Mevlana, "Onun için Mustafa Aleyhisselâm 'Dünya bir leştir, onu isteyenler de köpeklerdir' buyurdu. ...O âlem, zerre zerre diridir. Her zerresi nükteden anlar, söz söyler. Onlar, ölü olan cihanda oturmaz, dinlenmezler." (3591-3593, M5) bedeninin fani/ölümlü olduğunun bilinciyle yaşamında ölümlü bedenlerine varoluşlarını inşa edebilecek eylemleri, bilgileri, düşünceleri yüklemeye odaklananların, toprağın üstünde yaşamaya devam edecek insanların yaşamlarını biçimlendireceklerini, diri kalacaklarını, maddi değerlerden, çıkar kavgalarından pay kapma derdine düşen, şan, şöhret, makam, mevki edinme peşinde koşan bedenlerin isimlerinin anılmalarının, daha önce yaşamış olduklarının farkına varılmasının söz konusu olamayacağını belirtir."Barışı arayanlar, huzur içinde yaşamak isteyenler, bu dünya hayatındaki savaşları bıraktılar, didinmekten vazgeçtiler. Adam olmayanlar ise, hayat mücadelesini devam ettirdiler, dünya nimetleri için çırpınıp durdular." (2961, DK6)
Bilgi Tanrısal Özellikler Taşır
Yeryüzünün dört bir tarafındaki peygamberlerin, yazarların, bilim insanlarının eserlerinde, kitaplarında kaydedilen bilgi "Tanrı nuru"dur, (1083,M2) "Tanrı yemeği"dir. (2898, M3) Yaşamın sürdüğü, kalplerin attığı her yerde, her noktada, her daim güncellenebilen, güncellendikçe hafızalara kazınan, her an yaşamı biçimlendiren, biçimlendirmeye devam edecek olan, kaşık, çatal, bıçak kullanmaksızın, boğazdan geçmeksizin, "boğazsız ve aletsiz"(1086, M2) tüketilen gıda olan Tanrı yemeği, -bilgi- dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı ne olursa olursun, bütün insanların emrine amadedir. "Akıl zaten ona derler ki Tanrı yaylasında yayılmış, Tanrı nimetlerini yemiş olsun... Utaritten gelen akla akıl demezler! Yemekten, içmekten ağzını yum, gök sofrasına koş. Her an ümidini gökyüzüne bağla... Sana anbean gökten su ve ateş gelip durmada, rızkını arttırmadadır."(1730-1732, M5)
Tüm canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle etkileşimini sağlayarak yaşamı oluşturan "Tanrı Aklı" bireyler ve toplumlar tarafından yorumlanarak binalar, yollar, şehirler, toplumlar, ülkeler oluşturulmakta, yaşam şekillenmektedir. "Allah'ım, senin lütfunla toprak beden olmuş. Topraktan yarattığın beden de düşünmeye, söz söylemeye başlamış. Sonra söz de, düşünce de gayb aleminde nice suretlere, şekillere gebe kalmış." (2281, DK5) Yaşamı oluşturan fiziksel ve kimyasal yasaları yorumlama ve hayata uygulama aşamasında bireylerin ve toplumların edindikleri bilgi ve deneyimler düşüncelere dönüşmeye, düşünceler yeniden değerlendirilerek yaşamı biçimlendirmeye devam eder. "Aman ya Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar yüz binlerce kervan gelip durmakta!" (1889, M1)
Düşüncenin eyleme, eylemin düşünceye, düşüncenin hikâyeye, hikâyenin yaşama dönüşmesi yeni yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına katkı sağlar. Değişen yaşam, yeni sanat eserlerinin oluşması, yeni hikâyelerin yazılması için gerekli verileri tüm insanlığa sunma konusunda hiç de cimri değildir. Göklerdeki güneş gibi tüm insanlığı aydınlatan, kitapların içinde muhafaza edilen bilgi, binaların, yolların, köprülerin, bireysel ve toplumsal yaşamın, devlet yapısının yeni biçimlere, şekillere bürünmesini sağlamakta, değişimini, dönüşümünü başlatmakta, devam ettirmekte, her an her yerde güncellenmekte, güncellendikçe yeniden kitaplara kaydedilmekte, insanlar tarafından yorumlanarak her daim çoğalmayı sürdürmektedir. "Kervan, daima göklerden gelmekte, alışverişte bulunup yine göklere gitmekte." (4191, M3)
İnsanları hayvanlardan ayıran en önemli özellik, insanların bilginin bireysel ve toplumsal yaşamı şekillendirdiğinin bilincinde olması, hayvanların yaşamlarının ise içgüdüleri tarafından belirlenmesi, hayvanların bilgiye ihtiyacı olmamasıdır. İnsan olabilmek, insan kalabilmek, kendi olabilmek, insanca yaşayabilmek, bilgi edinmeye, öğrenmeye değer verip vermemekle doğru orantılıdır. "Can, tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim, daha fazla haberdarsa daha ziyade canlıdır. Canımız hayvan canından daha üstündür, neden? Çünkü daha fazla biliyoruz." (3326-3327, M2)
Hz. Muhammed kendi dininin, mezhebinin, dilinin düşünce dünyasının sınırlarını aşmayı sağlayan kitaplara başvurmadan, varlığını ezelden ebediyete kadar yeryüzünün her noktasında sürdürecek olan Tanrı'nın kavranılmasının mümkün olamayacağını belirtmesine rağmen, "Tanrı, 'Tanrı kudreti ve gökten gelen vahiy olmadıkça size bu göklerden yücelere çıkacak bir delik yoktur' demiştir." (4514, M6) inananlar kolaycılığı tercih etmiş, bedensel gereksinimlere yarayan gıdalara yönelmiş, kendilerini kuşatan düşünce kalıplarına hapsolmuş, "İnsanın asıl gıdası Tanrı nurudur; ona hayvan gıdası lâyık değil!" (1083, M2) bilgi edinmeye değer vermemiş, Hak ve hakikati araştırmamış, dayatılan toplumsal bakışı sorgulama cesareti gösterememiş, bireysel ve toplumsal olarak gelişememişlerdir."Rızkınız gökyüzündedir" âyetini duymadın mı? Neden bu aşağılık yere saplanıp kaldın?" (1956, M2)
Hz. Muhammed oruç tutmayı bedeni besleyen gıdalara, maddi değerlere sırt çevirmek, Tanrı yemeğine, kitaplara yönelmek, bilgi edinmek olarak yorumlamış, bedenin dirilişinin bilgi dünyasından beslenmekle gerçekleşeceğine vurgu yapmış, "Dünyanın yağlı, ballı nimetlerini yemek tehlikelidir. Tanrı yemeğine mani olur. Nitekim Peygamber, 'Açlık, Tanrı yemeğidir. Onunla, yani açlıkla sözü doğruların bedenlerini diriltir' demiştir." (1743-1744, M5) Hak ve hakikatin ortaya çıkması için eserler üreten peygamberlerin, yazarların, bilim insanlarının hikâyelerini, masallarını, eserlerini okumanın, onlardan gıdalanmanın, "Ya Ali! Sen, Tanrı yolundakini bütün ibadetler içinde Tanrıya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibadete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı. Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın. Bu, senin için bütün ibadetlerden daha iyidir." (2595-2597, M1) hem namaz kılmaktan, hem oruç tutmaktan daha iyi bir eylem olduğunu aktarmıştır. "İyi şeyleri caiz gören o Peygamber, ne de güzel söyledi: Bir zerre aklın oruçtan da yeğdir, namazdan da." (454, M5)
Toplumların pek de değer vermediği, "masal, hikâye" deyip önemsizleştirdiği, tozlu raflarda kalmaya mahkum ettiği kitaplar, hikâyeler, masallar, sanat eserleri "Hani çocuklar masal söylerler ya… fakat masallarında nice sırlar, nice öğütler vardır. Görünüşte saçma şeyler söylerler ama sen onları masal sanma sakın…bütün viranelerde define aramaya koyul!"(2602-2603, M3) karanlık dönemlerde bireylerin ve toplumların aydınlanmasına katkı sağlamakta, tanrısal bilgi kaynağı olarak dolaşımda kalmakta, "Yüce güneş, can vere gelmiştir; her nefeste boşaldıkça (nurla) doldururlar. Ey mânevi güneş, can ver de eski cihana yenilik göster. İnsanın vücuduna akıl ve ruh, gayb âleminden akar su gibi gelmekte."(2220-2222, M1) yaşamın düşünceye, düşüncenin yaşama dönüşmesi aşamalarını kayıt altına alma, tüm insanların yaşamını değiştirme, dönüştürme, biçimlendirme işlevini ebediyete kadar yerine getirmektedir. "Sen Mesnevide ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir. Harfi söyleyen de, duyan da, hattâ harfler de, bu üçü de sonunda can olur. Ekmek veren, ekmek alan ve pak ekmek, suretlerden kurtulur, toprak olur. Fakat mânaları, yine birbirinden ayrı olarak ve daimî bir surette üç makamdadır." (70-74, M6)
Kendini ve toplumsal olayları kavrama yoluna çıkan birey, öğrenmenin, bilgilenmenin sonu gelmeyeceğinin, "Bilgi, uçsuz bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Bilgi dileyense, denizlerde dalgıçlık edene benzer. Bilgi dileyenin ömrü, binlerce yıl olsa yine araştırmadan vazgeçmez, bir türlü doymaz." (3381-3382, M6) ömrünün sonuna kadar araştırsa da Tanrı'yı ve yaşamı perdeleyen gizemleri ortaya çıkaramayacağının, "Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma! Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder." (1822-1823, M1) edindiği bilgininin Tanrı'yı ve yaşamı anlamaya yetmeyeceğinin, mutlak bir Tanrı yorumu olamayacağının, "Sen de suya kanmamış bir susuz gibi, ... elde ettiğine kanaat etme, durma! Bu kapıda nihayetsiz makamlar var. Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur!" (1960-1961, M3) kendini ve toplumu biçimlendiren din ve mezhep yorumlarından kopmak gerektiğinin, "Bu gölcükten denize doğru git... denizi ara, şu girdabı bırak."(2234, M4) devamlı değişim ve dönüşüm halindeki yaşamın her daim yeni bir oluşuma evrildiğinin, Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek sıfatını da terk etmek gerek" (3904, M3) ne kadar anlamaya, anlatmaya çabalasa da, Hak ve hakikati anlayamayacağının, anlatamayacağının, "Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevi'nin biteceğini umma. Toprak oldukça ve kerpiç dökücü, toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe bu kitabın şiiri de uzar gider." (2248-2249, M6) Hak ve hakikati yorumlama çabalarının ebediyete kadar devam edeceğinin, "Her, şey fanidir, helâk olur… ancak onun hakikati bakidir." (3904, M3) bilgilenme arayışını yaşam boyu sürdürmek gerektiğinin bilincinde olması gerekir. "Gafil olma, ara…ara ki devlet, aramaktadır." (2302 M3)
Tanrı hakkında yapılan tüm yorumların eksik kalmaya mahkum olduğunu, kendi toplumu tarafından kafir olarak yaftalanan peygamberlerin, bilginlerin düşüncelerinin kendi bakış açısını zenginleştirebileceğini, toplumsal değerlerin göreceli, sorgulanabilir olabileceğini, iyinin kötüye, kötünün iyiye, kutlunun kutsuza, kutsuzun kutluya, kafirin mümine, müminin kafire dönüşebileceğini, bireyin yaşadığı toplumsal koşullarda kavramasının söz konusu olamayacağını, bireyin bunu sadece kitaplarda deneyimleyebileceğini belirten Mevlana, "O âlem, bir âlemdir ki o âlemde eline toprak alsan altın olur. O âleme ölü girse dirilir. En büyük kutsuzluk, oraya girince en büyük kutluluk haline gelir. Küfür, orada iman olur, zehir tiryak kesilir."(2786-2788, M5) hikâye, masal okumayı, anlatmayı, öğrenmeyi kendini anlamak, Tanrı'nın huzuruna çıkmak, huzurunda kalmak, "İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikaye değil. Halimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!" (1149, M3) yaşamayı ise hikâye okumaktan, hikâye yorumlamaktan, Hak ve hakikati anlamaktan, anlatmaktan, öğrenmekten kopmamak olarak yorumlar. "Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki?" (1509, M1)
Kitaplara başvurmadan duyduklarına, gördüklerine göre yaşamını şekillendirmek, yer-ve gökyüzünün her noktasında her daim eyleyen, yaşamı oluşturan, fakat kendisi görünmeyen Tanrı'yı anlamayı engellemekte, "Tanrı sanatının tezgâh evi, mademki yokluktur... O halde tezgâh evinin dışında ne varsa değersizdir." (690, M2) ölümlü varlıkların, maddi değerlerin peşinde koşmaya, "Bu sevgi de bilgi neticesidir. ….Noksan bilgi nerden aşkı doğuracak? Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir. "(1532-1533, M2) taklitçiliğe, ezberciliğe, hayatta karşılaşılan zorluklara çözüm bulamamaya, çareler üretememeye neden olmaktadır. "Kitaptan, üstattan, düşünceden, anıştan, manalardan, güzel ve dokunulmadık bilgilerden, aklın artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun... fakat bu ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın! Geze dolaşa âdeta bir ezberleme levhası kesilirsin." (1961-1963, M4)
Bilgi dünyasına başvurmak, Tanrı yemeğinden gıdalanmak ise, yaşamın gizemlerini ortaya çıkarmaya, "Duyma yoluyla değil, aklına gelen ilham yoluyla bu sırrı buldu. Sırlar, onun gözünün önünde apaçıktı." (3788, M6) bireysel ve toplumsal sorunlarla ilgili sorumluluk almaya, toplumları birbirine düşüren düşmanlık akımlarına kapılmamaya, "Akılsız kişileri her türlü yel kapıp gider. Çünkü onların kuvvetleri sağlam değildir. Kötü ve hayırsız adam, lengersiz gemidir; ne demir atmıştır, ne bir yere bağlıdır; deli rüzgârlardan kurtulamaz ki. Akıllıya emniyet ve huzur veren akıl lengeridir… akıllılardan bir lenger dilen! İnsan, o cömertlik denizinin inci hazinesinden akıl, fikir kazanırsa, bunların yardımıyla gönlü marifetler elde eder, gönüllükten çıkar, yücelir… gözleri de nurlanır." (4310-4314, M3) karşı karşıya kaldığı sorunlara çözüm aramaya, "Yüzme bilenin hareketsiz durması, aceminin elle ayakla savaşmasından iyidir. Acemi, elini ayağını oynatır durur, fakat boğulur. Yüzme bilense denizdeki dalgıç gibi yüzer durur." (3879-3880 M6) en olumsuz koşullarda bile hayata küsmemeye, asla pes etmemeye, geleceğe ümitle bakabilmeye, "Âdemoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlaşır. Yok... Eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşten eriyen mum gibi erir gider. Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Allah, seni güzel hayallerle avutursa, Yılanlar, akrepler sana munis olur. Çünkü, hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır. Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin." (594-598, M2) toplumsal kurumların uygulayabileceği yaptırımlara karşı korkusuzca direnebilmeye, "Göklere çıkan adama yeryüzünde yürümek güç gelir mi?" (1482, M2) kendi ayakları üzerinde durmaya, aldığı kararları hayata uyarlamaya, "Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, ....elbette ayağımı küstahça basarım… ayağım titremez, körcesine gitmem ki!" (4127, M3) toplumsal bakışa teslim olmamaya, evrensel ve bütüncül bakış açısına erişebilmeye, toplumsal yaşamda dizginlenen özgürlüğünü, özgünlüğünü, yaratıcılığını harekete geçirmeye katkı sağlamaktadır. "Tanrı'da senin bu aklından başka akıllar var ki gökyüzünün sebepleri onlarla tedbire girer. Rızıklarını bu akılla elde dersin. Öbür akla gelince: Onunla yedi kat gökleri, kendine bir döşeme yaparsın, Tanrı sevgisine düşer, aklınla oynarsan Tanrı, sana o aklın onlarca fazlasını, hattâ yedi yüzünü ihsan eder" (3235-3237, M5)
Kendi din ve mezhep anlayışını sınırlayan düşünce kalıplarının üzerine çıkabildiğini, "İnsan uyanıkken rüyalar da görür, insana gök kapıları da açılır." (1834, M3) daha önce adını dahi koyamadığı yeni ufuklarla baş başa kalabildiğini, gelecekte yaşama dönüşebilecek hayallerin belirginleştiğini, "Gayb âlemine ait yüz binlerce şey, gözünün önünde aşikâr oldu. Mahremlerin gözü neleri görüyorsa onun gözü de gördü. Kitaplarda okumuş olduğu şeyler, suretlere bürünüp gözüne görünmeye başladı. O er, padişahın atının tozundan gözüne kadri yüce bir sürme çekmişti. Böyle bir gül bahçesinde eteğini sürmede, her cüzü, daha yok mu diye naralar atmadaydı. Yeşilliklerden, çiçeklerden meydana gelen bahçe bir an içindir. Fakat akıldan meydana gelen gül bahçesi, daimî olarak yeşildir, güzeldir, hoştur." (4645-4649, M6) aklına düşen soruların cevaplanmasının ardından cevaplanacak yeni soruların ortaya çıktığını, yaşama dair ip uçları edindiğini, yeni bir insan olmaya evrilebileceğini, kitaplarla baş başa kaldığı anlarda algılayabilmektedir. "Ören, duvar, dağdaki madenler.... Her şey, onun önünde nar gibi yarılıyordu. Her şey, anbean ona karşı zerre zerre yarılmada, kubbeler gibi yarılıp ona yüzlerce kapı açılmadaydı. Kapı, gah pencere haline gelmede, gâh nur halini almadaydı. Toprak, gâh buğday oluyordu, gâh kile. Gözlere pek köhne, pek kuru bir halde görünen gök; onun gözü önünde her an yeni bir surette yarılmadaydı. Güzelim ruh, kalıptan kurtulunca insana takdir, böyle bir göz verir elbet."(4640-4644,M6)
Yücelebilmenin, Tanrı katına erişebilmenin, Tanrı katından bakabilmenin, "Pir gökyüzü merdivenidir." (3884, M6) kendini, Tanrı'yı, "Kim kendini bilirse Tanrı'sını bilir" (2114, M5) ve aşkı anlayabilmenin, "Ben, aşkın yüceliğini anlayasın diye kadri yüce göğü yücelttim." (2740,M5) kendi dininden, mezhebinden olmayanları Tanrı'nın kulu olarak görebilmenin bireysel gelişimine katkı sağlayacağının, "Hakikatte her düşman senin ilâcındır... sana kimyadır, seni faydalandırır, gönlünü alır senin!" (94, M4) kendini biçimlendiren dinsel, mezhepsel, dilsel aidiyetlerini belirleyen anlayış sınırlarını aşabilmenin, toplumlar arasında çıkartılan savaşlara neden olan kirli oyunların farkına varabilmenin, dolaşımdaki ayrımcılık akımlarına, bilgi kirliliğine kapılmamanın, "O güzelim perdelerden sesleri erişir:" (3899, M5) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları Tanrı adıyla yorumlayabilmenin, onlarda kendini ve Tanrı'yı görebilmenin, "Seni ebedî olarak küllî bir ayna gördüm. Gözünden kendi suretimi müşahede ettim. Nihayet ben, beni buldum, iki gözünde aydın bir yol gördüm, dedim Vehmin; kendine gel, o senin hayalindir. Kendini hayalinden ayırdet dedi. Suretim gözünden seslendi: Birlikte ben senim, sen de bensin."(100-103, M2) evrenin ve yaşamın tüm güzelliklerinin farkına varabilmenin yolunu, "Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır." (2383, M1) katliamlar nedeniyle cehenneme dönüşen toplumsal koşulları tüm insanların barış içinde yaşayabileceği iletişim ortamlarına, cennete dönüştürme mücadelesi veren, "Kadı rahmettir, savaşı defeder, kıyametteki adalet denizinden bir katradır o." (1495, M6) bütün insanlara karşı adaletli olabilen, "Tanrı'nın adı 'adalet sahibi'dir, şahit de onun adamıdır. Onun için sevgilinin gözü adalet sahibi bir şahittir." (2181, M6) toplumsal olayları sadece kendi dinlerinin, toplumlarının gözlüğüyle değil, Tanrı adıyla yorumlayan, "Onların bilgileri, adaletleri, lûtufları akar suya aksetmiş yıldıza benzer. Padişahlar, Tanrı saltanatına mazhardır; bilgi sahipleri, Tanrı bilgisinin aynasıdır." (3173-3174, M6) yokluk çekenlerin yaşama tutunabilmesi için edindiği tüm serveti, malı, mülkü, tüm imkanlarını seferber edebilen, Tanrı gibi cömert davranabilen, "Şu halde yoksullar, Tanrı cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve varlıktan tamamı ile geçen hakikî yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır." (2750, M1) katliamların kökeninde toplumlar arasında iletişimsizliğin yattığını, tüm sorunların ancak iletişimle çözülebileceğini kamusal alanda korkusuzca dile getiren, "Âlemin sarsıntılarına, yıkıntılarına direk, destek olan.. gizli dertlerin tabibi bulunan o erler; Muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler. Onlar, Hak gibi illetsiz, rüşvetsiz kişilerdir."(1935-1936, M2) hor görülenlerin, eşlerini, evlatlarını, yakınlarını kaybedenlerin hayata tutunmasına katkı sağlayan, peygamberlerin, bilgelerin, yazarların gönüllerinden çıkan sözlerin, düşüncelerin kaydedildiği, "Harap gönül, Hakk'ın nazargahıdır, Hakk'ın baktığı, Hakk'ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kuvvetlidir!....Alemde kırık gönülleri onaran, eksiklikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmaya gücü yeten, her izi olanı, her izi bulunmayanı gereği gibi gören Allah'tan başkasında gönlü bulamazsın. Çünkü Allah, gönlü ev edinmiştir."(2962, DK6) varlığını ebediyete kadar sürdürecek olan kitaplar gösterecek, "Bu cihan tamamiyle fânidir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mâna âleminde dile!" (2241, M1) bilgi dünyasında bulabilecektir. "Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleri ile dopdolu bir yol. Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost." (510-511, M6)
Yaşadığı toplumsal koşullarda yazdığı eserler nedeniyle her tür yaptırımla karşı karşıya kalan, toplumsal yaşamdan dışlanan Mevlana, çareyi dini, dili, mezhebi farklı kültürlere ait hikâyelerin, masalların kaydedildiği düşünce dünyasına yönelmekte, oralarda konaklamakta bulur. "Benim gönlüm düşünceler yurdu oldu." (2295, DK5) Kitaplar dünyasına öylesine dalar, hikâyelerdeki, masallardaki kahramanlarla öylesine özdeşleşir ki, gündelik yaşamda karşılaştığı insanlardan duyabildiği düşünceler okuma deneyiminde tanık olduklarıyla kaşılaştırılamayacak derecede sönük kalır. Örnek alabileceği insanları yaşayanlar arasında değil, gerçek yaşamda her türlü yaptırıma maruz kaldığı halde boyun eğmemeyi göze alabilen, şiddet kullanmayı asla düşünmeyen, Hak ve hakikati sadece düşünceleriye anlatmayı yaşamın birincil amacı olarak gören peygamberlerin, yazarların, bilgelerin hikâyelere, masallara, sanat eserlerine konu olmuş destansı mücadelelerinde bulur. Sanal dünyanın kahramanları, gerçek yaşamda gördüklerinden çok daha sahici, çok daha gerçekçi, çok daha canlıdırlar. "Aslında sen gerçekten yaşayanları ebedî hayatta bulursun. Bu yaşayanlar kimdir? Yaşayış aleminde gönülleri daralanlar, gönülleri kırılanlar." (2961, DK6)
Aynı anda, farklı zamanlarda, farklı mekânlarda anlatılabilme, bedenin varlığını gelecek zamana, yaşadığı ülke sınırlarının ötelerine ulaştırabilen hikâyeleri, masalları yazanların bedenleri zaman ve mekân sınırlarının ötelerinde kalmasına rağmen, varoluşlarını zamansal olarak sadece yaşadığı dönemde değil, mekânsal olarak sadece kendi toplumunda, ülkesinde değil, dilleri, dinleri, mezhepleri, yaşam tarzları farklı insanların yaşadığı yeryüzünün her noktasında sürdürebilirler. "Bu helva, dünyada yapılan helvalardan değildir. O taraftandır. Onu görünmez el pişirmiştir. O eldendir. O helva, o görünmez alemde süt içti, hurma yedi de tatlılaştı. Bu yüzden o, ötelerin helvası oldu." (106, DK1)
Dinleyenin, okurun kendi yorumunu ekleyerek istediği kadar kısaltabildiği, genişletebildiği hikâyeler sonsuzluğa, ebediyete gebedirler. Başları da, sonları da olmayan, diğerlerinden beslenen, onları zenginleştiren hikâyeler, Tanrı'nın ebedi varlığının algılanmasına aracılık eden sular, nehirler, bulutlar, yağmur, güneş gibi, ezelden beri devam eden olayların gelecek kuşaklara aktarılmasına, geçmişin, şimdinin ve geleceğin aydınlanmasına, şekillenmesine katkı sağlayabilme, varlıklarını, Tanrı gibi, ebediyete kadar devam ettirebilme özelliğine sahiptir."Bu hikâye parça buçuk söylendi (araya sözler karıştı, başka hikâyeler girdi). Âşıkların işi gibi başsız, ayaksız nakledildi. Fakat hakikatte başı yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. sonu da yok. ebedle eş! Hattâ su gibidir; her katrası hem baştır, hem ayak... hem de başsız, ayaksız koşup gider." (2897-2899, M1) Daha önceki zamanlarda, çok uzak ülkelerde gerçekleşen, gerçekleşebilecek olayları anlatmalarına rağmen, olası bir ülkede, olası bir gelecek zamanda yaşayan okur ya da dinleyici tarafından yorumlanabilecek hikâyeler, masallar, sanat eserleri, bireylerin hayal dünyasına birikim olarak kaydedilebilmekte, yaşamlarını şekillendirebilmekte, yaşamlarının bir parçası, hatta ta kendisi olabilmektedir. "Haşa, bu hikâye değil, kendine gel! bizim ve senin bugünkü halimizdir, dikkat et!" (2900, M1)
Kitaplar okurun geçmiş zamandan şimdiki ve gelecek zamana, şimdiki zamandan geçmiş ve gelecek zamana, bulunduğu ülke sınırlarının öte tarafında kalan düşünce dünyalarına uzanabilmesine, kendini biçimlendiren düşünce kalıplarından kurtulabilmesine, içinde yaşadığı zaman ve mekân sınırlarının ötelerinden, ötelerin de çok ötelerinden haberdar olabilmesine, tüm toplumların geçmişini ve geleceğini anlamasına,"Gözünü ardına çevirdi mi varlığın başladığı zamandan itibaren bütün macera ve âlemin yaradılışı gözüne görünür! …Ön tarafa baktı mı mahşere kadar ne olacaksa onların da hepsi gözünün önünde canlanır. Şu halde arkaya bakınca aslın aslına kadar... önüne bakınca kıyamete kadar her şey gözüne apaçık görünür." (2905- 2908, M4) bir saatle yüzyıl arasında hiçbir farkın kalmadığı, geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman arasında sınırların buharlaştığı, yok olduğu ebedi zamanı, zamansızlığı, mekânsızlığı, sınırsızlığı, evrenselliği, tanrısallığı hayalinde canlandırabilmesine aracılık ederler. "Bizce yüzyılla bir saat birdir… uzun yol, kısa zaman bize göre değil! O uzunluk, kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar." (2938, M3)
Gönül Gözü
Tanrı'yı göremeyecek, tanımlamayacak durumdaki birey, Tanrı'ya eşdeğer özelliklere sahip olan aşkı da anlama ve anlatma karşısında aciz ve çaresiz kalmaktadır. "Aşkın sıfatını söylemeye koyulursam yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır." (2189, M5) İçinde bulundukları ruh hallerine göre tüm insanlar da sonsuz gizemler barındırırlar. Yaşamın, tüm insanlığın geçmişini, geleceğini, toplumsal olayların ardında yatan gerçekleri, gizemleri araştırabilen, incelediklerini kamusal alanda paylaşmayı yaşamın anlamı olarak gören somut bir varlık olan insanı, hele hele bilim insanını anlamak, kendisi görünmeyen, fakat varlığına inanılan, soyut bir varlık olan perileri anlamaktan, anlatmaktan bile oldukça zordur. "Hani zâhiren peri gözden gizlidir ya… insan, perilerden daha gizlidir. Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz kat daha gizli! Akıllıya nazaran insan bu kadar gizli olunca gayb âlemindeki seçilmiş insan nasıl olur?" (4256-4257, M3)
Fakat Tanrı'yı, aşkı, yaşamı, bireyi, toplumsal olayları örten gizemler sadece maddi değerlere odaklananlar için söz konusudur. "Padişah 'Allah bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi, kendi haslarından değil. .. Ben bilirim ama sen de bir nişane ver. Ay, bulutla örtülse de bana gizli değildir' dedi." (989-992, M2) Tüm canlı ve cansız varlıkların, kendisi görünmeyen, fakat yaşamı biçimlendiren Tanrı'yı yansıttığının, O'nun aynası olduğunun bilincine erişebilenlere, "Tanrı'nın sanat yurdu da yokluktandır, hazinesi de. Sen, varlığa aldanmış kalmışsın, yokluk nedir, ne bileceksin? ... Bu çeşit adamın malı, geliri, yokluk varlığından ibarettir. Yoksulluk, horluk, ona iftihardır, yüceliktir."(4516-4519, M3) düşünce dünyasını şekillendiren dinsel, dilsel, mezhepsel yorum sınırlarını aşabilenlere, bütün insanları Tanrı'nın kulu olarak değerlendirebilenlere, onları anlamak, onlarla ön yargısızca iletişim kurmak isteyenlere, gönül gözüyle görebilenlere, "Fakat bir adamın gönlüne güneşin nuru vurdu mu onca yıldızın bir kadri, kıymeti kalmaz artık. Sırları perdesiz olarak görür." (2875, M6) Tanrı'yı, yaşamı ve toplumsal olayları örten perdeler, gizemler ardına kadar aralanmıştır. "Ay ışıkların doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere 'kapıları açılmıştır' sırrıdır. Sana duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce bir kerpiç parçasında görür." (165-167, M2)
Diğer organlarla karşılaştırıldığında, insanın en önemli organı gözüdür. "Fakat iki gözün, bütün âzadan daha kıymetli olduğu meydandadır."(1028, M2) Bireyin eylemleri edindiği bilgi doğrultusunda verdiği kararlar bağlamında şekillenmektedir. "Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin fer'idir. Şu halde insan, ancak göz bebeğinden ibarettir." (1679, M1) Bireyin kendine özgü bakış açısına sahip olabilmesi, kendi kişiliğini geliştirebilmesi, bilgilenmesiyle mümkün olabilmektedir. "Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür." (4123, M3) Yaşamın güzelliklerinin farkına varabilmek, bireysel ve toplumsal olayları, yaşamı kendine özgü bakış açısıyla yorumlayabilmek için, "Bütün alem nurla, suretlerle dolsa o güzellikten ancak göz haberdar olur." (2386- 2387, M4) tüm canlı ve cansız varlıkların en küçük parçasında Tanrı'yı görebilecek göze sahip olmak gerekir. "Gözler, perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan, dışa bakar, içi görür. Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi." (1481-1482, M6)
Aklın kavrayamadığını görebilmeyi, denizlerin derinliklerinin daha diplerine inebilmeyi, dağların yüksekliklerinin daha da üstüne çıkabilmeyi, zaman ve mekân sınırlarını aşabilmeyi, zamansızlığı, sınırsızlığı, mekânsızlığı, insanlık tarihinin geçmişini anlayabilmeyi, geleceğini öngörebilmeyi, bütün insanları Tanrı'nın kulu olarak değerlendirebilmeyi, sevebilmeyi sağlayabilecek göz, sadece gönül gözüdür. "Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Halbuki gönül aynasının hududu yoktur. Burada akıl, ya susar, yahut şaşırıp kalır. Sebebi de şu: Gönül mü Tanrı'dır, Tanrı mı gönül?" (3488-3489, M1)
Farklı dine, dile, mezhebe, yaşam tarzına sahip olan insanları Tanrı'nın kulu olarak görebilme yetisine sahip gönül gözüyle görebildiğinde "Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler! Kimya gibi olan bakışınızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz." (2780-2781, M1) bütün organları göz kesilecek, göz görme işlevini yerine getirecek, "Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da." (2400, M4) dinine diline, mezhebine, yaşam tarzına bakmaksızın tüm insanları birey olarak yorumlayabilecek, "Hele gönül gözü yok mu? O, bu göze nispetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece kuvvetlidir." (333, M4) toplumsal olayları kendine özgü bir bakış açısıyla değerlendirebilecek, "Gözün varsa kendi gözünle bir bak. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir ahmağın gözüyle bakma. Kulağın varsa kendi kulağınla dinle duy. Neden sersemlerin kulağına kapılıyorsun? Taklide uymaksızın bakmayı adet edin, kendi aklını koru, onu düşün sen." (3343-3344, M6) bütün insanlara karşı adil olan Tanrı gibi adaletli davranabilecek, "Der ki: Yürü gönüle git... çünkü sen gönlün cüzüsün; kendine gel, sen âdil padişahın kulusun!"(3341, M4) sınırın beri tarafındakileri "biz" öte tarafındakileri "düşmanlar, kafirler" olarak değerlendirilmesine neden olan ön yargılardan sıyrılabilecektir. "Pak kişilerin sence perde ardında olması, onları görmemen, pis duygundandır. Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka... sofilerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir... bunu böyle bil. Sen temizlendin mi perde yırtılır... pak kişilerin canları sana görünmeye başlar."(2384-2386, M4)
Sahip olma dürtüsüyle mal, mülk, şan, şöhret edinmeyi yaşamın en önemli amacı olarak görenlerin, iletişimlerini mallarından, mevkilerinden aldıkları güçle, dayatmalarla şekillendirdiklerini, "Akıllıların yuları 'zorla gelin' emridir; gönlünü kaptıranların baharı 'dileyerek gelin' emri!" (4471, M3) katliamların dişlisi olmayı dayatan toplumsal bakışa esir olduklarını,"Dünya ehlinin bu sebeple gönül gözleri kördür; onlar, balçıkla bulanmış su içerler." (815, M5) toplumsal koşulları sorgulayan düşünceleri algılayamadıklarını, "Tabiat mıhına kurumuş et gibi asılı kalan kişinin canı, sebeplere bağlanmıştı... bundan ötesini göremez." (2380, M4) maddi değerleri ilahlaştırdıklarının farkında bile olmadıklarını, "Zannınızca taştan yapılma putlarınız Tanrı'ya eş oluyor da akıllı can nasıl Tanrı sırrına sahip olmuyor? Demek ki bir ölü sinek Tanrı'ya eş oluyor sizce" (2765-2766, M3) aşkı ıskaladıklarını, Tanrı'yı kavrayamadıklarını, ömürlerini boşa geçirdiklerini, kendine ve tüm insanlığa yabancılaştıklarını, "Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü, gül bahçesini temaşa etmedikçe lokma nasıl siner? Tanrı'yı ummadan bu suyu bir an bile kim içer? .... Zamanı geçip gitmiş, günü bir türlü gelmez olmuştur. Düşüncesi körleşmiş, aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir. Elif gibi hiçbir şeyi yoktur!" (3080-3084, M2) dini, dili, mezhebi farklı insanları düşman gördükleri, dost göremedikleri için körleştiklerini, "İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler. İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi." (1406-1407, M1) güç sahiplerinin çıkarttıkları savaşlarda cennete gidebilme beklentisiyle gönüllü olarak ölmek, öldürmek için cepheye koştuklarını, hem kendisine hem de tüm insanlığa düşman olduklarını, "Sen, onun düşmanı değilsin, kendinin düşmanısın." (3630, M3) yaşamlarını ölüm kusarak somutlaştırdıklarını belirten Mevlana, "Tanrı ilhamına erenler, hayatın ta kendisi kesilirler, hava ve hevesle süslenenler ise ölüm zehiri!" (3295, M3) buna karşın hiçbir karşılık beklemeksizin sevebilen, din, dil, ırk mezhep ayrımı yapmadan Tanrı'yı ve aşkı öğrenebilmek, anlatabilmek, yaşamda yansıtabilmek adına çektikleri çilelerin halk tarafından delilik olarak değerlendirilmesinin umurunda olmayan aşıkların, gönül gözüyle görebilenlerin ise, "Akılı başında olanlar, bağla bağlanmış kullardır, âşıklar ise hürdür, şekerlenmiş, ballanmış canlardır onlar!" (4471 M3) halkın değer yargılarına, toplumsal bakışa eklemlenmeden bütün insanları Tanrı'nın kulu olarak gördüklerini, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan onları sevdiklerini,"Akıllı kişi, her zaman kendini göstermek sevdasındadır; herkesin kendisini tanımasını, sevmesini arzu eder! Halbuki Hakk aşığı, her zaman kendinden geçmek, deli divane olmak ister!" (1957, DK4) hiçbir dayatmanın giremeyeceği gönüllere girmeyi, gönüllerde kalmayı, ötekileştirilenleri, hor görülenleri yaşatmayı amaçladıklarını, "Yolcu, kalbe yürü, orada seyret, orada gez dolaş. Ağaçlar var orada, akan sular var orada." (516, M3) iletişimlerini birlikte oldukları insanların olurlarıyla sürdürdüklerini, hayır dediklerinde ise sonlandırdıklarını vurgular. "Şu halde hırsız gibi acılıkla zorla değil de istekle istekle tatlı tatlı, güzel güzel git!" (4192, M3)
Tanrı'yı ve Aşkı Kavrayan Bedenin Ölümü
Ebedi Yaşama Merhabadır
İnsanlığın tarih sahnesine çıkmasından beri, toplumlar, devletler, siyasal ya da ekonomik açıdan uygun gördüklerinde, dinleri, dilleri, ırkları, mezhepleri ve yaşam tarzları farklı toplumları katletmeyi, Tanrı inancı olarak değerlendirmişlerdir. Bireylerin, toplumların yaratıcı, öznel yorumlama yeteneğini harekete geçirebilecek, yeryüzündeki bütün insanları kucaklayabilecek, barış içinde yaşamasını sağlayabilecek, dağları bile yerinden oynatabilecek Tanrı inancı öylesine yanlış yorumlanmıştır ki, devlet aygıtı ve etrafına mal, mülk, şan, şöhret, makam elde etmek amacıyla çöreklenen aydınlar, kendi sınırları dışındaki toprak parçalarını kendi ülkelerine katabilmek için, kendi diline, dinine, mezhebine, yaşam tarzına uymayan, kadın, kız, çoluk, çocuk, ihtiyar demeden, önlerine çıkan tüm bedenleri paramparça etmenin, dağları, şehirleri yakıp yıkmanın, Tanrı buyruğu, vatan sevgisi olduğunu iddia etmişler ve katliamları meşrulaştırmışlardır.
Devlet yönetiminin etkin kademelerinde görev yapan yöneticiler fani/ölümlü olduklarını unutmuşlar, tüm dünyayı egemenlikleri altına alabileceklerini düşünebilecek kadar çılgınca hayaller kurmuşlardır. Onlar Tanrı'ya değil, sadece yaşam yasalarını diledikleri gibi belirleyebileceklerine, yönlendirebileceklerine inanmış, kendilerini Tanrı olarak görmüş, geride gözü yaşlı binlerce, milyonlarca insan bırakmış, bir o kadarını da katletmişlerdir. Doğal yasalar gereği yaşamları sona ermiş, bedenleri toprağın altına girmiştir. Fakat yer-ve gökyüzünde canlı ve cansız varlıkların etkileşimiyle işleyen Tanrı Aklı, onlardan önce olduğu gibi onlardan sonra da, yaşamı oluşturmaya, sürdürmeye ebediyete kadar devam etmiştir. "Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar; O bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılırdı. Tanrı, onların hile ve tedbirlerini 'O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu' diye öğdü. (Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı'nın işi ve hükümleri kaldı" (950-954, M1)
Buna karşın insan bedeninden mal, mülk, mevki, makam sağlayanlara hizmet eden düşünce sistemini sorgulayan, yaşama, olaylara kendi dininin, ırkının, mezhebinin dayattığı toplumsal bakıştan sıyrılabilen, geniş halk kitlelerinin Hak ve hakikate erişebilmesine katkı sağlayan, yeryüzündeki tüm insanları Tanrı'nın kulları olarak görebilen, onları ön yargısızca sevebilen, "Kimseden ücret istemeyiz, ücretimiz, noksanlardan ari olan Tanrı'dan gelir." (2708, M3) tüm insanların barış içinde yaşamasına katkı sağlayabilecek düşünceleri,"Allah güneşi, bir zerreyi bile örtüp kaybetmez. Şu cismani güneş karşısında bile bu cismani zerreler görünürse, Elbette hatıra ve düşünce zerreleri, hakikatler güneşine karşı görünecek." (432-434, M6) kamusal alanda maruz kaldığı tüm baskılara rağmen hikâyelere, sanat eserlerine dönüştürebilen bedenler toprağın altında kalsalar bile "Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur." (1612, M2) eserleriyle, düşünceleriyle gelecek kuşakların yaşamını aydınlatmaya devam edecek, "Senin canın Hakk meclisine, ilahî aşkla mest olarak gelsin, bedenini bırak halk arasında, halktan biri olarak dolaşsın dursun!" (1258, DK3) yaşam devam ettikçe, insanlık var oldukça, güncellenerek ebedi yaşamın simgesi Tanrı'nın varlığına eşlik edecek, "Fakat bizim ashabımız; hakikat ehlidir. Tanrı, onlara kapı açmış, onları odanın baş köşesine geçirmiştir." (2314, M6) dini, dili, mezhebi farklı insanların yaşamlarını biçimlendirmesine hizmet edecek,"Yerdeki, gökteki zerrelerin hepsi, sınama çağında Tanrı askeridir." (783, M4) onlara Hak ve hakikati anlatacak, "O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Tanrı görüşüdür." (885, M2) ebediyete kadar yaşamın hizmetinde kalacak olan Tanrı'nın eserleri, güneş, ay, yağmur, akarsular gibi, yaşamın ve yaşatmanın sesi olarak yorumlanacak, "Bu sebepler, o eserlere benzemez. Fakat Tanrı, nasıl oldu da bu sebeplerin yerine o eserleri getirdi? Kimse bilmez. Bu sebepler, dünyada nasıl senin ihtiyarınla, senin fermanınla meydana geldiyse o dört ırmak da ahrette şüphe yok, senin fermanına tabi olur."(3462-3464, M3) evrensel barış söylemi olarak dolaşımda kalacak, akışkanlığını sürdürecek, ürettikleri düşünceler sayesinde varoluşlarını, daha önce yaşamış olduklarını kanıtlayacak, tüm insanların barış içinde yaşamasına katkı sağlayacaklardır. "Sonunda biz bildik ve anladık ki, biz şu tenden ibaret değiliz. Beden olmaksızın da Hakk ile yaşarız." (3340, M5)
Yaşamı kuran en önemli etkenin söz, düşünce olduğunun, sözün bedenin varoluşunu ebediyete kadar sürdüreceğinin bilincine varan, "Şair, ihsan ölmedi ya diye evvelce nail olduğu ihsana şükran olarak yazdığı şiiri alıp padişaha götürdü, sundu. İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı... ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zâlimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı... vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı! Peygamber 'Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı' demiştir. İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki... Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir!" (1200-1204, M4) Hak ve hakikati hiçbir beklenti ve çıkar gözetmeksizin gelecek kuşaklara anlatmaya, eser yazmaya adayan, "Alimin azığı ve sermayesi, kalemden meydana gelen eserlerdir." (160, M2) cömertliğin simgesi Tanrı'ya özgü -almadan veren- bir yaklaşım sergileyen yeryüzünde O'nu yansıtmakta olan şairler, yazarlar, bilim insanları, "Şairin hediyesi ne olacak? Yeni bir şiir... onu ihsan sahibine götürür, sunar, adeta rehin bırakır! İhsan sahipleri, yüzlerce kerem ve cömertlikle altınlar yığarlar, şairleri beklerler. Onlarca bir şiir, yüz denk kumaştan daha iyidir... hele denize dalıp da dibinden inciler çıkaran bir şairin şiiri olursa! …. Bu suretle de onun lûtfu, ihsanı, altın bağışlaması, söz arasında amber gibi koksun! Tanrı, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir örnektir." (1185-1189, M4) mal, mülk, makam ve mevki, şan ve şöhretlerinden aldıkları güçle tüm insanları kendi emellerine ulaştırabilecek bir araç olarak gören padişahlara, yöneticilere göre, bedenlerinin varoluşlarını daha uzun süre devam ettirmektedirler. "Saltanatı nöbetten üstün olan, ikbali ebedî bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar. Nöbetten üstün olanlar, bâki padişahlardır; onlar daima ruhlara sâkidir." (1370-1371, M1)
Tenleri, dinleri, dilleri, yaşam tarzları egemen anlayışa uymadığı gerekçesiyle, sözel ya da fiziksel şiddet uygulanarak ötekileştirilenlerin, katledilenlerin ve onların yaşama tutunmasını sağlamak amacıyla bireysel ve kurumsal yaptırımlara sadece gülümseyerek mücadele edenlerin aziz hatıralarına sevgiyle
Kısaltmalar
Divan-ı Kebir 1. Cilt= DK1
Divan-ı Kebir 2. Cilt= DK2
Divan-ı Kebir 3. Cilt= DK3
Divan-ı Kebir 4. Cilt= DK4
Divan-ı Kebir 5. Cilt= DK5
Divan-ı Kebir 6. Cilt= DK6
Fihi Ma-Fih=F
Mesnevi 1. Defter=M1
Mesnevi 2. Defter=M2
Mesnevi 3. Defter=M3
Mesnevi 4. Defter=M4
Mesnevi 5. Defter=M5
Mesnevi 6. Defter=M6
Önsöz
Mevlana'nın eserlerini okumaya başlamam, Almanya'nın Bonn şehrindeki Rheinische Friedrich Wilhelm Üniversitesi'nde Türkçe okutmanı olarak görevlendirildiğim 2010-2015 yıllarına denk gelir. Bu görevlendirilme döneminde Yılmaz Eryiğit, Ahmet Apaydın, Selçuk Taşdöşemeci, Bahadır Gizlici, Fahrettin Gökgöz, Lale Cihan, Sevgi Zenginol gibi birkaç edebiyatsever ile "Bonn'da Türk Kültürü"nü kurduk. Bonn yakınlarında oturan, kültürel alanlarda kendilerini ifade etmek isteyen arkadaşlarımız ile Bonn'da Türk düşünce dünyasında yerini almış yazarlar, düşünürler hakkında düzenli olarak kültürel etkinlikler hazırladık. Bu etkinlikler Mevlana'nın eserlerini araştırmamı ve kaleme almamı tetikleyen en önemli etkendir.
Lale Cihan ve Sevgi Zenginol grubumuzun kuruluş aşamasından itibaren gerçekleştirdiğimiz tüm etkinliklerde dönüşümlü olarak sunuculuk yaptılar. Onların sunum kıvamında ve kalitesindeki sunuculukları ve Bonn Türk Müziği Korosu Şefi Eda Yüksel Özkan ve tüm koro üyelerinin seslendirdikleri türkü ve şarkılar etkinliklerimizin çeşitlenmesine, zenginleşmesine, devam etmesine olağanüstü katkı sağladı. Onların varlığı olmaksızın grubumuzun gelişmesi de söz konusu olmayacaktı. Varlıklarıyla gerçekleştirdiğimiz etkinliklere katılarak grubumuzun ete kemiğe bürünmesine katkı sağlayan Bonn'da Türk Kültürü'nün tüm üyelerine ve diğer katılımcılara sonsuz teşekkürler.
Bonn'da Türk Kültürü dinamiklerini grubu oluşturan üyelerin yaratıcı ve özgür düşüncelerini harekete geçirerek sağladı. Fakat göreve başladığım ilk günden itibaren Köln Başkonsolosumuz Mustafa Kemal Basa ve halefi Hüseyin Emre Engin, Köln Başkonsolosluğu Yardımcısı Ayşe Sezen ve Eğitim Ateşesi Prof. Dr. Mustafa Gençer ve konsolosluğumuzun kültürel konularla ilgili birimlerinin sınırsız desteğiyle güvenine güven, gücüne güç kattı.
Bonn'da Türk Kültürü adı altında gerçekleştirdiğimiz edebiyat günlerinde sunum yapan arkadaşlarımız ve konuları aşağıda listelenmiştir. Yılmaz Eryiğit'in Bonn Şehir Kütüphanesinde hafta sonunda Türk gençleriyle sürdürdüğü Türkçe kitap okuma, anlama ve anlatma etkinliği Avrupa'da yaşayan Türk çocukları için bir ekol olabilecek kalitede devam etmektedir.
Selçuk Taşdöşemeci: "Nazım Hikmet", "Necip Fazıl Kısakürek", "Sarıkamış Destanı" ve "Çanakkla Savaşları"
Yılmaz Eryiğit: "Nasreddin Hoca ile Nietzsche'nin Serancamı" ve "Medeniyetler Çatışması"
Fahrettin Gökgöz:"Hacivat ve Karagöz" ve "Ahmet Yesevi"
Bahadır Gizlici: "Şiir, Şuur ve Söylev Üzerine"
Faik Salgar: "Almanya'da Bireysellik"
Yücel Feyzioğlu: "Türk Dünyası Masalları"
Refika Özgündüz: "Karapapaklar"
Türk Müziği Korosu Şefi Eda Yüksel Özkan ve tüm koro üyelerinin şiir okuduğu, fıkra anlattığı, solo ve koro türküler söylediği "Türkülerle, Şiirlerle, Fıkralarla Türk Kültürü Akşamı"
Yavuz Kürkçü: "Orhan Veli"
Baker Schwani: "Yaşar Kemal"
Sultan Tuncer: "Geleneklerimiz ve Kökenleri"
Dr. Serpil Öncüer:"Sait Faik Abasıyanık"
Sevgi Zenginol:"11 Ayın Sultanı Ramazan"
Fazlı Erbaş: "Destanlarımız"
Muhsin Saylan: "Şirazi"
Nevin Kutlu: "Gün Olur Asra Bedel"
Kerem Aslan: "Felsefe Nedir? Bizde Var Mıdır?"
Prof. Dr. Mustafa Gençer: "Çanakkale Destanı"
Hüseyin Kahramanlar: "Mehmet Akif Ersoy", "Mimar Sinan'ın Sanatçı Kişiliği", "Elif Şafak, Aşk" ve "Mevlana'da Hakk'a, Aşka ve Evrensel Barışa Erişim Yolu"
Mevlana ve Evrensel Barış
Yeryüzünde Tanrı'yı temsil ettiklerini iddia edenlerin hunharca cinayetler işlediklerine, şehirleri ateşe verdiklerine, yakıp yıktıklarına, tahta çıkabilmek uğruna önüne çıkan kadın, çocuk, ihtiyar demeden herkesi, hatta kardeşlerini bile katlettiklerine tanıklık eden Mevlana, dünyayı farklı dinlere, mezheplere, yaşam tarzlarına sahip insanların katledildiği, (294, DK1) kan ve göz yaşının sel olup aktığı, katliamlardan dolayı insanların inim inim inlediği, (87, DK1) yol kesmenin, adam öldürmenin, cinayetlerin kol gezdiği, (2817, DK6) haksızlıkların, kötülüklerin gündelik yaşamı belirlediği bir mekân olarak tanımlar. (331, DK1)
Mevlana'nın eseri Mesnevi'nin I. Cildinin daha ilk beyitlerinde kamışlığından, yaşam alanından, yaşamından, özünden kopartılarak bir nesneye, cansız bir varlığa dönüştürülen ney, tüm insanların barış içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek Tanrı inancı, gerçek amaçlarından uzaklaştırıldığından, katliam üreten din yorumlarına dönüştürüldüğünden dolayı çıkartılan savaşlarda, kendisi gibi yaşamından, özünden kopartılan, bedenleri delik deşik, organları paramparça edilerek yaşamları harap olan kadınlarla, erkeklerle, çocuklarla, ihtiyarlarla kendini özdeşleştirmekte, geride kalanların dertlerine çare olabilecek, evrensel barışı inşa edebilecek bir Tanrı yorumu dile getirememenin üzüntüsüyle adeta feryat etmekte, haykırmaktadır. "Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… Herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım. Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar." (1-4, M1)
Ney, toplumları birbirine karşı kışkırtmaya, kendinden olmayanı düşman olarak yaftalamaya, sonra da onları katletmeye indirgenen din yorumlarının neden olduğu "kanla dolu yoldan" bahsederken, katliamların nedenlerini aşıkların bakış açısıyla inceleyerek, kanla dolu yolları aşk yoluna dönüştürebilecek nağmelerle, sözlerle, hiç kimsenin değil dile, aklına bile getirmeye cesaret edemeyeceği, evrensel barış ve hoşgörü düşüncesini inşa etme niyetine girer. "Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki, şarabın içine düşmüştür. Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı. ... Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir." (10-13, M1)
Mesnevi'nin I.Cildinin ilk satırlarında neye yanık yanık ses verdiren, onu ağlattıran, inlettiren Mevlana, son cildinde Tanrı inancının katliamların bir gerekçesi olarak kullanılamayacağını dile getirebilmenin, dini, dili, mezhebi farklı insanların bir arada barış ve refah içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek bir düşünce sistemi inşa edebilmenin gururunu, sevincini, özgüvenini yansıtmaktadır. "Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur." (1528,M6)
Toplumsal Yapılar Tasarımdır
Tanrı’nın evreni ve yaşamı oluşturacak yasaları ve varlıkları önceden tasarladığını, sonra da dağları, gökleri, balıkları, denizleri, güneşi, ayı, yağmuru, göğü, evreni yarattığını, yaşamın da bu tasarıma göre gerçekleştiğini belirten Mevlana, "Âlemde her hünerin fikirle kaim olduğunu, evlerin, köşklerin, şehirlerin, dağların, sahraların, nehirlerin hep onda meydana geldiğini, denizdeki balığın denizin vücuduyla yaşadığı gibi yerin de, denizin de, güneşin de, göğün de fikirle diri bulunduğunu mademki görmektesin." (1034-1036, M2) yaşamı oluşturan ve sürdüren düşünceyi, Tanrı Aklını, tüm insanlar ve toplumlar için gündelik ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan çareleri, yöntemleri bulma, "Arayanlar için bu gök kubbenin altında bir adettir kodu, sebepler ve yollar yarattı." (1543, M5) evleri, sokakları, şehirleri, toplumsal koşulları, devlet yapısını oluşturma konusunda başvurulabilecek en önemli kaynak olarak değerlendirir. "Önceki fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil." (970, M2)
Toplumsal koşullar, şehirler, evler oluşmadan önce de tasarlanmış, sonradan ete kemiğe bürünmüştür. Mühendis evin planını çizmeden önce, inşaat malzemeleri de, ustalar da, işçiler de ortalıkta yoktur. Ev de. Mühendisin hayalinde sadece yapmayı tasarladığı bina vardır. Binanın tasarımından sonra, malzemeler inşaat alanına gelmeye, ustalar ve işçiler çalışmaya başlar. İşçiler, ustalar binanın oluşmasını sağlayacak taşları, tuğlaları araç olarak kullanırken, mimarın aracı olan düşüncenin hiçbir şekli yoktur. Evin oluşumunu, şekillenmesini başlatan, yürüten, sona erdiren, işçilere yol gösteren güç, tasarımdan önce hiçbir şekli olmayan mimarın düşüncesidir, hayalidir. "Her yurdun duvar tavan ve sair suretlerini mimarın düşüncesinin gölgesi bil. Düşünce zamanında taş, tahta ve kerpiç meydanda değildir ama bu, böyledir. Dilediği gibi iş yapan suretsizliktir. Suret, onun elinde bir alete benzer." (3740-3742, M6)
Toplumların oluşmasına, bir arada yaşamasına, geleceğini şekillendirmesine katkı sağlayan da, tarih sahnesinden silinmesine neden olan da, zaman ve mekân sınırlarına hapsolmayan bilgidir. "Her hünerin aslı, esası, hayâlden, arazdan, düşünceden başka nedir ki? Dünyanın bütün cüzilerine, fakat garazsızca bak; arazdan başka bir şeyden meydana gelmemiştir." (969-970, M2) Toplumların barış ve refah içinde mi yaşayacağını, yoksa devlet zaafiyetinin beraberinde getireceği dinsel, mezhepsel, toplumsal, ulusal kargaşalarla, çatışmalarla mı karşı karşıya kalacağını, "Padişahın cismi, surette birdir ama yüz binlerce asker, arkasından koşar. Fakat o tertemiz padişahın şekli ve sureti de gizli bir fikre mahkûmdur. Gör ki bu sayısız halk, bir tefekkür yüzünden yeryüzünde akıp giden sel gibidir." (1030-1032, M5) savaşların galibiyetle mi, yenilgiyle mi sona ereceğini, hem devletin etkin kademelerinde görev üstlenen yöneticilerin devleti kuran düşünceyi yorumlayış biçimi, hem de bu düşüncenin kendisi belirlemektedir. "Padişahın, yahut ordunun gönlündeki hayal gibi. O hayal de hayaldir ama savaşta düşmanları mahveder." (3396, M5)
Katliamların Nedeni Dayatmacı Anlayıştır
Yaşanan katliamlar, toplumların bilgilenmeye gereken değeri vermemesinden, toplumsal koşulların maddi değerlere göre şekillenmesinden, "Gül bahçesinin kapısını kendimize kapatmışızdır da onun için bu iki üç demete zebun olmuşuzdur. Yazıklar olsun, öyle bir bahçenin anahtarları, ekmek yüzünden elimizden düşüp gidiyor." (4652-4653, M6) bütün sözlerin, hikâyelerin, mal, mülk, şan ve şöhret edinenleri kutsamalarından,"Çünkü Âdemoğullarının bütün sözleri, suya, ekmeğe, şana, şerefe ait."(3268, M3) toplumun tüm kesimlerine ait insanların din adına konuşma yetkisini kendilerinde görmelerinden, birbirlerine selam verirken bile, bireysel çıkarlarından başka önceliklerinin bulunmamasından, toplumsal sorunlara gereken ilgiyi göstermemelerinden kaynaklanmaktadır. "Ey din ulusu, bir selâm bile duymazsın ki selâm veren, sonunda yenini, yakanı yakalamasın. Kardeş, ben halkın ileri gelenlerinden de, geri kalanlarından da tamahsız bir selâm bile işitmedim vesselâm!"(3358-3359, M3)
Devlet aygıtı toplumsal koşulların kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirebilmek amacıyla, toplumun dinsel, mezhepsel, ulusal inançlarını, duygularını yönlendirmeyi, halkı uyutarak iktidarlarını sürdürmeyi başarmışlardır. "Babacığım sebep ve vasıtalar. Bir zamancağız gaflet devri yürüyüp gitsin diye ana yolun üstünde toplanmış bir hayalden başka bir şey değildir."(1554-1555, M5) Yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet eden toplumsal koşulları ayakta tutan düşünceler ve eylemler doğru-yanlış, sevap-günah gibi kavramlarla desteklenerek gündemde kalması, gündemi belirlemesi, toplumu yönlendirmesi sağlanmakta,"Her hayır ve şer, sebebini yaratandan gelir." (1554, M5) toplumsal yapıların sorgulanmasına izin verilmemekte, "Olan seylerin pek çoğu o adete göre olagelir." (1544, M5) eleştirel düşüncenin dile getirilmesi uygulanan yaptırımlarla, kesilen cezalarla engellenmekte, toplumsal koşulları oluşturan yöneticilerin düşünceleri ve yaşam tarzları topluma model olarak sunulmakta, toplumsal saygınlıklarının güçlenmesine katkı sağlamakta, toplum tarafından yeniden üretilmesine, meşruiyetini gelenek ve göreneklerden alarak daha da sağlamlaşmasına hizmet etmektedir. "Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır." (2800, M1)
Aydınlanmacı dünya görüşünün, özgür düşüncenin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinin, kendi iktidarlarının sona ermesine yol açacağının bilincinde olan padişahlar, insan kanından beslenen savaş çığırtkanlarını yönetimin etkin kademelerinde görevlendirmekte, "hizmetten çekinenler de zincirlerle bağlanmış, bukağılarına vurulmuş! Zalimler, Şeytan'ın iğvasıyle zulmederler, zalimlerin zulmünün aslı Şeytan'dan gelir… Şeytan, bağlarla bağlanmış, zincirlere vurulmuşken nasıl olup da zulümde bulunabilir?" (4636-4638, M3) toplumun zulme, haksızlıklara karşı direnmesine düşünceleriyle katkı sağlayabilecek aydınları zindanlarda yaşamaya mahkum ederek onların düşüncelerini dile getirmelerine fırsat vermemekte, "Bizim zamanımızda zalim nerede? Şaşılacak şey… nasıl oluyor da hapsedilmemiş, nasıl oluyor da bizim zindanımızda değil? Bak, şeytanlar, bizim için çalışmada, kazanmada, bize hizmet etmede" (4634-4635, M3) aydınları katlederek toplumların aydınlanmasını engellemekte, toplumlar arasında gerginlikleri tırmandırarak düşmanlık ve nefret duygularını körükleyerek savaşların çıkmasına neden olmaktadır. "Öğütçüler, onlara öğüt verdiler, kötülüklerine, küfürlerine mâni olmaya çalıştılar. Fakat onlar öğütçülerin kanlarına kastediyorlar, kötülük ve kâfirlik tohumu ekiyorlardı." (378-379, M3)
Hak ve hakikati halka şiddet kullanmadan anlatmayı amaçlayan peygamberlerin de benzer yaptırımlarla karşı karşıya kaldıklarının altını çizen Mevlana, dile getirdiği düşüncelerin halk arasında yaygınlaşmaya başlamasıyla ülkesini yönetemeyecek durumda kalan Firavun tarafından büyücülükle suçlanan Musa peygamberin, dağları bile yerinden oynatabilecek güce sahip Tanrı inancının toplumsal yapıları temelinden sarsmasının olağan karşılanması, bunun büyücülükle, sihirbazlıkla karıştırılmaması gerektiğini aktardığını belirtir. "Firavun dedi ki: 'Pek usta bir büyücüsün... bu ülkeye bir ikiliktir saldın. Gönlü bir olan halkı iki bölüğe ayırdın... öyledir; büyücülük, dağa, taşa bile tesir eder... onları bile yarar, yıkar. 'Musa şöyle cevap verdi: 'Ben, Tanrı emirlerine gark olmuşum... hiç Tanrı adı ile büyücülük görülmüş şey midir? Büyücülüğün temeli gaflettir, kafirliktir... halbuki Musa'nın canı, din meşalesidir. A çirkin, ben büyücülere benzer miyim? Nefesine Mesih bile haset etmededir benim. A cenabet, benim nerem büyücülere benzer? Kitaplar, canımda nurlanır, ışıklanır." (2360-2365, M4) Eserlerinde anlattığı hikâyelerin toplumun beğenisini kazanmasından, toplumu aydınlatmasından, iktidarlarının ellerinden kayıp gideceğinden korkuya kapılan yöneticiler de, Mevlana'nın düşüncelerinin yayılmasını engellemek, onu yazmaktan vazgeçirmek amacıyla, eli silahlı adamlarıyla kendisine her türlü yaptırımı, zorbalığı uygulamaktan geri kalmamışlardır. "Yazıklar olsun ki, yol kesiciler oturmuşlar, dilime yüzlerce düğüm vurmuşlardır!" (334, M4)
Kendi dinlerini, mezheplerini hakikat, ötekilerininkini batıl olarak niteleyen tek tipçi, dayatmacı anlayış, ayrımcılığa, dolaylı olarak da katliamlara yol açmaktadır. Dinsel, ırksal, mezhepsel aidiyetlerini önceleyen, "Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de! İblis'in illeti "Ben, Âdem'den hayırlıyım" demesiydi." (3215-3216, M1) toplumsal sorunların çözümünde zorbalıktan başka yöntem tanımayan, "Silâhla bilgisizlik bir araya gelince Firavun, sitemle bütün dünyayı yakar yandırır." (4723, M6) otoritesini bilgisiyle değil, eleştirel düşünceleri dile getirenleri yıldırmak amacıyla gerektiğinde yok etmekten çekinmeyen, "Bilgisizlere, geçtikleri mevkiin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz! Çünkü ayıbı gizliyken meydan bulur da yılanı, delikten çıkar, sahralara uğrar!" (1441-1442, M4) toplumun onayına başvurmadan kararlar alan, "Cahil kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar!" (1443, M4) bireysel çıkarlarından, saltanatlarını sürdürmekten başka öncelikleri olmayan yöneticilerin ülkelerinde, toplumların büyük acılarla karşı karşıya kalmalarının, "Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider." (1029, M2) komşu ülkelere savaş ilan etmelerinin, onları katletmelerinin, komşu ülkeler tarafından saldırıya uğramalarının, kendi vatandaşlarının kötü yönetimin beraberinde getirdiği felaketlerden dolayı inim inim inlemelerinin, "Bilgisizlik, akılda bir taassuptur ki buna tutulanların şehirlerinde kargalar şom, şom bağırışırlar, yerleri, yurtları harabeye döner. Onlar mazlûmlar için kuyu kazdılar ama kazdıkları kuyuya kendileri düştüler, ah etmeye başladılar. Yusufların derilerini yüzdüler, fakat kendi yaptıklarını birer birer buldular." (395-397, M3) cinayetlerin toplumsal yaşamı belirlemesinin, toplumu oluşturan bireylerin özgür olduğu yanılgısına kapılmalarının, fakat köleliğe razı olmalarının, "İşte şimdilik hepimiz de hendeğe düştük. Savaşsız kazalara uğradık, öldürdük. Kendi aklımıza güvendik, fikrimize dayandık da bu tehlikeye çattık. İnce hastalığa tutulan, kendisini nasıl sağlam sanırsa biz de tıpkı onun gibi kendimizi sağlam sandık, hür zannettik." (3780-3782, M6) eli silahlı çetelerin geniş halk kitlelerini baskı altında tutmalarının, halkın fakirliğin pençesinden kurtulamamasının, yurdun dört bir tarafının yanmış, yıkılmış olmasının, devlet otoritesinin kaybolmasının, "Hüküm, bir sapığın eline geçti mi onu mevki sanır ama hakikatte kuyuya düşmüş demektir! Yol bilmez, kılavuzluk etmeye kalkışır... kötü ruhu, cihanı yakar, yandırır! Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye girişirse ardına düşenler, devletsizlik gulyabanisine çatarlar!" (1446-1449, M4) halkın geçimini üreterek değil, birbirlerini sömürerek, yol keserek, soygun yaparak, cinayet işleyerek, diğerlerinin malını, mülkünü gasp ederek temin etmesinin, yoksulluğun pençesinde kalmasının birincil nedeni savaşlar değil, bireylerin ve toplumun aydınlanabileceği iletişim ortamların kurulamamasının doğal sonucudur."Arabın iftiharı, savaş ve ihsanıdır... Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş! İhsan nerde? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarını sokup kanını emmekteyiz. Hele bize misafir gelsin.. geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!" (2260-2263, M1)
Düşüncelerin özgürce dile getirilebildiği iletişim ortamlarında üretilen bilginin, bireysel ve toplumsal refaha, huzur ve güven içinde yaşanabilecek toplumsal koşulların oluşmasına katkı sağladığının, dayatmacı anlayışın hüküm sürdüğü koşullarda edinilen bilginin, bireysel ve toplumsal felaketlere neden olduğunun farkına varılmadığı, "Hem sapıklık bilgiden olur, hem doğru yolu buluş... nitekim acı da rutubetten hâsıl olur, tatlı da! ... hastalık da iyi gıdadan olur, kuvvet de!" (3010, M4) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları katletmenin Tanrı buyruğu olduğuna inanıldığı, bireysel ve toplumsal hak olarak meşrulaştığı, toplumsal koşulların sorgulanabileceği, toplumsal aydınlanmanın gerçekleşebileceği iletişim ortamlarının oluşturulamadığı, "Elle ayağa kılavuzluk eden gözdür... basılacak tutulacak yeri de o görür, basılmayacak tutulmayacak yeri de o!.. yay kötü oldu mu ok eğri gider!" (3403-3406, M4) halkın kendisini Hak yolunda yürüdüğünü zannettiği, fakat gerçekte bir avuç yöneticinin çıkarlarına hizmet ettiğinin farkında olmadığı toplumlarda,"Şu halde hakikatte herkesin taptığı Hak'tır. Çünkü yollara gidenler zevk için giderler suretsizliğe doğru yürürler. Ama bazıları yüzlerini kuyruğa tutmuşlardır. Baş, asıldır ama başı kaybetmişlerdir onlar. Baş, bu sapıklar tarafından kaybedilmiştir. Fakat baş, kuyruk yolundan başlık eder. O, baştan imdat görür, bu kuyruktan. Bir tayfa vardır ki onlar başı da kaybetmişlerdir, kuyruğu da. Hepsi ve her şey kayboldu mu hepsini ve her şeyi bulurlar. Her varlığı her sureti yok etme yolundan, külle koşup ulaşırlar." (3755-3759, M6) halkın bir katliamdan kurtulmadan, diğerleriyle karşı karşıya kalması, daha beterlerine dört nala koşması olağan olarak değerlendirilmelidir. "Biz bilemedik, affet; saçma sapan, uluorta hayli söylendik. Körcesine sopa sallamaktayız, elbette kandilleri kırarız." (433-434, M2)
Tanrı'nın yüceliğini anlatmak, kanıtlamak adına çıkartılan savaşların arka planında güç ve çıkar çatışmalarının yattığını saptayan Mevlana, padişahları iktidara gelmek, iktidarda kalabilmek için akrabalarını, kardeşlerini, babalarını bile sudan bahanelerle katledebilecek derecede gözü dönen, "Padişahlara baksana. Haset yüzünden ordu çekip akrabalarını öldürüyorlar. Pislikle dolu düzenbaz aşılar, birbirlerinin kanına, canına kastediyorlar."(1203, M5) kendisini bile sevemeyen, saltanat sürmesine zararı dokunabilecek endişesiyle tüm insanları gözünü bile kırpmadan yok etmeyi hüner bilen, "Bir sofranın çevresine yüz tane adam oturur, yer. Fakat baş olmak isteyen iki adam dünyaya sığamaz...Hatta padişah padişahlığıma ortak olur diye babasını bile öldürür... Çünkü, saltanat kısırdır, onun oğlu yoktur. Ateş gibi kimseyle dostluğu olamaz. Kimi bulursa yakar, yırtar. Kimseyi bulamazsa kendi kendisini yer." (525-530, M5) savaşlardan elde ettikleri ganimetlerle iktidarlarını pekiştirmekten başka amacı olmayan, hem kendi hem de etrafındakilerinin yaşamını cehenneme çevirmekten çekinmeyen, "Çirkin huyundan başkalarını zarara soktuğundan başkalarına mazarrat verdiğinden gafilsen hiç olmazsa kendi yaraladığını bilirsin ya. Sen hem kendine azapsın, hem başkalarına! " (1243-1244, M2) Tanrı'nın (Şeyh'in) yüceliğini tüm canlı ve cansız varlıkları inceleyerek kavranabileceğini anlamayan, "Kâfir kimdir? Şeyhin imanından gafil olan. Ölü kimdir? Şeyhin canından haberdar olmayan! "(3325, M2) sahip olduğu vatan topraklarını genişletebilmek amacıyla insanları kılıçtan geçiren, "Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun... Ebedî kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki?"(3926-3927, M5) büyük padişah olmak amacıyla savaşlar çıkarmanın ne Hak ne de halk nezdinde hiçbir değer ifade etmediğinin farkında olmayan, "Yücelikle başlar kıran kişiye ne Tanrı'nın merhameti nasip olur, ne halkın!"(1858, M4) yeryüzünde Tanrı'yı sadece kendisinin temsil ettiğini düşünecek kadar bencilliğine düşkün, "Ululuk, ululuk ıssı Allah'ın elbisesidir. Kim onu giymeye kalkışırsa vebale girer." (533, M5) çıkarttığı savaşlar nedeniyle geride bir yığın mağdur bırakan, toplumları sefalet içinde yaşatan, "Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.... Cebir ise nimeti elinden çıkarır." (938-939, M1) ebediyete kadar iktidarda kalabileceğini düşünecek, ölümlü olduğunu unutacak derecede güç sarhoşluğuna kapılan, "Mevki sahibi, mevkii yüzünden Allahlıktan dem vurur. Allah ile ortak olmayı tamah eder, nasıl af edilebilir?"(519,M5) mal, şan, şöhret ve mevki peşinde koşmaktan başka amacı olmayan, "Kâfir, daima mal ve mevki arar." (1947, M5) halkına çektirmedik işkence, yaşatmadık acı bırakmayan, "Kimdir o zalim ki ululuk satarak sana zulmetti, yüzünü, gözünü tırmaladı?" (4634, M3) geniş topraklara sahip olduğu için kendini bütün insanlardan üstün gören, "Yücelik, Tanrı'ya şirk koşmadır!" (2765, M4) toplum tarafından hiç sevilmeyen, şeytan, "Şeytanlık lügatta baş çekmedir. Bu sıfat lanete layıktır."(525, M5) dindar görünüp aslında Tanrı'ya hiç inanmayan güç sapkınları, kafirler olarak değerlendirir. "O, kendisini sever, kâfirdir. Çünkü büyük Güneşi men eder durur. Şu halde taşın 'ben' demesi yaraşır bir şey değil."(2033-2034, M5)
Cihat Söylemi
Aydınların halkı gelecekte büyük felaketlerle karşı karşıya kalacağını uyarmalarına rağmen, halkın kılını bile kımıldatmadan büyük bir pişkinlikle görevlerini yerine getirmedikleri gerekçesiyle aydınları suçlaması, sorunlarını onların ya da devletin çözmesini beklemesi, bireysel sorumluluk almaya yanaşmaması, "Âdeta ardından bir yılan gidiyor; birisi de damdan görüp haber veriyor. Ona sus, beni dertlendirme, bana keder verme diyorsun. Adamcağız, peki benden günah gitti diyor. Fakat yılan seni boynundan sokunca bütün neşen zehir kesilir de o adama, 'Be adam mademki iş böyleydi, neden yenini yakanı yırtarak feryat etmedin? Yahut yukardan tepeme bir taş atıp bana işin ciddiyetini, işin vehametini bildirmedin?'dersin." (2970-2974, M3) hayatta karnını doyurmaktan, mal mülk edinmekten başka amacının olmaması, gelecek ile ilgili hiçbir kaygı taşımaması, "Halk, aklı ermeyenler, yarasa tabiatındadırlar. Onlar geçici şeylere başvururlar, kendileri gibi her şeyleri gelgeçtir." (3411, M6) yaşamını sürdürmek adına egemen sınıfın buyruklarına boyun eğmesi, mal, mülk ve şöhrete sahip insanlara taparcasına inanması, onların düşüncelerini sorgulamadan körü körüne kanması, "Halk geçici mal ve beden uğruna hasetten yanıp duruyor." (1201, M5) toplumların kaderini belirleyen asıl gücün düşünce olduğundan haberdar olmaması, "Kim onun mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da o saçma sapan heriflerin secdelerine kandı. ... Halkın mal sahibini büyük sayması, ona secde etmesiyse ejderhadır âdeta."(780-782, M3) katliamları tetikleyen düzeneğin kıvılcımını ateşleyen en önemli etkendir. "Halk, o düşünceyi küçük ve ehemmiyetsiz görür ama sel gibi cihanı suya boğar, alıp götürür." (1034, M2)
Hikâyelerin, masalların, sanat eserlerinin Hakk'ı kâfir, kâfiri Hak, meleği şeytan, şeytanı melek, bilgini düşman, düşmanı bilgin gösterebilecek güce sahip olduğunun bilincinde olan, "Sihir, bazen sanatla samanı dağ gösterir… bazen dağı saman! Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri, çirkin bir şekle sokar. Sihrin hali budur; afsunlar, üfürür, her an hakikatleri başka bir şekle çevirir. Bir an gelir, insanı eşek gösterir… bir an gelir eşeği şaşılacak bir adam şekline bürür! İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir. Vesveselerde daimî bir sihir kudreti vardır!" (4070-4074, M3) kan emmekten, insanların bedenini delik deşik etmekten, "Eğri gider, geceleri görmez, çirkindir, zehirlidir... işi gücü, temiz bedenleri dalamak, sokmaktır!"(1431, M4) insan bedeninden güç devşirmekten, "Ey gafil! Sen nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur!"(1603, M1) iktidarlarını, şan ve şöhretlerini sürdürmekten başka amacı olmayan padişahlar, "Zâlimlerin malları gibi hani. Dışarıdan güzel görünür ama hakikatte mazlûm kanıdır, vebalidir." (1055, M6) Hak ve hakikati aramayı, toplumu aydınlatmayı, toplumun refah ve huzur içinde yaşamasına katkı sağlamayı aklından bile geçirmeyen, sadece toplumsal saygınlıklarının peşinden giden, toplumun sırtından geçinmekten başka bir önceliği olmayan emrindeki yalancı şeyhler ile birlikte,"Bu çeşit şeyh, gözü akan ve görmeyen kişiye benzer. Gözüne ilâç çeker ama zararlı ilâçtan başka bir şey çekemez ki." (2268-2269, M1) bireysel çıkarlarını sürdürmeye hizmet eden düşünceleri peygamberlere, din bilginlerine, devlet yöneticilerine ait alıntılarla, fikirlerle süsleyerek gerçek amaçlarını gizlemeye, kendilerinin yeryüzünde Tanrı'nın temsilcisi oldukları safsatasıyla halkı uyutmaya, "Görünüşümüz dâvacı adamların içi gibi gönlü kapkara, fakat dili şâşaalı! Tanrı'dan onda ne bir koku var, ne bir eser. Fakat dâvası Şit'ten de ileri, Âdem'den de! Hattâ ona, Şeytan bile kendisini göstermez. Böyle olduğu halde o 'Biz Abdallardanız, hattâ daha ileriyiz' der durur. Kendisini adam sansınlar diye dervişlerin bir hayli sözünü çalmış çırpmıştır. Söz söylerken lâfı Bayezid'den ziyade inceler, onu bile kusurlu bulur. Halbuki onun içyüzünden Yezid arlanır." (2271-2275, M1) toplumun dinsel ve mezhepsel duygularını araçsallaştırarak halkı diğer dinlere ve mezheplere karşı kışkırtmaya yarayan, dinleri, ırkları, mezhepleri farklı insanları katletmenin Tanrı buyruğu, kafirlere(!) karşı yapılan savaşlarda ölenlerin şehit, yaralı dönenlerin gazi olacağını iddia eden cihat söylemini dolaşımda tutarlar. "Onlar da onun başına toplanırlar. Nimet ve ihsan istedikçe yalancı şeyh 'Yarın' der. Fakat bir türlü o yarın gelip çatmaz." (2279, M1)
Dini, dili, mezhebi farklı insanların kafir olarak yorumlanmasına neden olan, "Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur." (2364, M1) sınırın öte tarafındakilerle beri tarafındakiler arasında küçümseyici, aşağılayıcı, suçlayıcı ifadelerle görünmez, fakat bir o kadar da geçit vermez surlar inşa ederek toplumlar arasında iletişimi ortadan kaldıran, önüne kattığını bünyesine alarak, çığ gibi büyüyerek kontrol edilemeyecek güce erişebilen, "Nereye gitsen de orada birbirlerinin sırlarını açan iki düşmanı savaşır görsen; O anı, anılıp söylenen mahşer bil. O sır söyleyen boğazı da sur say." (1668-1669, M6) halkın savaşlara gönüllü olarak katılmasına, bedenlerin paramparça edilmesine neden olan ayrımcılık ve nefret pompalayan düşmanlık söyleminin, "Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar, ikilikten meydana çıkıyor." (3013, M1) bir avuç insanın çıkarlarına hizmet eden en önemli araç olduğundan, halkın haberi yoktur. "Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var ki bunları görmüyor." (1990, M3)
Kafirlere karşı savaşlara gönüllü olarak katılanları öven kahramanlık türküleriyle dinsel ve mezhepsel duyguları okşanarak galeyana getirilen, dini ve vatanı için bedenlerini gönüllü olarak feda etmesi gerektiğine inandırılan halk, "Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler. Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir ey oğul! Tiryak, sana "Gel, beni kendine siper et… ben, sana zehirden daha yakınım." (4075-4077, M3) savaşları kazanan padişahlara, komutanlara Tanrı'nın askerleri olarak övgüler yağdıran hikâyeleri, şarkıları, türküleri ve masalları dinleyerek, anlatarak onların kahramanlaştırılmasına, toplumlar arasında düşmanlık ve nefret duygusunun çoğalmasına, gelecek kuşaklara aktarılmasına, cihat söyleminin dolaşımda kalmasına aracılık etmekle, zalimlerin saltanatta kalmalarına, saltanatlarını sürdürmelerine neden olmakla, eli kanlıların işbirlikçisi, hatta ta kendisidir. "Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır. Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder." (1596-1597, M1)
Halkın toplumsal değerleri sorgulayabilecek durumda olmamasının, katliamlara direnebilme cesareti gösterememesinin, "Halkın gözünü, ancak sebepler bağlar." (2314, M6) güç çatışmalarının arkasında oynanan kirli oyunları görememesinin, savaşların sadece bir avuç insanın çıkarlarına hizmet ettiğinin, tuzağa düşürüldüğünün farkında olamamasının, çıkartılan din savaşlarının Tanrı buyruğu olduğuna inanma eğiliminden kurtulamamasının, en ön saflarda savaşa katılmaya gönüllü olmasının en önemli nedeni, "Sebeplerden dışarı ne sırlar, ne şaşılacak şeyler var! Bu yüzdendir ki, dünyada olup biten işlerde, yalnız sebepleri gören, sebeplere takılıp kalan kişinin gözü perdelidir, kapalıdır." (617, DK2) devleti yönetenlerin özgürce dile getirilen düşüncelerin toplumsal yapıyı yıkacağını ileri sürerek aydınları zindanlarda süründürme, hatta onları katletme, komşu ülkelere savaş ilan etme hakkına sahip olmasını meşru gören, gösteren, topluma zorbalıkla, yaptırımlarla, cezalarla kabul ettirilen, tartışılmasına, sorgulanmasına asla izin verilmeyen devleti kuran düşünce sistemini, halkın Tanrı inancı olarak yorumlamaktan başka çaresinin kalmamasıdır. "Halkı tuzağa düşürmek için putu övmeyi 'Onlar ak ve yüce kuşlardır' sözü gibi say."(1529, M6)
Fakat halkın korkuları, endişeleri, kaygıları nedeniyle sadece gününü kurtarmaya odaklanması, nefes alıp vermeye bile şükretmesi, hayatta kalmayı adeta bir marifet olarak değerlendirmesi, geleceğini tehdit edebilecek tehlikelerden haberdar olmaması, toplumsal refahın, huzurun, güvenliğin sağlanamamasının beraberinde getireceği sorunlarla, felaketlerle, katliamlarla karşı karşıya kalmasını engellemeyecektir. "Hepsi ona bağırarak dediler ki: 'Sebep tohumlarını eken o harisler…' Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamane menfaatlerinden mahrum kaldılar?" (948-949, M1)
Tanrı yolunda yürüdüğünü zanneden, fakat bedenini bir avuç yönetici uğruna feda ettiğinin farkında olmayan, kafirlere karşı yapıldığı iddia edilen savaşlara gönüllü olarak katılmaktan başka seçeneği kalmayan halk, öldükten sonra cennete gideceğine inanmakla, savaşlarda binlerce insanın yaralandığına, organlarını kaybettiğine, öldüğüne tanık olacak, Tanrı tarafından yaratılan insanları ya öldürecek, ya kendisi ölecek, dünyada cehennemi yaşayacaktır. "Bunlar insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lâfına pek kulak asma! Şeytan'ın ağzından çıkan "Lâhavle"ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytan'ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa, O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslâm yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir." (251-255, M2)
Katılımcı Toplumsal Yapı
Kendi iktidarlarını tehlikeye sokabileceği gerekçesiyle çıkarlarına uymayan düşüncelerin kamusal alanda dile getirilmesine tahammül edemeyen, buyruklarına uymayanları katletmekten başka yol ve yöntem bilmeyen padişahların asıl görevleri, küçük bir hatalarından dolayı insanları gereksiz yere cezalandırmak, asılmasına karar vermek, şan ve şöhretini, gücünü arttırmaya hizmet eden savaşlarda dini, vatanı, mezhebi için halkın ölmesini emretmek değil, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları Tanrı'nın kulu olarak görmek, "Padişahın Allah huyuyla huylanması gerektir. Allah'ın rahmeti, gazabından artıktır. Şeytan gibi gazabının üstün olması gerekmez, öyle olursa hile yüzünden lüzum yokken kan döker! "(2436-2437, M4) halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak, huzur, güven ve refah içinde yaşamasını sağlamak, "fakat halka göre elbise vermekle darağacına çekmek, nasıl olur da bir olur?" (7.Bölüm, F) yaşadıkları sorunlar karşısında gelecekten ümidini kesenlerin, karamsarlığa kapılanların, hor görülenlerin, "Kalpleri kırılmış, gamlara düşmüş kişilere dost olalım. Onların gamlarını paylaşalım. Hor görülenleri, toprağa düşenleri, ayak altında ezilenleri gül bahçesi haline getirelim. Biz, dünyaya bunun için gelmişiz." (1762, DK4) şehirleri, evleri, barkları yıkılanların, evlatlarını, eşlerini, çocuklarını, yakınlarını kaybedenlerin, yoksulların sorunlarına çare üretebilecek, "Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey." (1. Bölüm, F) çaresizce ve ümitsizce ellerini semaya açmalarına gerek kalmayacak, dara düşenlerin imdadına yetişebilecek, yaşama tutunmalarına katkı sağlayabilecek toplumsal yapılar ve kurumlar oluşturmaktır."Tanrı, bize padişahlığı; halk göklere el açıp ağlamasın diye verdi. Ah ve feryatların yücelere çıkmasın, gök yüzüyle süha yıldızı ıstıraba düşmesin. Arş yetim feryadıyla titremesin, hiç kimse sitemle perişan olmasın diye bize saltanat ihsan etti. Göklere 'Yarabbi' sesi çıkmasın diye ülkelerde yol yordam olarak bu adaleti, bu ihsan kaidesini bir kanun haline getirdik. Ey mazlûm gökyüzüne bakma… zamanede gök gibi ihsan ve feyz sahibi bir padişahın var' dedi." (4639-4642, M3)
Yöneticilerin karar alma aşamalarında kamuoyu desteğini arkalarına almalarının, kendi görüşlerinin toplumsal desteğe sahip olmadıklarını anladıklarında, kararlarını hayata geçirmemelerinin toplumsal açıdan yararlı olacağını Hz. Muhammed'in vurguladığını belirten Mevlana, "İyi kişilerle danış, görüş. Peygamber 'İşlerini meşveretle yapar onlar' dedi, bunu böyle bil! İşleri meşveretle yapmak, şunun içindir: Meşveretten hata ve eğrilik, az meydana gelir. Bu akıllar, aydın kandillere benzer. Elbette yirmi kandil bir kandilden daha ziyade aydınlık verir." (2611-2613, M6) yöneticilerin toplumsal sorunlarla ilgili karar alma süreçlerine aydınların "Beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden bey." (1. Bölüm, F) ve toplumu meydana getiren bireylerin, kölelerin dahi, görüşlerine başvurmalarının, yaşanabilecek olası sorunların öngörülmesini, çözüme kavuşturulmasını kolaylaştıracağını, "Hakikati arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alâmet görmesi, hiç de umulmayacak bir şey değil." (1004, M2) bireylerin ve toplumların aydınlanabileceği iletişim ortamlarının kurulmasının, toplumun doğru yönetilmesini de beraberinde getireceğini, "Çünkü bir akıl, başka bir akılla birleşti mi; kötü işe, kötü söze mani olur." (20, M2) aydınların ve toplumu meydana getiren bireylerin katılımı sağlanmaksızın alınacak kararların ise, toplumu olumsuz etkilemesinin kaçınılmaz olduğunu belirtir. "Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir." (2594, M6)
Katliamları oluşturan en önemli etkenin dayatmacı anlayış olduğunu saptayan Mevlana, imamın anlattığı, cemaate anlatılan konuyla ilgili soru sorma hakkı tanınmadığı, sadece anlatılanı dinlemeye, olumlamaya indirgendiği, bireysel düşüncenin dile getirilmesine izin verilmediği ibadethanelerdeki dayatmacı, ezberci iletişim ortamını masaya yatırır.
Katliam üreten toplumsal koşulların evrensel barışın yaşanabileceği toplumsal yapılara dönüşebilmesinin ön koşulu, bireysel ve toplumsal aydınlanmanın gerçekleşebileceği, "Nur geldi mi zulmet yok olur." (4636, M3) bireyin, okurun, dinleyicinin toplumsal koşulları şekillendirmede, en az yönetici sınıfı temsil eden padişah, öğretmen, imam kadar önemli olduğunun bilincine varıldığı, bireyin, vatandaşın, öğrencinin, okurun cemaatin, imama, öğretmene, padişaha dilediği soruları yöneltebileceği, "Birisinin sözü güzelse dinleyicidendir. Öğretmenin heyecanı ve işe iyi sarılması, çocuğun tesiriyledir. Yirmi dört şubeden çalgı çalan bir çalgıcıya, dinleyen olmadı mı çalgısı bir yük olur. Aklına ne bir yanık nağme gelir, ne bir güzel, ne de on parmağı, çalgının perdelerinde ve tellerde oynar! Gayb haberlerini dinleyen bir kulak olmasaydı hiçbir muştucu gökten vahiy getirmezdi." (1656-1859, M6) yaşamın değişim ve dönüşüm yasalarına göre şekillendiğinin kavranılabileceği, "Gökyüzündeki bu bağ kalktı mı sanatın sanatkarın elinde halden hale girmekte olduğunu anlarsın."(3341, M6) toplumu oluşturan bireylerin düşüncelerini özgürce dile getirebileceği, "Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat. Söz söyleyen kemal sahibi olursa söz söyleme sofrasını yaydı mı sofrası, her çeşit aşlarla doludur. Hiçbir konuk mahrum kalmaz. Herkes o sofrada kendi gıdasını bulur." (1894-1896, M3) dini, dili, mezhebi farklı insanların fikirlerini can kulağıyla dinlenildiği, "Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır. Her insanın sureti, bir kâseye benzer. Göz de suretinin mânasına ait bir duygu âletidir. Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın." (1089-1091, M2) cemaatin imama, öğrencinin öğretmene, vatandaşın padişaha aklına gelen her soruyu sorabileceği, her eleştiriyi rahatlıkla dile getirebileceği, "Sen bunu biliyorsun ama halka da bildirmek için sormaktasın. Çünkü bu sual yarı bilgidir. Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan bu soruyu soramaz. Sual de bilgiden doğar, cevap da!" (3007, M4) padişahın kölesinden, öğretmenin öğrencisinden, imamın cemaatinden öğrenebileceği, onlardan gelecek her türlü sorulara, eleştirilere cevap verebileceği, dile getirilen sorunların üzerine gidildiğinin, çözüme kavuşabileceğinin hissedilebileceği iletişim ortamlarının oluşturulmasıdır. "Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir. Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın!" (1627-1628, M1)
Sadece Tanrı sözünü anlamak için dinlemeye gerek yoktur. İletişim salt konuşmacının becerisiyle açıklanamaz. "Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı'nın sözüdür." (1629, M1) Dinleyicilerin konuşma hakkında yorum yapmalarına izin verilmemesi, iletişim sürecinden dışlanmaları, konuşmaya ilgi göstermemeleri, söz söyleyenin de konuşma isteğinin azalmasına neden olmaktadır. "Senin cüz'ünün cüz'ü de gizlice söz söyler durur. A kişi, elin, ayağın sana şahit olur. Niceye bir münkirliğe el sunacak, ayak atacaksın? Anlatılanı anlamaya, söyleneni dinlemeye liyakatin yoksa söz söyleyenin söyleme kabiliyeti seni görür anlar… yatar, uyur!" (3205-3207, M3) Katılımcıların konuşmaya verdikleri olumlu ya da olumsuz tepkiler, sorulması istenen, sorulmasına izin verilmeyen sorular, almak istedikleri, duymak istemedikleri cevaplar, konuşmacının ruh halini de, konuşmanın akıcılığını da, konuşmada dile getirilecek konuları da etkilemektedir. "Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir."(2380, M1) Katılımcıların konuşma hakkında düşüncelerini özgürce dile getirebileceği iletişim ortamları ise, konuşmacının daha iyi konuşma yapmasına, sonraki konuşmalarına daha iyi hazırlanmasına, daha iyi hikâye, masal anlatmasına, hem katılımcıların hem konuşmacının özgürleşmesine, aydınlanmasına katkı sağlamaktadır. "Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor. Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vâzeden ölü bile olsa söyler." (2378-2380, M1)
Aydınlar
Halkın katliamlarla, felaketlerle karşı karşıya kalmasının en önemli nedeni, toplumsal aydınlanmanın, barış, huzur ve güvenlik içinde yaşanılabilecek toplumsal koşulların oluşturulmasına bireysel katkı sağlamak yerine, mevki ve makam, şan ve şöhret, mal ve mülk edinmeyi, toplumsal saygınlığını arttırmayı amaçlayan, kandan beslenmeyi, yöneticilerin ekmeğine yağ sürmeyi yeğleyen aydınlardır. "Neden kârın adını ölüm taktın? Büyüye bak ki, kâr sana ölüm görünmede. Onun büyüsündeki sanat, iki gözünü de bağladı da canlar, kuyuya rağbet ettiler." (1378-1379, M6)
Katliam üreten toplumsal koşullar "olması gereken" değil, devlet aygıtının çıkarlarına hizmet eden "olgu"dur. Yıkılmaz, sarsılmaz, değiştirilemez olarak değerlendirilen toplumsal yapıların sanıldığı kadar güçlü olmadığını, en dayatmacı, en baskıcı toplumların bile değişime karşı direnemeyeceklerini, gücü dağları bile yerinden oynatabilecek düşüncelerin dolaşıma girmesiyle dini, dili, mezhebi farklı tüm insanların barış içinde yaşayabileceği toplumsal koşullara dönüşebileceğini belirten Mevlana, "Sağlam bir dağ bile hakikatte samandan ibarettir." (484, M2) haksızlığın, zulmün, bilgisizliğin kol gezdiği koşullarda güç sahiplerinin güdümüne girenlerin, "Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir" (1.Bölüm, F) kendi dinini, mezhebini diğerlerininkilerden üstün göstermeye çabalamanın, diğerlerininkileri küçümsemenin halkı aydınlatmak anlamına gelmediğinin farkında olmayanların, "Hakikî olmayan padişahlığı ne el bil, ne yen! Çalma, çırpma padişahlık, cansız, gönülsüz ve gözsüzdür. Sana padişahlığı halk verdiyse borç alır gibi yine senden alır!" (2775-2777, M4) toplumun dinsel, mezhepsel aidiyetleri bağlamında düşünceler ileri sürerek toplumda aydın olduklarını kanıtlamaya çabalayanların, fakat asıl amacı katliamların meşruiyetini sağlamak olan savaş çığırtkanlarının, "Her biri hünerlerle kendini gösterir, âlim geçinir. Fakat vefa vaktinde âlem gibi vefasızdır. Kendini görme zamanında cihana sığmaz, fakat ekmek gibi boğazda, mide de kaybolur gider." (122-123, M6) devlet aygıtının yaptırım uygulayabileceği korkusuyla düşüncelerini kamusal alanda dile getirmekten korkanların, halka şirin görünmek isteyenlerin aydın da, birey de olamayacağına dikkat çeker. "Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selâmete erişememiştir." (1300, M1)
Katliamların arkasında oynanan oyunları halka anlatabilmek için yaşamlarını bile tehlikeye atmaktan çekinmeyen aydınların, halkın bu çabalara ilgisiz kalması karşısında zaman zaman ümitsizliğe kapıldıklarını dile getiren Mevlana, "Âdemoğlunun, az çok sırrı meydana çıkabilmek için uzun zamanlar lâzımdır. Tek duvarın altında define mi var, yoksa yılan karınca ejderha yuvası mı? O yalancı şeyhin hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya kadar talibin de ömrü tükenmiş olur: artık anlamanın ne faydası var?" (2280- 2282, M1) halkın aydınlara itibar etmemesine, hatta onları düşman olarak yaftalamasına aydınların asla aldırmamalarını, yeryüzünde dini, dili, mezhebi, ırkı, yaşam tarzı farklı toplumlara Hak ve hakikati anlatmak mücadelesinden asla vazgeçmemelerini önerir. "Halk, sözünü kabul edecekmiş, reddedecekmiş… bununla hiçbir alışverişi bulunmaz ki!... Biz, sevgilinin uğrunda halka çirkin göründük; yüzümüz, düşman yüzüne benzedi gitti! Fakat bu kapıdan usanmadık da, usanmayız da." (2391-2392, M3)
Yazar, şair, bilim insanı halkın yaşadığı sorunların çözülmesine, huzur ve refah içinde yaşamasına bireysel katkı sağlamaya odaklanmalı, "Halkı su gibi arı duru bil. O suya akseden, ululuk ıssı Tanrı'nın sıfatlarıdır. Onların bilgileri, adaletleri, lûtufları akarsuya aksetmiş yıldıza benzer. (3172-3173, M6) maddi değerlerin cazibesine kapılmamalı, sadece ürettiği eserlerin, ebediyetin simgesi Tanrı'nın varlığına eşlik edebileceğini hayal ederek eserlerini üretmeli, "Tanrı için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, reddetmesiyle ne işin var senin?" (845, M6) insan bedeninden mal, mülk, şan, güç devşirenlerin hareket alanlarını daraltmaya, bireylerin düşüncelerini özgürce dile getirilebilmesine, toplumsal aydınlanmaya hizmet edebilecek iletişim kanallarını ebediyete kadar açık tutmaya, "Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı. Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın." (8-9, M2) geniş halk kitlelerinin yaşamını kolaylaştırmaya katkı sağlamalıdır. "İnsanların hayırlısı halka faydalı olanıdır babacığım." (482, M5)
Mevlana Bireye Seslenir
Bireylerin içinde yaşadıkları toplumsal koşullardan şikayet etmekle yetinmemesi gerektiğini, olumsuz toplumsal koşulların ancak bireysel katkılarla, öznel arayışlarla dönüştürülebileceğini belirten Mevlana, "Mimar, yapılmamış bir yer, yıkılmış, tavanları çökmüş bir yurt arar." (1370, M6) bireylerin ötekileştirdikleriyle ilgili yaklaşımını, kendilerine dönük yorumlarının dışavurumu olarak yorumlar. "Tuh der tükürürsen kendi yüzüne tükürmüş olursun... aynaya vurursan yine kendine vurursun. Orada çirkin bir surat görürsen gördüğün de sensin... İsa ve Meryem'i görürsen yine gördüklerin senden ibarettir. O ne budur, ne o... her şeyden arı durudur... yalnız senin önüne senin suretini kor." (3427, M6)
Ötekine karşı hissedilen nefret duygusu, ötekileştirilenden değil, bireyin öncelikle kendisiyle barışık, kendisine sevgi ve saygısı olmadığından kaynaklanmaktadır. Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı kendine benzemeyenleri katledilmesi gereken kafir olarak yorumlayanlar, kafirlik özelliklerini kendi kişiliklerinde barındırırlar. "Sen de bir düşmana kinlendin mi, ... altı duygun da yanılır, yanlışlar içerisinde kalırsın. ...Ondaki suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu, kendi tabiatından yıkayıp arıtmak gerek. Sendeki çirkin huy, onda göründü. Çünkü o, sana bir aynadır âdeta. Güzelim aynada çirkinliğini görünce aynaya saldırma." (3150-3154, M6)
Bireysel sorunları kaderci bakış açısıyla ele almak, "Ahlâkının künhüne erişir, hakikatını anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin." (1325, M1) yaşanan sorunlarda günah keçisi aramak, bireysel sorumluluk görmemek, sorunlardan şikayet etmek, "Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul!" (3745-3746, M4) yaşanan felaketlerle yüzleşmemek, bireyin yaratıcılığını sergilemesini engellemekte, tembelleşmesine, toplumsal sorunların daha da katmerleşmesine, derinleşmesine, çözülemez hale gelmesine neden olmaktadır. "Suçunu başkasına yükleme. Aklını yaptığın işin cezasına ver, kulağını o yana aç... Suçu kendine bul, tohumu sen ektin. .... Zahmetin sebebi kötülük etmektir. Kötülüğü yaptığın işlerde gör, talihimden deme. Talihe bakış insanı şaşı eder. Köpeği samanlıkta uyutur, tembel bir hale sokar." (426-429, M6)
Buna karşın bireysel ve toplumsal sorunların bireysel yaklaşımlarla ortaya çıktığının, "Civanım kendi nefsini suçlu bul da adaletin verdiği cezayı az kına. İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir, kötüyse de. Hoş, nahoş… gönlüne gelen bir şey, senden senin varlığından gelir. Bir dikenle yaralanmışsan o dikeni sen dikmişsindir. Atlas olsun, ipek olsun, ne giymişsen kendin eğirmişsindir." (3443-3444, M3) resmin çizgilerinin kendi kalemiyle, tablonun renklerinin kendi fırçalasıyla oluştuğunun, "Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır. Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, arı asıl sizsiniz." (3035-3036, M1) geçmişte yaşadığı gelecekte de yaşayabileceği bireysel ve toplumsal sorunların kendinden kaynaklandığının, kendi katkılarıyla çözüleceğinin, "Sen o tek kişisin; Sen kendinin güzelisin, kendinin dilberisin, kendinin sarhoşusun! Kendinin kuşu, kendinin avı, kendinin tuzağısın... kendinin baş köşesi, kendinin döşemesi, kendinin damısın! Cevher ona derler ki varlığı, kendi kendine olsun... onunla var olan, onun feri bulunan şey, arazdır. Sen de Âdemoğluysan onun gibi ol, bütün zürriyetleri kendinde gör!" (804- 809, M4) katliam üreten toplumsal koşulların huzur, güven ve refah içinde yaşanılabilecek toplumsal yapılara dönüşebileceğinin farkında olmak, "Çocuk, elmayı görmedikçe kokmuş soğanı elinden bırakır mı hiç?" (3355, M3) bireyin özgürleşmesine, yaratıcılığını harekete geçirmesine katkı sağlayacaktır. "Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar." (3212, M1)
Olumsuz özellikleri ağır basan bireyin yol açacağı zarar sadece kendi toplumuyla sınırlı kalmayacak, "Edebsizin kötülüğü yalnız kendisine değildir. Belki bütün dünyaya karışıklık, ateş verir." (80, M1) evrensel ölçekte olumsuzluklara, sorunlara yol açacaktır. "Nitekim bir zerrecik ateş, ormanlara düşse o zerre, bütün ormanları yakar, yok eder." (3395, M5) Bundan dolayı yazarların, şairlerin, bilim insanlarının toplumlarına karşı en önemli görevi, anlattıkları hikâyelerde, yazdıkları şiirlerde, ürettikleri eserlerde halkın kanından, canından beslenen zalimlerin ipliğini pazara çıkarmak, onların etki alanlarını daraltmak, "Halkın gönüllerini, gaybı bilir bir hale getir; kendi ayıplarını değil de, başkalarının ayıplarını görenlerin gönüllerini kır!" (2011, DK4) eli kolu bağlanan, ötekileştirileni katledebilecek derecede kendine yabancılaşan, yöneticilerin iktidarda kalmaları için savaşlarda bedenini gönüllü olarak feda etmeye hazır hale getirilen, katliamlardan perişan hale gelen tek bir bireyin bile yaşam sevincinin artmasına, geleceğe ümitle bakmasına, "işte bunu okuyan kişinin gönlünde de o hanendelerin göğüslerine asıp taktıkları inci, elmas ve mücevherlerden meydana gelen sevinçten ziyade bir sevinç ve neşe hasıl olur. …Umanların ümit üstüne ümitlerini arttırır durur." (Önsöz, M4) yaşama tutunmasına, kendi ayakları üzerinde durabilmesine, kendi kararlarını verebilmesine, "Kanadım gittiyse de beni okşarsan, bana iltifat edersen felek bile benim oyunuma karşı mat olur. Bana kuvvet kemerini bağışlarsan dağı yerinden koparırım, bana kudret kalemini verirsen bayrakları yıkar, orduları kırarım. Nihayet benim cüssem, bir sivrisinekten de aşağı değil ya... Ben de Nemrut mülkünü kanadımla vurur, tarumar ederim." (345-347, M2) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı oldukları gerekçesiyle düşman olarak yaftalananlarla iletişim kurmasına, onlara karşı ön yargılarından arınmasına, "Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme!" (1327, M1) ötekileştirilenlerin de aynı Allah’ın kulu olduklarını anlamasına, birbirlerini tanımalarına, "Dertli adamın tereddütle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun. Senin bu dinleyişin ona bir nefes yolu oldu mu gönül yurdunda o acı duman azalır. Yolcu, eğer yüce Allah'a gidiyorsa bize dertdaş ol, derdimize çare bul. Bu tereddüt, bir hapistir, bir zindandır." (486-488, M3) toplumlar arasındaki düşmanlık duygularının azalmasına, barış saflarında mücadele etmek isteyenlerin sayısının artmasına, "Her vücutta define var san! .... Kim olursa olsun, ister yaya, ister atlı.. yol dostlarıyla buluşmayı, onların halini sormayı, hatırlarını ele almayı lâzım bil. Hattâ o adam, düşman bile olsa yine ihsan iyidir. Çünkü ihsan yüzünden düşman bile adama dost olur. Dost olmasa bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü ihsanda bulunmak, kine âdeta merhemdir. ..... Zira kalabalık ve kervan halkının çokluğu yol vurucuların belini kırar, onları kahreder."(2148-2155,M2) adaletsizliklere karşı sessiz kalmamasına, direnebilmesine, adaletin gerçekleşmesine katkı sağlamaktır. "Adalet nedir? ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, her su çeken tohumu sulamak değil. Zulüm nedir? bir şeyi yerinde kullanmamak, yeri olmayan yere koymak. Bu da ancak belaya kaynak olur." (1089-1091, M5)
İnsan bedeninden güç, mevki ve makam devşirenlere ve dayatmacı anlayışa karşı Mesnevi'deki hikâyeleriyle kıyasıya mücadele ettiğini belirten Mevlana, "Mesnevi'nin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir"(655, M6) hikâyeleri, şiirleri ve sanat eserlerini Tanrı ve aşk düşüncesinin geniş halk kitleleri tarafından anlaşılmasına, bireylerin ve toplumların aydınlanmasına katkı sağlayabilecek en önemli iletişim araçları olarak değerlendirir. "Gerçekten de aşk beyliktir, ululuktur, şiir de onun davuludur, bayrağıdır." (2357, DK5)
Müziğin nağmelerini sese dönüştüren çalgıcının, sözleriyle türküye hayat veren müzisyenin, dinleyicileri meyhaneye çektiği, onların orada hoşça vakit geçirmelerini sağladığı gibi, yazar da, sanatçı da hikâyesini, masalını, sanat eserini, Hak ve hakikatin öğrenilmesine, toplumların aydınlanmasına, evrensel barışın kurulmasına bireysel katkı sağlamak için kaleme alır. "Sarhoşlar, çalgının namesiyle, çalgıcının nefesiyle gıdalanırlar. Çalgıyla çalgıcı da onları meyhaneye çeker götürür. O, meydanın başıdır, bu, sonu. Gönül, onun çevgânında bir top kesilmiştir. Akılda ne varsa kulak oraya dikilir. Başta safra varsa yanınca sevda olur. Sonra bu ikisi de kendinden geçer, orada baba da bir olur oğul da. Neşeyle dert uzlaştı mı türkümüz çalgıcıları uyandırdı." (660-664, M6)
Müziğin nağmelerinin güzelliğine hayran olan dinleyicilerin mest olduğu gibi, hikâyelerdeki, masallardaki, sanat eserlerindeki barış, adalet ve özgürlüğü çağrıştıran düşünceler, "...öyle çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hallere düşüyorlardı. Gönül kuşu onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı."(2072-2073,M1) dinleri, mezhepleri, yaşam tarzları farklı olan insanları sevmenin Tanrı'yı sevmek anlamına geldiğini, toplumların birbirlerini hiç uğruna katlettiklerini öylesine anlatır, öylesine apaçık ortaya koyar ki, bunları okuyan, dinleyen birey, toplumları katletme emrini verenlerin ne kadar zavallı, ne kadar aciz olduklarını, yöneticilerin ihtirasları uğruna halkın kurban edildiğini tüm çıplaklığıyla kendi gözleriyle görebilme şansını elde eder. "Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar. O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de." (4580-4581, M6)
Toplumsal yapıları oluşturan inanç sistemini açıklayan, değişebileceğini anlatan her düşünce, her cümle, "Bu âlem, sebepler âlemidir. Sebepsiz hiçbir şey elde edilmez." (2382, M6) katliam üreten nedenselliği dönüştürebilme arzusuyla dile getirilen her yeni yorum, "Her istek, her zerre bir penceredir." (3766, M1) katliamları durdurabilmek amacıyla gerçekleştirilen her yeni eylem, "Bu sebepler, görüşlere perdedir. …. Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri kökünden çekip çıkarsın."(1550-1552, M5) toplumların barış içinde yaşayabilmesine hizmet edebilecek her hikâye, üretilen tüm sanat eserleri, "Arabın iftiharı, savaş ve ihsandır. Sense Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun." (2260, M1) mevcut toplumsal koşullara isyan edemeyen, sesini çıkaramayan, itaat etmekten başka bir davranış sergileyemeyen bireyin, okurun aydınlanmasına, yeni düşünceler üretmesine, yeni yaklaşımlar geliştirmesine, "Sebep olmasa mürit nasıl yol arasın? Şu halde yolda sebeplerin görünmesi lazımdır." (1550, M5) M6) daha insancıl toplumsal koşulların oluşması için daha çok sorumluluk almasına, "Yaşayışa doymuşsan, hayatın acılıklarını duyuyorsan, için daralmışsa, gözlerin yaşarmışsa kalk çenge teşekkür et! Onu öp, onu kucakla, kollarının arasına al!" (1240, DK3) özeleştiri yapmasına, barış için daha çok mücadele etmesine, "Görüyorsun ki Tanrı, sebeplere el attın ama seni muradına. eriştirmedi. Peki neden sebepler hakkında bir kötü zanna düşmedin?" (3687, M6) sınırın öteki tarafındakileri kafir olarak damgalayan, beri tarafındakileri donuklaştıran, katliamların işbirlikçisi olmayı emreden toplumsal bakış tarafından çekilen surların ortadan kalkmasına, barış düşüncesinin geniş halk kitlelerine yayılmasına, "Gözünü yumar da bir güzelin zülfünü, yüzünü görmek için kulağını açarsan, Kulak der ki: Ben sureti göremem... ancak suret, bir ses verirse o sesi duyarım." (2388-2389, M4) beri tarafındakilerle öteki taraftakilerin kaynaşmasına, oluşan düşmanlık duygularının buharlaşmasına, "...ey havadaki kuşlardan daha hızlı uçanlar; neredesiniz? Ey gökyüzünün padişahları, ey gök kapılarını açmasını bilenler; neredesiniz? Geliniz; bize, gökyüzünün kapılarını açınız, bizi ötelere gönderiniz!" (2444, DK5) barış ve kardeşliğin yaşama dönüşmesine, gelecekte barış için atılabilecek adımların somutlaşmasına,"Fakat ezelden ebede kadar zuhur ede gelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecelli eder." (3491, M1) katliamların dişlisi olmayı dayatan toplumsal koşulların daha insancıl, daha barışçıl koşullara dönüşmesine katkı sağlayacaktır. "Mâna denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece aç ki her an Mesnevi'yi, ancak ve ancak mâna denizi göresin. Yel, derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır."(67-69,M6)
Mevlana Hak ve hakikati, barışı anlatan hikâyelerinin ihtiyar, kadın, erkek, ana rahmindeki çocuk demeden, yoluna çıkan herkesi katleden padişahların korkuya kapılmalarına neden olduklarını, onları dize getirmeye yettiğini, "Gayb derbentlerine saldırdın... gayb erlerinin bu tarafa gelmemesini diledin! Ata bellerine, ana rahimlerine pençe attın... kötülükle yolu kesmek istedin! Ululuk ıssı Tanrının soy sop yetişmesi için açtığı ana yolu sen nasıl kapatabilirsin? A inatçı, sen derbentleri tuttun ama körlüğüne rağmen, yine bir er çıktı işte. İşte o çıkan er benim... senin maksadını yıkıp yakarım; Tanrı'nın adı ile senin adını sanını yok ederim!" (2445-2449, M4) sınırın öte tarafına geçmeye yeltenenleri katletmekten çekinmeyen nöbetçilerin, farklı kültürlere ait anlatılara öykünebilme, sınırlardan öte tarafındakilerle ortak algılamalar çağrıştırabilme, tüm insanlığı kaynaştırabilme özelliğine sahip hikâyelerin, masalların, sanat eserlerinin yayılması karşısında eli kolu bağlı kaldıklarını, "Karanlık geceyi gündüz gibi aydınlat; bekçilerin insafsızlığını kır geçir!" (2011, DK4) insanların ezberlerini bozarak, düşünce dünyalarını sarsarak toplumları aydınlattığını, "Benim aşkla, imanla kükreyişim, davulum, sancağım, naralarım, can ordusunu zelzelelere düşürdü!" (2110, DK4) savaş borazanlığı yapanların hevesini kursağında bıraktığını, bilgilenenlerin yolunu açtığını, "Ben nice ustaları mat ettim, nice kalfaları usta yaptım. Nice arslanlar, üstüme kükreyerek saldırdılar da, ben onları tilki gibi güçsüz, kuvvetsiz bir hale getirdim." (1502, DK3) dillerden düşmeyen hikâyelerinin tarlalarda emeğiyle geçinenlerin beğenisini kazandığını, eserlerini hayranlıkla karşıladıklarını dile getirir. "Daha sonra da o can, aşkta mahvoldu da Hak yolunda ekildikten sonra mahsûl verdi, ekincileri hayrete düşürdü." (3168, M1)
Baskıcı Din Anlayışına Meydan Okuma
Dini, dili, mezhebi farklı insanları anlamayı, sevmeyi amaçlaması gereken Tanrı inancı, "Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de." (1770, M2) bütün dinler ve mezhepler tarafından toplumsal yaşamdan dışlanmış, kitaplarda kalmış, "Cömertlik, sebepsiz olarak vermektir. Temizlik, her şeyi Allah'a verip arınmak, her şeriatın dışındadır." (1973, M6) yöneticilerin emelleri uğruna içi boşaltılmış, Tanrı'yı sevmenin tüm insanları sevmek, Tanrı'nın en önemli özelliğinin aşk olduğunu hiçbir din, hiçbir mezhep kavrayamamış, "Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdadır." (4721, M3) dayatmacı din yorumları, Hak ve hakikatin ortaya çıkabileceği iletişim ortamlarını ortadan kaldırmış, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları katletmek, Tanrı inancının temeli, Tanrı buyruğu olarak kabul edilmiştir. "Şu dünya puthanesi, Sen'in yaptığın resimlerle, yarattığın şekillerle dolu! Fakat hiç biri Sen'in yerini tutmuyor! Şekil nerede, nişan, iz nerede, şekilsiz, nişansız olan nerede?" (1968, DK4)
Tanrı'yı anlamak, anlatmak ve yaşamak için yaratılan bedenlerin, dinleri, dilleri, ırkları, mezhepleri farklı olduğu gerekçesiyle savaş alanlarında acımasızca katledilmesi gerektiğine inanan, savaşlarda kazanan padişahları, komutanları kahramanlaştıran, onların çıkarlarına hizmet eden hikâyelerin, şarkı ve türkülerin gelecek kuşaklara aktarılmasına aracılık eden okurun, dinleyenin, vatandaşın, bireyin düşünce dünyalarında depremler meydana getirmeden, zihinlere kazınan, doğruluğundan asla şüphe edilmeyen temel inanç kalıplarını sarsmadan, dolaşımdaki din anlayışlarını sorgulamadan, yerine yeni kavramlar inşa etmeden, "Dine, imana inanmıyorum ama onun imanına adamakıllı iman etmiştim. ...Yok..eğer sizin imanınız, imansa ona ne meylim var, ne iştiham. İmana yüzlerce meyli olan, sizi gördü mü soğur, kesilir." (3360-3364,M5) gördüklerine, anlatılanlara şüpheyle yaklaşmalarını sağlamadan, "Bu kötü zanna düşmek de bir tedbire sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen muvaffak olur mu?"(233, M2) duymaya hazır olmadıkları cümlelerle seslenmeden, barışçıl bir Tanrı inancının dolaşıma girmesi söz konusu olmayacaktır."Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı söylüyorum. Donmuş, soğuk çalmış üzümü donukluğu gitsin diye soğuk suya atarlar." (4193-4194, M3)
Katliam üreten toplumsal koşulların evrensel barışa dönüşebilmesi için, farklı dinlere, mezheplere aidiyeti olanların aşağılayıcı sözlerle kâfir ilan edildiği, onlara karşı küçümseyici, kin ve nefret duygularının pompalandığı, katliam emirlerinin verildiği, tabuların, ezberci anlayışın kaleleri olarak değerlendirdiği mescitlerin, kiliselerin reddedilmesi, oralarda Hak hakikatin ortaya çıkabileceği iletişim ortamlarının oluşturulması, "Gönül gözlerini aç da ne mescit kalsın, ne de puthane. Bunu da tanımayalım, onu da tanımayalım. Yalnız O'nu arayalım, yalnız O'nu tanıyalım." (124, DK1) katliam üreten düşünce kalıplarının sorgulanması, yıkılması, "Sevgilimin hayali bana Halil gibidir. Sureti put ama manası putları kırmakta." (74, M2) dayatmacı devlet aklının, din anlayışının çıkarlarını sürdürebilmek amacıyla kutsadığı düşüncelerin alt üst edilmesi, suç, günah, haram olarak yasaklanan, yaptırımlarla engellenmeye çalışılan düşünceleri kamusal alanda dile getirmenin ibadet, sevap olarak yorumlanması gerekir. "Ey isyan eden kavim! Suç, ibadet oldu." (3835- 3836, M1)
Mevcut din, vatan, ibadet, cihat, peygamberlik, cennet, cehennem, ebediyet kavramlarını sorgulamadıkça, "Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun." (1270, M1) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı olanların katledilmesinin Tanrı buyruğu olduğunu iddia eden, katliamlara hizmet eder hale gelen din anlayışını al aşağı etmedikçe, Tanrı'yı bütün insanlara nimetler sunan yaşam kaynağı olarak yorumlamadıkça, "Beri gel ki Tanrı'nın ihsanı seni azat etsin. Çünkü onun rahmeti gazabından üstün ve arıktır." (3826, M1) Tanrı'nın en önemli özelliğinin sevmek, "Ey gönül!" dedim. "Gel, bana babalık et de söyle; sevmek Allah'ın huyu değil mi?" (2219, DK5) ve aşk olduğunu dile getirmedikçe, "Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah'ın vasıflarındandır. " (971, M6) dini, dili, mezhebi farklı insanların katledildiği toplumsal yapılar varlıklarını sürdürmeye devam edecek, "Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir." (822, M3) insanlığın barış içinde yaşayabilmesi gelecekte de söz konusu olmayacaktır. "Zulmün aslı ve arkası da zulmettir." (4636, M3)
Tanrı Yaşamın ve Yaşatmanın Simgesidir
Yeryüzündeki toplumlar, bilim insanları binlerce yıldır Tanrı'yı yorumlamaya, tanımlamaya çabalamış, fakat yaşamı, toplumsal olayları ve Tanrı'yı sadece ve sadece bireysel bakış açısıyla, kendi uzmanlık alanına göre tanımlayabilecek, diğer sanatçıların, yazarların anladığından haberdar olamayacak durumda olan birey, "İnsanın her duygusu, başka şeyler duyar ve öbür duygunun duyduklarından bihaberdir.. nitekim her usta sanatkar da, başka bir sanatta usta olan sanatkarın sanatına acemidir, o sanattan bihaberdir." (2383, M4) yaşamı oluşturan, sürdüren, sonlandıran, göklerden yüce, denizlerden engin, belli bir şekli olmayan, varlığı çıplak gözle görünmeyen Tanrı'yı akıl gücüyle anlayamamış, O'nu örten perdeleri aralayamamış, gizemleri ortaya çıkaramamıştır. "O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz. (3487, M1)
Varlığı hiçbir dinin, mezhebin yorumlarıyla tanımlanması mümkün olmayan, bütün varlıkların toplamından daha ziyade olan, varlığını bütün insanların hayallerinin çok daha ötelerinde sürdüren Tanrı hakkında yapılan gelmiş geçmiş bütün yorumlar, yan yana, alt alta, üst üste konulsa dahi, Tanrı'yı tanımlamaya yetmeyecek, kendi görünmeyen Tanrı'ya erişilemeyecek, "Ey dost! Senin güzelliğini, sanatını, yaratma gücünü, kudretini anlamak için bütün dünyada çeşitli memleketlerde yüzlerce bilgin kafa yormuş, ölüp gitmiş de, Sen yine perde arkasından çıkmamışsın ve hep perde arkasındasın!" (1879, DK4) sadece aranacak, hiçbir zaman kavranılması söz konusu olmayacak, varlığını hep perdelerin arkasında, gizemler içinde sürdürmeye devam edecektir. "Ben, o sevgilinin nerede olduğunu, gönül diyarında bir pîrden sordum. Pîr parmağı ile beni işaret ederek; 'Onu sırlar içinde arayınız!' dedi."(1221, DK3)
Tanrı inancının dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları katletmenin gerekçesi olarak kabul edilmesinin mümkün olamayacağı düşüncesine sahip olan Mevlana, yaşamın oluşmasını sağlayan fiziksel ve kimyasal yasaları devreye sokan, "Yeryüzünde olsun, göklerde olsun… bir zerre bile onun hükmü olmadıkça kanat çırpmaz, harekete gelemez; Onun yürür ve kadim fermanı olmadıkça kımıldayamaz bile." (1900-1905, M3) yağmuru yağdıran, rüzgârı estireren, denizdeki dalgaları kabartan, "Denizin üstündeki çöplerle köpüklerin dönüp akışı, şerefli denizin köpürüp coşmasındandır. Başı dönmüş rüzgârın dönüşünü seyret de onun emrine uymuş olan deniz dalgalarının coşup köpürüşünü gör." (916-918, M6) güneş ışınlarına her zerrenin etrafında nöbet tutturaran, "Burada parlak güneş bile bir zerreye kulluk etmede, köle gibi hizmetlerde bulunmaktadır."(1630, M6) her zerreyi yaşamla buluşturan, yaşamın ebediyete kadar sürmesini sağlayan Tanrı'nın ancak yaşam kaynağı, yaşamın ve yaşatmanın simgesi olarak yorumlanabileceğini belirtir. "Tabiat, iş ve söz bakımından cüzüler arasındaki savaş, pek korkunç bir savaştır. Fakat bu âlem, şu savaşla durmadadır."(46-47, M6)
Doğadaki en küçük parça güneşin, "Bir zerre bile o güneşten haber verir..." (1611, M2) tek bir damla denizin, tüm bedenlerin ve Tanrı'nın özelliklerini barındırmakta, O'nu yansıtmakta ve anlatmaktadır. "Bir damlayım ki, hem damlayım hem deniz!" (1520, DK3) Evrendeki tüm zerrelerin yaşamı tamamlamak üzere hep birbirlerine doğru aktıkları gibi, "Ben ucu bucağı bulunmayan bir deryanın damlasıyım. Damla damla o deryaya gidiyorum." (1667, DK4) evrende zerre olarak tanımlanabilecek tüm bedenler de, her daim değişerek, dönüşerek hep yaşamı oluşturmaya, yaşatmaya, yaşamı devam ettirmeye hizmet etmektedir. "Dünyanın her cüz'ünü, her parçasını seyret; hepsi de hareket halindeler; bir yerden bir yere geçip gitmedeler! ...Bil ki; her şey, rızık ümidi ile kendini yaratan padişahın önüne başını koymuştur! Hepsi de; 'Denizi bulurum!' ümidi ile seller gibi altüst olmuş, boşanarak, köpürerek, feryad ederek denize doğru akıp gitmedeler!" (1910, DK4)
Canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle etkileşimiyle değişim ve dönüşüm temelinde gerçekleşen yaşamda mutlak yaşam da yoktur, mutlak ölüm de."Bedenine topraktan yardım gelmededir... boynun topraktan biten gıdalarla düzelip kalınlaşmadadır." (2316, M4) Mutlak olan sadece değişimin, dönüşümün ve yaşamın kendisidir. Yaşayan beden belli bir süre sonra hareket kabiliyetini yitirecek, cesede dönüşecektir. Fakat cesede dönüşmekle değişim sona ermeyecek, ceset toprağa, toprak yeniden diğer canlıları besleyebilmek, yaşamı sürdürebilmek amacıyla diğer bedenlerin canlarına karışmaya, canlarına Can katmaya, yaşamın bir parçası olarak işlev görmeye devam edecektir. "Ben cemaattandım… öldüm, yetişip gelişen bir varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim. Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum." (3901-3902, M3)
Değişim ve dönüşüm hem devamlılık, hem ebediyettir. İnsanın hayalleri de, düşünceleri de, eylemleri de, günden güne farklılık göstermekte, her daim değişmektedir. Bireysel ve toplumsal olaylar, geçmişin anlaşılmasına hizmet ettiği, etkilerini bugüne taşıdığı gibi, gelecekteki olayları da şekillendirebilme gücüne sahiptir. "Her günün hali, düne benzer. Ahval, ırmak gibi akar durur, onu bağlayacak hiçbir şey yoktur. Her günün neşesi, bir başka çeşittir. Her günün düşüncesinde bir başka eser vardır." (3642-3643, M5)
Değişim ve dönüşümü durdurabilecek hiçbir güç yoktur. Doğal yaşam dün olduğu gibi, bugün de, gelecekte de işlemeye devam edecektir. Canlı ve cansız maddeleri oluşturan zerreler gibi, insan da, belli dönemlerde kutsal olarak yorumlanan toplumsal değer yargıları da her daim değişmekte, dönüşmektedir. "Sen de her an dolmada boşalmadasın." (3340, M6)
İşlevlerinden dolayı, somut nesneler bile -dağlar, taşlar, ırmaklar, denizler- bireylerin donanımına, nesnelere yükledikleri anlamlara, onlarla ilgili edindikleri olumlu ya da olumsuz deneyimlere göre öznel olarak yorumlanabilmektedir. "Nil ırmağı sana kandır ama bence kan değil, sudur ey akıllı kişi. Sence o demirdir, tunçtur ama Davut peygambere mumdur. Dağ, sana karşı ağırdır, cansızdır, fakat Davut'un önünde usta bir çalgıcı, bir okuyucudur. Senin önünde o kırık taşlar susarlar. Fakat Ahmed'in önünde fasih bir hale gelir, hamdü senada bulunurlar. Senin önünde mescidin sütunu ölüdür, fakat Ahmed'e karşı gönlünü aldırmış bir âşıktır." (855-859, M6)
Bir nesne bazen faydalı iken, bazen zararlı olabilir. (2599, M6) Yılanın zehri kendisi için gıda iken, diğer canlıların ölümüne yol açabilir. (3925, M5) Suda yaşayan yaratıklar için yaşam kaynağı olan deniz, karada yaşayanların ölümüne neden olabilir. (67-69, M4) Koruk üzüme, sonradan sirkeye veya şaraba (2601, M1) insana göre leş olan ceset, domuz ve köpek için gıdaya, (31, M6) zehir olan bir nesne, öbürü icin şekere, (4236, M5) hoş nahoşa, nahoş hoşa, (2078, M1) bir toplumda kutsuz olarak yorumlanan bir kavram başka bir toplumda kutluya, suç günaha, günah suça, küfür imana, iman küfre, (2785-2790,M6), düşmanlıklar dostluğa, dostluklar düşmanlığa, yıkılma yapılmaya, yapılma yıkılmaya, (106, M5) bir toplumda el üstünde tutulan, oldukça sevilen, sayılan biri, diğer toplumlarda gebertilecek bir kafir olarak değerlendirilebilir. (71-72, M4) Birisi için teşvik edici olabilecek bir söz, diğeri için incitici olarak değerlendirilebileceği gibi, (1754, M2) yaşanılan anlara bağlı olarak, insan bazen sabırlı bazen sabırsız, bazen hırslı, bazen de oldukça sakin tepkiler verebilir. (605-606, M2)
Tanrı Özgürlüğün ve Aşkın Simgesidir
Tanrı inancının akılcı/rasyonel düşünceyi dışladığını ileri süren yaygın görüşe karşın, Mevlana aklın ve özgürlüğün Tanrı inancıyla çelişmediği düşüncesini taşır. Tanrı'nın bütün özelliklerini kendi bedeninde barındırdığının, "Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır." (472, M1) Tanrı tarafından yaratılan tüm bedenlerin O'nun özelliklerini taşıdıklarının, "İnsan, yücelikler vasıflarının usturlabıdır. İnsan sıfatı onun âyetlerine mazhardır. İnsanda ne görürsen onun aksidir. Irmak suyuna akseden ay gibi hani." (3138-3139, M6) kendi bedeninin tüm bedenlerle aynı yasalara göre oluştuğunun bilincine vardıktan sonra, "Tanrı, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir örnektir." (1194, M4) sadece Tanrı iradesine karşı güçsüz ve aciz olduğunun farkına varmak, "Kul, tedbirde bulunur fakat takdiri bilemez; Allah'ın takdiri gelince, tedbir işe yaramaz! .... Kul, düşünür fakat, görebileceği meydandadır; ... takdiri değiştirecek güçte değildir!" (636, DK2) bireyin acizliğe kapılmasına neden olmayacak, "Kudret, herkesin harcı değil… aciz, Tanrı'dan çekinen kişiye sermayedir." (3280, M3) tam tersine Tanrı'dan başka hiçbir güce, hiçbir kuruma kul olmamanın, "Allah'ı seven herhangi bir insana kul olamaz!" (396, DK1) toplumsal yapıları sorgulayabilmenin, toplumsal kurumların uygulayabileceği tüm yaptırımlara karşı direnebilmenin, toplumu köleleştiren dayatmacı, buyurgan anlayışa dur diyebilmenin, "Sebebi yaratan Tanrı ne dilerse yapar. Mutlak olan kudret, sebepleri de yırtar, ortadan kaldırır." (1548, M5) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların Tanrı'nın kulu olduklarını dile getirebilmenin, onları yaşatma mücadelesine girişebilmenin,"Sevgilinin yolunda biz korkaklara iş yok! Sevgi yolunda yürüyenlerin hepsi de padişahtır. Orada kullara yer yoktur."(396, DK1) özgürleşebilmenin, yaratıcılığını sergileyebilmenin kapılarını aralayacak, yollarını gösterecektir. "Ben, mademki hürüm; hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder? Burada Tanrı sıfatlarından başka sıfat yoktur, beri gel!" (3825, M1) Hz. Muhammed özgürleşme mücadelesi verenlerin, diğer bireylerden ve toplumsal kurumlardan hiçbir beklentisi olmayanların, hem cennete gidebileceklerini, hem Tanrı'yı kavrayabileceklerini aktarmıştır. "Peygamber, 'Allah'dan cenneti istiyorsan kimseden bir şey isteme. Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin, Allah'a da ulaşırsın'dedi." (333-334, M6)
İnsanların diğer insanlarla iletişim kurmaları, arkadaş, eş, dost aramak için uzak şehirlere gitmeleri, birbirlerini ziyaret etmeleri, "Bir şehre gider, o şehrin suretine ulaşırsın. A yolcu, seni oraya çeken suretsizliktir. Mana bakımından, hatta mekânsızlık alemine kadar da gidersin. Çünkü zevk ve hoşluk, mekân ve zaman aleminden gayrı bir alemdir. Bir sevgilinin suretine gidersin, onunla eş olmaya, arkadaşlık etmeye can atarsın. Maksattan gafilsin ama mana bakımından suretsizliğe gittin yine." (3751- 3754, M6) erkek ve kadının birbirlerine karşı eğilim duygusuyla yaratılmaları, kendilerine eş aramaları, "Kendine bak, sen de araz değil miydin, anandan, babandan hâsıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş değil misin?" (964, M2) birbirlerinin etrafında pervane gibi dans ederek birbirlerini arzulamaları, birbirleriyle birleşerek yeni bir beden dünyaya getirerek yeryüzünde ebedi yaşamın sürmesine aracılık etmeleri, yaşamı oluşturan Tanrı'nın ve O'na eşdeğer aşk duygusunun, Tanrı aklının, "Şu halde yerle göğün de aklı var; böylece bil. Çünkü akıllıların işlerini işliyorlar. …Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın diyedir. Bu birlikte âlem baka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi. … ikisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur. .... İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister." (4411- 4419, M3) tüm bedenlere temel dürtü olarak kaydedilmiş olmasından dolayı gerçekleşmektedir. "Canın gezip yürümesi, keyfiyetten hariçtir, anlatılamaz. Cismimiz de gezmeyi candan öğrendi." (1980, M3)
Cansız ve canlı varlıkların birbirleriyle etkileşimiyle tüm canlı varlıkların beslenmesini sağlayan gıdaları yetiştiren, canlıların canına can katan, yaşamı oluşturan kuralları işleten, yaşamı ebediyete kadar devam ettiren Tanrı'nın gücü, "Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi? ... Her biri, yerlerinde buz gibi donar kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki? O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar. Onların bu koşmaları, Tanrı'yı teşbihtir." (3855-3859, M5) aşkın gücüyle birebir örtüşmektedir. "Bağlar, bahçeler su ile değil, aşk ateşi ile yeşermede, gelişmede." (685, DK2)
Her zerrenin yaşamı oluşturmak için birbirini tamamlaması, "Sevgilinin rengine bak da, yaşayışın rengini gör! Yani yaşamak nasılmış anla! Senin yüzüne de yaşayış rengi gelsin, konsun. Her zerre hayat bulmak için koşmada, çırpınmada. " (2961, DK6) cansız ekmeğin canlıların bünyesine karışarak orada yok olması, yok olmasına rağmen diğer canlıların canına Can katması, değişerek, dönüşerek yaşama akması, yaşamı gerçekleştirmesi, Tanrı'yı, ebedi yaşamı ve aşkı çağrıştırmaktadır. "Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı? Ekmek varlığa katıldı neden? Aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mı? Aşk, ölü olan ekmeği can haline getirmede, fani olan canı ebedileştirmede."(2012-2014, M5)
Cansız maddelerdeki zerrelerin değişmesi, dönüşmesi, bir sonraki evreye akması, yaşamı ebediyete kadar oluşturmaya devam etmesi, Tanrı'ya yapılan duadır. Yaşamda zorluklarla karşı karşıya kalan, sorunlarla boğuşan, ötekileştirilen, katledilmesi gerekenler olarak yaftalanan bedenlerin yaşamasına, yaşama tutunmasına yardımcı olmak ise, Tanrı'ya yapılan duanın içinde yer almaktır. "Hattâ taş, toprak, dağ ve suyun bile Tanrı'ya gizli bir duası, ilticası vardır." (2420, M6)
Aşkın toplumsal boyutlarının farkına varmadan, aşkı sadece karşı cinse yönelen, bedensel boşalmayla sonlanacak içgüdüsel bir arzu olarak yorumlamak, aşkı ıskalamak, kavrayamamak anlamına gelir. "İnsaf et, aşk güzel bir iştir! Onun bozulması, güzelliğini kaybetmesi, (insanlardaki) tabiatın kötü niyetli oluşundandır. Sen, kendi şehvetine ve arzularına aşk adını takmışsın; Halbuki şehvetten kurtulup aşka ulaşabilmek için yol çok uzundur." Başkasını sevebilmek, aşık olabilmek, bedeninde Tanrı'nın bütün özelliklerini taşıyan bireyin önce kendi bedenini, kendini sevmesini, kendine karşı saygılı olmasını gerektirir. "Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir." (1983, M6) Dilleri, dinsel ve mezhepsel aidiyetleri, yaşam tarzları farklı bütün insanları Tanrı'nın kulu olarak görmek, onları beklentisizce ve ön yargısızca sevmek ise, "Sevgilinin gönlünce herkes âşıktır, herkesi âşık görür o." (2679, M6) Tanrı'yı sevmeye eşdeğerdir. "Bu iki sevgide zaten fark yoktur." (2030, M5)
Kendi dinine, mezhebine uymayanları katletmenin Tanrı inancının gereği olduğunu belirten din yorumlarına meydan okumadan, katledilmek istenenleri yaşatma mücadelesine girmeden, katliam üreten toplumsal kurumların uygulayacağı yaptırımlara göğüs germeye hazır olmadan, aşkı anlamak da, aşık olmak da mümkün değildir. "Âşıklar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır." (910- 911, M6)
Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı olan insanların katledilmesine neden olan, bir avuç yöneticinin çıkarlarına indirgenen din anlayışını yıkmak, düşman olarak yaftalananları Tanrı'nın kulu olarak görmek, onların yaşamda kalmasına bireysel katkı sağlamak, hiçbir zorbalığın sökmeyeceği gönüle girmek, gönülde kalmak, bireyin kendini geliştirmesiyle sonuçlanacaktır. "Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak. Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!" (3098-3099, M3) Gördüğünü, bildiğini hayata uyarlamadıkça, Tanrı inancının katliamların gerekçesi olarak kullanılamayacağını dile getirmedikçe, "Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?" (631, M1) bütün insanlığı yakabilecek ateş topuna dönüşen dolaşımdaki din uygulamalarıyla hesaplaşmadıkça, Tanrı inancını tüm toplumların bir arada barış, huzur ve refah içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek bir düşünce sistemi olarak yorumlamadıkça, "Ey ateşe benzeyen aşk; şu şekillerle, nakışlarla, resimlerle dolu olan alemde bulunan bütün şekilleri, nakışları, resimleri sil, yok et de, kendinden canlı bir şekil ortaya koy!" (2031, DK4) Tanrı'ya inanmanın da anlamı kalmayacak, kafir oldukları gerekçesiyle Tanrı tarafından yaratılmış bedenleri katletmeye mecbur kalacak, kirlenecek, donacak, puta dönüşecek, taşlaşacak, insan olabilme özelliğine bürünemeyecektir. "Ey can; aşka ulaşmak için suretleri, şekilleri yak, yandır! Suretleri, şekilleri yakmadıkça, canın üşür, donar, buz kesilir; aşkı bulamazsın, şekilde kalırsın! Şekilde kalırsan, puta tapanlar gibi manevî baharlardan haberin olmaz, eminlik yurdundan uzak düşersin!..Ateşe benzeyen aşkın içine gir, kendini temizle; ateş içinde gümüş gibi gönlünü hoş tut, güzelleş!" (2043, DK4)
Tanrı tarafından cennet olarak yaratılan "Ben daima bu babayla uzlaşmış haldeyim... onun için şu âlem, bana cennet görünmede!" (3265, M4) fakat dinsel ve mezhepsel ayrımcılığının körüklenmesiyle cehenneme dönüşen dünyanın yeniden cennet haline getirilebilmenin ön koşulu, "Ben aşkı insanı bütün belalardan, felaketlerden koruyan, muhafaza eden bir kale olarak gördüm de, bu yüzden aşka gidiyorum, aşka sığınıyorum." (1548, DK3) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların barış, huzur ve güven içinde yaşayabilmesini sağlayacak bir inanç sistemi olarak yorumlamaktır. "Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir." (2580, M1)
Kimseye muhtaç olmamasıyla özgürlüğü, misallerle anlatmasıyla iletişimi ve şiddeti dışlamayı, kimseye müdahale etmemesiyle bağışlayıcılığı, karşılıksız vermesiyle cömertliği, hiçbir dine, ırka mezhebe ait olmamasıyla, nimetlerini bütün insanlara ayrım yapmadan sunmasıyla adaleti ve hoşgörüyü, evreni yaratmasıyla, yaşamı oluşturan kuralları belirlemesiyle, aşkı, yaşamı, yaşatmayı, evrensel barışı, yaratıcılığı, sanatı, sanatçıyı simgeleyen Tanrı'nın özelliklerinin anlaşılabileceği, "Bu âlem, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır. Ben bir hazineydim dedi Allah, hem de gizli... bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!" (3027- 3028, M4) din, dil, ırk, mezhep, yaşam tarzı ayrımı yapmadan bütün insanları Tanrı'nın kulları olarak görülebileceği, "Madem ki bütün işler, Tanrı'nın emrine tabi; Tanrı'nın emri olmadıkça hiçbir şey olmuyor. Tanrı'nın takdiri, kulun rızası olur; kul Tanrı takdirine rıza verir, onun hükmünü diler" (1905-1906, M3) Tanrı'yı sevmenin tüm insanları sevmek anlamına geldiğinin kavranılabileceği toplumsal koşulları, iletişim ortamlarını oluşturma mücadelesi vermek, yaşamın anlamıdır. "Tanrı'nın merhameti herkese şâmil olduğundan diler ki o rahmet, herkesi aydınlatsın." (3614, M1)
Bedel Ödemek Kaçınılmazdır
Kendi dininden, mezhebinden, ırkından olmayanlarla sadece savaş alanlarında birbirlerini katlederek iletişim kurulmasının en önemli nedenlerinden biri de vatan kavramıdır. Üzerinde yaşadıkları toprak parçasını yapay sınırlarla parselleyen, kendi dininden, mezhebinden olmayanları, sınırın öte tarafındakileri düşman ilan eden, onları katletmeyi Tanrı buyruğu olarak yorumlayan, yaşamın değişim ve dönüşüm yasalarıyla oluştuğunu yadsıyan, "Ey baş köşede oturan ulu kişi, sebeplerin kalktığı ova, Tanrı'nın geniş yeryüzüdür. Orada can, her an suret değiştirir... her an yeniden yeniye ve apaçık bir alem görür. Fakat bir sıfata kapılmış, o sıfatla donup kalmış kişiye, cennette, cennet ırmaklarının kıyısında, olsa orası yine kötü ve çirkin görünür!" (2381-2383, M4) katliamlara neden olan vatan kavramının yeniden tanımlanması gerekir. "Bunun gibi 'vatanı sevmek imandandır' hadisi de doğru ama hocam, önce iyice vatanı tanı!" (2230, M4)
Hiçbir sınırla çevrilemeyecek kadar geniş, "Denizin, ovanın, dağın, çölün ... ülkenin sınırı yoktur!"(2512-2513, M4) sınırların ötelerini, ötelerin de çok ötelerini de kapsayan, "Vatan sevgisinden dem vurma; durma, yürü... vatan oradadır, burada değil canım efendim! Vatan istiyorsan ırmağın o tarafına geç." (2211-2212, M4) yaşamın gerçekleştiği, kalplerin attığı evrenin her noktasını Mevlana vatan olarak tanımlar. "Hattâ o takva sahibi yalnız kendi halini görmez... batıdakilerin halini de görür, doğudakilerin halini de!"(3396-3397, M4)
Kendi din ve mezhep anlayışına bağlı kalmak, bireysel algılamalarını kuşatan coğrafi ve kültürel sınırların içine hapsolmak, diğer dinlerin, mezheplerin inançlarını, yaşam tarzlarını araştırmamak, kendi din ve mezhep bakış açısını tek hakikat olarak kabul etmeye, "O iblis gözünü bir an olsun yum; ne vakte kadar suret görüp duracaksın, ne vakte kadar, ne vakte kadar? ...ırmak gibi yaşlar döken gözlerinle onları ara, gafil olma, ümidini kesme!" (2300-2302, M3) Tanrı'yı ve değişim temelinde şekillenen yaşamı, toplumsal olayları anlamaya engel olmakta, bireyi dar bir anlayışa, taklitçiliğe mahkum etmekte, bireysel gelişime, aydınlanmaya, özgürlüğe götürebilecek tüm yolları en baştan kapatmaktadır. "Bir evde iki günden fazla otursam kalbimde oranın sevgisi alevlenir. Eve barka mağrur olmaktan çekinir, hadi ey nefis zenginleşmek, bir şey elde etmek için sefere düş derim; İmtihanda muvaffak olması için kalbimi hiçbir yere alıştırmam' derdi." (1927-1929, M1)
Hz. Muhammed'in, Tanrı'nın sadece bir mekânda, sadece belli bir dine, mezhebe aidiyeti olanlarda değil, yaşamın gerçekleştiği her noktada, tüm inanan, tüm seven gönüllerin eylemlerinde, sözlerinde, yaşam tarzlarında aranabileceğini, "Peygamber 'Tanrı; ben, yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta arşa sığmam. Bunu, ey aziz, yakînen bil. Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu' dedi." (2654-2655, M1) kendini biçimlendiren din ve mezhep yorumlarını aşamayanların, Hak ve hakikati öğrenemeyeceklerini aktardığını belirten Mevlana, "Köye gitme. Köy, adamı ahmak bir hâle sokar… Aklı nursuz, fersiz bir hâle getirir. Ey seçilmiş temiz adam, Peygamber'in sözünü dinle. Köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır. .... Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır. Köy nedir? Hakikate ulaşmamış, elini taklit ve huccete atmış şeyh!" (518-520, M3) her daim kendini yenileyebilenlerin, yeni açılımlara, yeni yaklaşımlara yelken açabilenlerin, "Her zaman yeni bir suret, her an yeni bir güzellik görmedeyim... yeni görmekle de elem ve usanç kalmaz, insan daima yeniden yeniye neşelenir durur." (3264, M4) en küçük canlı ya da cansız varlıkta Tanrı'yı görebileceğinin farkında olanların, "Bir gün, sevgilinin nurlarını insanda görmeye iştiyakım arttı. Katrede bahri muhiti, zerrede güneşi görmek arzusuna düştüm." (1982-1983, M3) içine doğduğu kültürel değerlerden kopabilme cesareti gösterebilenlerin, "Gönüldeki duyguların da gönülde uzun zaman kalmaması gerekir. Bu yüzdendir ki, duyguları, düşünceleri söyleyişte, anlayışta gönül için bir boşalma bir ferahlık vardır. Bu hal gönülde bulunan mahpus bir kuşun uçmasına benzer." (2125, DK5) Tanrı'nın tüm evreni yarattığının farkında olanların, tüm peygamberlerin yaptığı gibi, hakikati öğrenmeyi, araştırmayı sürdürebilmek için ömür boyu bir ülkeden diğer ülkelere seyahat edenlerin, "Tanrı gayreti, ortaya bir perde salmıştır. Aşağılık ve yücelik âlemine mensup olanları birbirine karıştırmış, karmıştır. 'Yürüyün âlemi gezin' demiştir. Sen de gez, dolaş da bahtını, rızkını sınaya dur. Meclislerde, peygamberde bulunan akıl gibi bir akıl ara. Çünkü peygamberden, miras kalan ancak odur." (2615-2617, M6) farklı yaşam tarzlarını incelemenin kendini Tanrı'ya daha çok yaklaştırabileceğine inananların, "Dedim ki: Ey gönül sen küllî bir ayna ara. Denize git, ırmaktan iş bitmez!" (97, M3) kendini kuşatan düşünce kalıplarını terketmeyi yaşam tarzı olarak kabul edenlerin, "Adamın bir gün evine varabilmesi için birçok konakları terk etmesi lâzımdır." (3260, M1) dini, dili, mezhebi farklı insanların özgürce yaşayabileceklerini yansıtabilenlerin, Tanrı'yı kavrayabileceklerine, Hak ve hakikate erişebileceklerine dikkat çeker. "Kim benliğinden kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir. Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır. Çünkü bütün nakışları aksettirir." (2665-2666, M5)
Tanrı'ya ve aşka, toplumsal olurlara yaslanarak, alışkanlıkların rahat kollarında yürüyerek erişmek mümkün değildir. "O, Ey inatçı senden yüzünü çeker, gizlenir; bağlarını koparır, kaçar. Fakat sen okumasan da hakikat ilmi senin yanıp yakıldığını görürse elinde, alışmış kuş haline gelir. Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz.!" (320-323, M2) Tanrı'yı ve aşkı anlama yoluna giren birey, bireysel ya da kurumsal desteğe gereksinim duymadan, kaygan zeminde, hep arayış içinde ilerleyeceğinin, çekeceği çilelerin, sıkıntıların bu yolda yürümenin bedeli olduğunun, "Avlamaya değen şey ancak aşktır. Fakat o üda öyle herkesin tuzağına düşer mi ya?" (409, M5) yaşanabilecek maddi kayıpların da, kazançların da önemsenmemesi, onu yolculuğundan asla uzaklaştırmaması gerektiğinin bilincinde olması gerekir. "Kimin payandası, sevgilinin, vuslatı olursa o, kırılmadan, savaşmadan ne korkacak? Karşısındakini mat edeceğini iyice bilen, at gitmiş, fil gitmiş, aldırır mı? Onca bunlar, zaten saçma şeylerdir." (4060-4061, M5)
Maddi değerleri arttırmayı yaşamın amacı olarak değerlendirmemek, yaşanabilecek maddi kayıplara sadece gülmek, "Fayda, zamanında da, ziyan zamanında da gül gibi gülmeye bak!" (3257, M3) kendisine yapılan eleştirilere asla kulak asmamak, "Her kötü ve yanlış kınama yüzünden gönlümü bozmam, işimden, sözümden kalmam." (4291, M3) yaşadıkları olumsuzluklar nedeniyle bu yolda yürümekten vazgeçenlerin, yolundan dönenlerin şikayetlerine, serzenişlerine kapılmamak, "Kendine gel, filân adam filân yıl ekin ekti de mahsulünü çekirgeler yedi… Ben neye ekeyim, burası korkulu bir yer… neden elimdeki buğdayı yerlere saçayım deme." (4800-4802, M3) kendisine uygulanacak yaptırımları göğüslemeye hazır olmak, "O, ulular, Tanrı hükümlerine razı olmuşlardır, takdirin def'ine çalışmak onlara haramdır. Bunlar, kaza ve kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı dilemek onlarca küfürdür." (1881-1882, M3) karşısına çıkabilecek zorluklara, cezalara katlanmak, "İnsanlık yolu, hakikat yolu belalarla dolu bir yoldur."(1713, DK3) asla pes etmeden hedefine doğru emin adımlarla yürümek, "Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır." (2047, M5) Tanrı ve aşk yolunun yolcusu olabilmeyi sağlayabilecek en temel yaklaşımlardır. "Aşk dâvaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki!" (4009, M3)
Atlatılan her badire, çekilen her çile, yaşanan tüm sıkıntılar bu yolda yürüme isteğini daha da artıracaktır. "Kaza ve kader yaylarından atılan oklara bedenini siper et; bedenine ne kadar ok saplanırsa, o kadar kazanırsın!"(1998, DK4) Aşkı ve Tanrı'yı anlama ve anlatma mücadelesi veren birey, mal ve mülk edinmenin, şan ve şöhret peşinde koşmanın, toplumun gözünde saygınlığını arttırmaya çabalamanın hiçbir anlamı olmadığını, "Bu sebeptendir ki, aşkta ne malın mülkün; ne şöhretin, saygının, yüksek mevkinin; ne evlat ve iyalin yeri vardır." (937, DK2) ailesi, akrabaları, en yakınları tarafından dışlanacağını, "Sevgilim, senin aşkın beni en yakınlarımdan vazgeçirtti." (937, DK2) tüm toplum ve toplumsal kurumlar tarafından eleştirileceğini, yalnızlığa itileceğini göz önünde bulundurmalıdır. "Sevgilim; seni sevdiğim için herkes tarafından ayıplanmam, çekiştirilmem, kınanmam, bir ayıp, bir suç değildir." (504, DK1) Fakat akrabaları, yakınları tarafından ne kadar acımasızca eleştirilse de, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzları farklı insanları anlama ve onlara Hak ve hakikati anlatma süreçlerinde çekeceği çileler, yaşayacağı sıkıntılar yaşamı, onları daha iyi tanımasına, onları daha çok sevmesine katkı sağlayacaktır. "Fakat varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde çekilen zahmetlerle ölçülür. Ne kadar gurbet çeker, mihnetler, zahmetlere uğrarsan, şehrinden, akrabandan o derece lezzet alır, zevk bulursun!" (4156-4157, M3)
Yolculuğun sonunda somut olarak hiçbir şey edinemeyeceğinin bilincinde olmasına, amacına ulaşıp ulaşamayacağını kestirememesine, "Gemiye yükünü yükledin mi Tanrı'ya dayanman gerek. Yolda gark mı olacaksın, kurtulup sağlıkla, selâmetle gideceğin yere mi varacaksın? Bu ikisinden hangisi başına gelecek, bilemezsin ki," (3083-3084, M3) yolundan dönmesine neden olabilecek büyük engellerle karşılacağının farkında olmasına, yaptırımların başkalarının canına kastettiğini deneyimlemesine, kendi bedenine de yönelebileceğini öngörmesine, ödenmesi gereken bedelin kendi yaşamı olacağını bilincinde olmasına, tüm toplumsal koşulların aleyhine olmasına, başaracağıyla ilgili hiçbir ümit ışığı görünmemesine rağmen, "Bu yol, insanın canıyla başıyla oynayacağı yoldur. Her meşelikte, her sazlıkta yufka yüreklileri geriye çevirecek bir âfet vardır. Din yolu, her puşt tabiatlının gideceği yol değildir. bu yüzden de tehlikelerle doludur. Yoldaki bu korku, unu kepekten ayıran elek gibi insanların da yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder." (502-504, M6) karşı karşıya kalacağı tüm sıkıntılar, uğrayacağı tüm haksızlıklar, hatta ölüm bile, onu bu yolun yolcusu olmaktan alı koyamayacak, "Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir."(3495, M1) sadece kendisine eşlik edecek ebediyetin simgesi Dost'a, Sevgili'ye güvenecek, "Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir." (1591, M6) gizemler içinde barınan Sevgili'ye sarsılmaz bir inançla bağlanacak, "Sevgili, tek olan sevgiliye derler. Gelişin de ondandır, sonuncu gidişin de ona! Onu buldun mu başkasını beklemezsin gayri. Ortada görünüp duran da odur, gizli olan da o!" (1418-1419, M3) tüm dinler ve mezhepler tarafından dışlanan, katliamların dayanağı hale getirilen din yorumu yerine Tanrı inancının bütün insanları kucaklama, bütün insanların barış içinde yaşaması anlamına geldiğini kamusal alanda dile getirme, "İster söz olsun, ister iş ister başka şey... Bu tanıklık nedir? Gizliyi meydana çıkartmak değil mi?"(246, M5) Tanrı'nın özelliklerini kavrama, yeryüzünde algılanabilir hale gelmesine hizmet etme, "Vallahi sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da geldin.. tekrar çevikçe acele et, yine onun sıfatlarına ulaş! (4192, M3) kanla dolu yolları aşk yoluna dönüştürme mücadelesinden asla vazgeçmeyecektir. "Fakat yol gösterenimiz aşk olduğu için bizim korkumuz yok! Çünkü, aşk, bu yolda nasıl gideceğimizi bize öğretiyor." (1713, DK3)
Dinler ve Peygamberler Arasında Fark Yoktur
Gece gündüzü, gündüz geceyi tamamladığı gibi, dini, dili, mezhebi farklı, fakat aynı Allah'ın kulu olan insanlar, Hak ve hakikati anlama ve anlatma sevdasıyla yanıp tutuşmaktadırlar. Bundan dolayı bir dinin, mezhebin, Tanrı, toplumsal olaylar veya yaşam tarzları hakkındaki yorumlarını diğer dinlerin, mezheplerin yorumlarıyla karşılaştırmak, bunlardan birini hakikat diğerini batıl ya da kafir, birini doğru, diğerlerini yanlış olarak değerlendirmek, Tanrı inancıyla çelişmektedir. "Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır ama hakikatte birdir. Geceyle gündüz görünüşte birbirine zıttır, düşmandır; fakat her ikisi de bir hakikatin etrafında dönmekte, ağ kurmaktadır. İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister." (4417-4419, M3)
Mevlana'ya göre canlı, cansız tüm varlıkları, tüm insanları, evreni Tanrı'nın kitabı, O'nun eseri olarak yorumlayan, "Tanrı Kur'an'ına kaçar, sığınırsan peygamberlerin ruhlarına karışırsın." (1537, M1) dinleri, dilleri, mezhepleri, yaşam tarzları farklı insanlara iyi, kötü, Müslüman, kafir ayrımı yapmadan, onları Tanrı'nın kulu olarak gören, onları karşılıksızca seven, "O dünya ehli, iyiye de merhamet eder, kötüye de... iyiyi de esirger, kötüyü de" (4525, M3) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları anlamaya, kendi düşüncelerini hiçbir dayatmaya gerek kalmadan onlara aktarmaya çabalayan, "İnsanın bedeni, bir konuk evine, çeşitli düşünceler de ayrı ayrı konuklara benzer. Arif, o neşeli ve gamlı düşüncelere razıdır, âdeta gariplerin hatırını hoş eden Halil Peygambere benzer. Onun kapısı da konuğu ağırlamak için daima kâfire de açıktı, mümine de, emin olana da açıktı, haine de. Bütün konuklara güler yüz gösterirdi." (3643, M5) toplumsal bakışın ötekileştirdiği bütün insanları Tanrı tarafından yaratılan en değerli varlık olarak değerlendiren, "İyi, kötü, güzel, çirkin her şey Hakk'ın eseridir. Her şeyi o yaratmıştır."(1384, DK3) dini, dili, mezhebi farklı insanların düşüncelerini özgürce dile getirebilecekleri ortamları oluşturmaya çabalayan, onlar arasında ayrım yapmamaya özen gösteren tüm peygamberler, yazarlar, bireyler yeryüzünde Tanrı'nın elçiliğini, peygamberliğini yapmaktadırlar. "İsa'nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptelâ, sakın bu kapıyı bırakma. Halk her taraftan toplanır, kör, çolak, kötürüm, topal… hepsi." (298-299, M3)
Yeryüzünde tek bir mezhep olması gerekirken, "Bundan dolayı dinler, mezhepler, ancak tek bir mezhepten ibarettir."(2124, M3) bir peygamberin diğer peygamberlerle karşılaştırılması, bir peygamberin, bir dinin, bir mezhebin, diğerlerine karşı üstün olduğunu kanıtlama, kendi dinini, mezhebini haklı çıkarma, diğer dinlerin, peygamberlerin haksız olduğunu iddia etme çabaları, sadece ayrımcılığı körüklemeye hizmet etmekte, dinler, mezhepler ve insanlık tarihinin kıyasıya mücadelelere, katliamlara sahne olmasına neden olmaktadır. "Bizim mezhebimizde kendini beğenmekten, kendinden yana çıkmaktan daha beter bir cinayet yoktur!" (2476, DK5)
Tanrı'yı toplumlara barışçıl ve insancıl yöntemlerle anlatmayı amaçlayan peygamberler, yazarlar, şairler ve bilim insanları arasında da hiçbir farkın olmadığını vurgulayan Mevlana, "Her peygamberin bir yolu, her velinin bir mesleği vardır. Fakat değil mi ki hepsi de halkı Hakk'a ulaştırıyor, birdir." (3086, M1) peygamberlerin birine yapılan övgünün bütün peygamberlere ve dolaylı olarak Tanrı'ya yönelmiş olduğuna, bütün dinlerin, mezheplerin tek bir Tanrı inancı çatısı altında tanımlanması, dinler, peygamberler ve mezhepler arasında asla karşılaştırma, ayrım yapılmaması, hiçbir dinin, mezhebin, peygamberin diğerlerinden üstün olduğunu iddia edilmemesi gerektiğine, "Peygamber bu dünya için kulları Tanrı'ya ulaştıran bir bağdır. Çünkü o müminlerle Tanrı arasında bir vasıtadır. .....Tahiyatta, salih kişilere selâm verilirken bütün peygamberler methedilmiş olur; hepsinin methi, birbiriyle yoğururlar. Medihler, birbirine karışır, âdeta testilerdeki sular, bir leğene dökülür. Çünkü övülen, bir kişiden daha fazla değildir ki." (2122-2123, M3) diğer dinlere ve mezheplere ait peygamberlerin, düşünürlerin kitaplarını, eserlerini okumaya, düşüncelerini anlamaya çabalamanın, bireyi Tanrı'yı anlamaya bir adım daha yaklaştıracağına dikkat çeker. "İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan...hiç fark yok." (1949, M1)
Kendi dininden, mezhebinden olmayanların katledilmesi gerektiğini iddia eden din anlayışından kopamamak, kiliseye de, camiye de gidenlerin aynı Allah'a ibadet ettiklerini, Tanrı'nın tüm evreni yarattığını, her daim tüm mekânlarda konakladığını kavramamak, "Deniz, bir mataraya ne kadar sığabilir ki? Ey insandaki binlerce Cebrail! Ey âdi bir kalıpta gizli Mesih'ler! Ey kilisede gizli binlerce Kabe! Ey ifriti, iblisi yanıltan, yanlışlara sevkeden! Sen mekân ilinde mekânsızlık secdegâhısın. İblislerin dükkânı senin yüzünden yıkılmıştır., neden ben bu toprağı tapı kılayım? Neden bir surete din adını takayım? dedi." (4583-4587, M6) bütün insanları aynı Allah'ın kulları olarak görememek, "Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır." (1662, M1) bugün kafir özelliği gösteren birinin, yaptığı hatalardan ders çıkararak gelecekte değişebileceğini, olgunlaşabileceğini göz önünde bulundurmamak, dinleri, dilleri, mezhepleri farklı insanları incitici, küçük düşürücü ön yargılarla değerlendirmek, yeryüzündeki insanların yaşam, Tanrı ve toplumsal olaylar hakkında göreceli düşüncelere sahip olabileceğinin, farklı yaşam tarzları sergileyebileceklerinin bilincinde olmamak, Tanrı'yı anlamayı imkansız hale getirmektedir. "Çünkü senin gözünde onun küfrünün, kötülüğünün hayali var, halbuki dostun gözünde onun müminlik hayali cilve etmekte." (603, M2)
Tanrı ve Şiddet Asla Bağdaşmaz
İnsanların namaz kılıp kılmadıklarına, oruç tutup tutmadıklarına, kötülük yapıp yapmadıklarına bakmadan, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan, onların yaşamına zerre kadar müdahale etmeden, yeryüzündeki bütün insanlara nimetler sunan Tanrı'yı, insanları katlederek anlatanlar, dinlerine, dillerine, mezheplerine, yaşam tarzlarına, toplumdaki konumlarına göre onlar hakkında ileri geri yorum yapanlar, O'nun adına hüküm verme yanılgısına (kafirliğe) kapılırlar. "Herşey iyidir derler ya, doğru söylerler. Herşey Tanrı'ya göre iyidir, olgundur; fakat bize göre değil. Zina etmek, namaz kılmamak, namaz kılmak, kâfir olmak, Müslüman olmak, Tanrıya eş-ortak tanımak, Tanrıyı bir, eşsiz-ortaksız bilmek... Hepsi de Tanrı'ya göre iyidir; fakat bize göre zina etmek, doğrulukta bulunmak, kâfir olmak, Tanrı'ya eş-ortak tanımak, kötüdür; namaz kılmak, hayırlarda bulunmak iyidir; Tanrı'ya göreyse hepsi de bir. ....Ona göre hepsi de olgunluktur" (7.Bölüm, F)
Tanrı, insan bedenindeki ölen hücrelerin yerine canlı hücreleri geçirerek yaşamın sürmesini sağlarken, akıp giden zamanla birlikte değişmekte olan bireyi dondurarak, taşlaştırarak zaten ölüme doğru akmakta olan, fakat yaşamak, birbirlerini tanımak, Hak ve hakikati anlamak ve anlatmak amacıyla yaratılan bir bedenin farklı dine, mezhebe aidiyeti olduğu gerekçesiyle yaşamına insan eliyle son vermek, ya da onları topluca katletmek, Tanrı inancıyla örtüşmemektedir. "Evet görünüşte senin bedeninde bulunan hücreler susmada ama, onların hepsi de gizli işler yapıyorlar, hepsi de kalleşçesine varlığınla kumar oynuyorlar, hepsi de hem görünüyor, hem gizli. Hepsi de birbirini yemekle meşgul birbirlerinin hem avı, hem avcısı." (2821, DK6)
Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı olan insanların gelecekte değişebileceğini hesaba katmadan kendi dininden, mezhebinden olmadığı gerekçesiyle onlarla iletişim kurmamak, "Nice Yahudi vardır ki sonu iyi olur. Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Müslüman olarak ölebilir olur ya. Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamı ile yüzünü çeviriyorsun." (2450-2451, M6) onları iyi-kötü, güzel-çirkin, müslüman-hristiyan gibi sıfatlarla yaftalamak, "Tanrı'nın yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile... hepsi doğrudur. Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir. Her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı." (2597-2599, M6) hem değişim ve dönüşüm yasalarını işleten Tanrı aklıyla çelişmekte, hem de Tanrı aklına müdahale etmek, insanın yaratılış amacını tanımamak, tersine çevirmek anlamına gelmektedir. "Hiçbir ayna yoktur ki ayna olduktan sonra tekrar demir haline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki tekrar harmandaki buğday şekline dönsün. Hiçbir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir olmuş meyve tekrar turfanda haline gelmez." (1317-1318, M2)
Toplumdaki konumu, makamı ne olursa olsun, hiç kimsenin dinsel ya da mezhepsel inancını, yaşam tarzını, başkalarına dayatmalarla, kaba kuvvetle, zorbalıkla kabul ettirmeye hakkı olmadığının, her bireyin yaşamı, toplumsal olayları kendi kültürel değerlerine, bireysel donanımına göre yorumlayabileceğinin, Hak ve hakikatin insanları ve toplumları katlederek anlatılamayacağının, "Bu, belletme içindi dersen bilgisizlik, nasıl olur da anlatma vesilesi kesilir?" (1633, M6) bireylere uygulanan her türlü dayatmanın putperestlik olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizen Mevlana, "Belletme mevkii de bir nevi şehvettir ve her çeşit şehvet, yolda puttur." (3317,M4) insanın bireysel ve toplumsal yaşamda ortaya çıkabilecek sorunları şiddet kullanmaya gereksinim duymadan, "Dama doğru basamak basamak çıkmalı, burada Cebrî olmak ham tamahtır. Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, neye pençeni saklarsın?" (930- 931, M1) barışçıl ve insancıl yöntemlerle çözebilecek yeteneklerle yaratılmış olduğuna dikkat çeker. "Çünkü bu illetlerin her birinin devası vardır. Deva kabul etmeyen illet kaza ve kaderdir. Bilki her hastalığın mutlaka bir devası vardır. Soğuk illetinin devası nasıl kürk giymekse."(1703-1704, M5)
En Büyük Anlatıcı Tanrı'dır
Tanrı'nın yüceliğini anlatmak için, bir dinin, peygamberin, mezhebin, diğerlerine karşı üstün olduğunu kanıtlamak amacıyla çıkartılan savaşların Tanrı inancıyla asla açıklanamayacağı düşüncesinden hareket ederek bireysel ve toplumsal sorunların çözümünde kaba kuvvete başvurmanın, sorunları şiddet kullanarak çözmenin, şiddete şiddet ile karşılık vermenin, sorunların çözümünün zorlaşmasına, bireylerin ve toplumların gittikçe batağa saplanmasına, savaş kurbanlarının sayısını çoğalmasına neden olduğunu saptayan Mevlana, "Ne yapacaksan düşün de öyle yap, ....Bu cebir inanışını bırak, pek boştur bu inanış."(3184-3187, M5) savaşlara ilkesel ve kuramsal olarak karşı çıkar "İnsanların savaşı, çocukların kavgasına benzer. Hepsi de anlamsız ve saçmadır."(3435, M1)
Tanrı'nın yüceliğini, dini, dili, mezhebi farklı olan insanları kafir olarak yaftalayarak, katlederek anlatmak, O'nun anlaşılabileceği iletişim ortamlarını ortadan kaldırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. "Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı! Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün. Onu anlamanın afeti, sözdür, haldir; kanı kanla yıkamanın imkânı yok!" (4725-4727, M3) Bireysel ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan sorunlara, dargınlıklara, anlaşmazlıklara karşılıklı görüşmeler yoluyla çözüm aramak, yeryüzünde Tanrı'nın muhabbet sıfatını yansıtmak anlamına gelmektedir. "... barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir." (4725, M1) Tanrıhakkında ne kadar bilgi verilirse verilsin, konuşulursa konuşulsun, O'nu örten gizemlerin azalmadığının, tam tersine daha da arttığının bilincine varıldığı iletişim ortamları, yaşamın, toplumsal olayların ve Tanrı'nın kavranılmasına hizmet ederler. "Rızık, kazançla, zahmet ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde eder. Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin... evlere kapılarından girin." (1465-1466, M3)
Yaşamı oluşturan Tanrı, dağlara, taşlara, "Şaşırıp kaldığı sıralarda taşın söz söylediğini, işarette bulunduğunu görmüş de büsbütün hayretlere dalmıştır!" (911, M4) rüzgârlara, denizlere, göllere söz söyletmesiyle, "Rüzgâr, bana söz söyler... taş ve dağ, eşyanın hakikatını anlatır!" (970, M4) tek kelime bile etmeden, hiçbir söz ustasının dile getiremeyeceği derinlikte anlamlı sözlerle, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı tüm insanlara, "Allah'ın sanatı, cihanın bütün cüzilerine karşı âdeta afsuncuların ağzından çıkan soluğun, harfin tesirini yapar. Allah çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Allah." (1070-1071, M6) Hak ve hakikati şiddete, zor kullanmaya gereksinim duymadan, örnekler vererek anlatmasıyla en büyük anlatıcı, "Övüşleri namahrem olanlardan gizlemek için Tanrı bile hikâyeler söylemekte, misaller getirmektedir." (2114, M3) en büyük sanatçı, en önemli aydınlanma kaynağı, sanatın, sanatçının, yaratıcılığın, özgürlüğün, özgünlüğün simgesidir. "Tanrı, yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur. Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstada tâbidir, örneğe muhtaçtır." (1630-1631, M1)
İnsanların yüzlerindeki acı, tatlı, iyi, kötü, çirkin, mutlu, mutsuz ifadeler, "Sus, sus da, ben kaşla gözle ona binlerce macera okuyayım." (1516, DK3) hatta nesneler bile, bakmasını bilen, anlamak isteyen göze, dinlemesini bilen kulağa, "Her cansız şey, peygambere hikâyeler söyler. Kabe, hacıya tanıklık eder, söz söyler." (4289, M6) yaşama, toplumsal olaylara, Tanrı'ya dair gizemleri ortaya çıkarabilecek yeterli derecede ip uçları sunmakta, her daim O'nu anlatmakta, O'ndan bahsetmektedirler. "Uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz. Ağlarsak rızklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!" (1511-1513, M1)
Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı ne olursa olsun, Tanrı tarafından yaratılan tüm insanları Tanrı'nın eseri, kitabı olarak değerlendirmek, onlarla Tanrı'nın huzurundaymışçasına ön yargısızca iletişim kurmak, onları anlamaya çabalamak, iletişimde bulunduğu tüm insanları Tanrı varlığının yer-ve gökyüzündeki kanıtları olarak yorumlamak, onlara Tanrı'ya verdiği kadar değer vermek, "Her kulun adını âlem padişahı tak." (4442, M6) iletişim kurduğu her insanın yaşam öykülerini, sözlerini, düşüncelerini Tanrı'yı kavramaya katkı sağlayabilecek bir kıvılcım olabileceği öngörüsüyle can kulağıyla dinlemek, "Konuk evine her gün nasıl bir yüce konuk gelirse onun gibi her an da sana bir fikir gelir. Canım, fikri bir adam say. Çünkü adam, fikirle değerlidir, fikirle diridir." (3676-3677, M5) onların yaşamlarını özgürce şekillendirebilecekleri iletişim ortamlarını oluşturmak, "Bu suretle de gönlün, suretlerle dolu bir ayna kesilsin; ona her cihetten gümüş bedenli bir güzel aksetsin!"(2470, M4) onları beklentisizce sevmek, Tanrı'nın iletişim ve aşk özelliklerini yeryüzünde yansıtmak anlamına gelir. "Şu halde muhabbeti de Tanrı sıfatı bil, aşkı da."(2187, M5
Tanrı'nın Kitabı Evrendir
Tanrı tarafından yaratılan yer- ve gökyüzündeki tüm canlı ve cansız varlıklar surettir. Suretler aslı görmek, Tanrı'yı kavramak için araçtır."Sureti fânidir; o bir ayna kesilmiştir... o aynada başkalarının yüzünden gayrı bir şey görünmez."(2140, M4) Evrendeki tüm suretler bir taraftan Tanrı'nın elçiliğini, peygamberliğini yerine getirirken, "Bütün âlem, esasen arazdı. ...Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden vücuda gelir? Düşüncelerden. Bu cihan, Akl-ı Küllün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere." (975-979, M2) diğer taraftan kendisi görünmeyen, fakat ebediyete kadar yaşamın gerçekleşmesini sağlayacak olan Tanrı'nın varlığının kavranılmasına aracılık etmekte, "Bazı, bazı o suretsiz varlık, yokluk gizliliğinden kerem eder, suretlere yüz gösterir. Her suret ondan yardım görür. Bu suretle onun yüceliğinden güzelliğinden kudretinden var olur. " (3743-3744, M6) O'nun tüm evreni ve evrendeki yaşamı sağlayan kuralları belirlemedeki, yaratmadaki, sanatçılığındaki sınırsız ve sonsuz gücünü, kudretini yansıtmaktadır. "Allah'ım! Yarattığın her varlık, her şey, her zerre senin san'atını, yaratma gücünü, kuvvetini, kudretini gösteren birer ayna. Sanki, daimî önüne bir ayna koymadasın. Bu bir gerçek ki, eşsizsin, benzerin yok. Aynadakinden başka sana bir eş de yoktur."(2889, DK5)
Yazar, eser ve okur arasındaki iletişim örneklemesi, Tanrı'yı anlamaya götürecek en doğru yoldur. Yer- ve gökyüzünü oluşturan tüm canlı ve cansız varlıklar Tanrı'nın yazdığı kitap, metin, eser, paragraf, cümle, harftir. Tanrı'nın eseri, kitabı olan birey, O'nun eserlerindeki harfleri, cümleleri olarak değerlendirilebilecek, "Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini duy, onları ye!" (1286, M3) tüm canlı ve cansız varlıkları kendine özgü bakış açısıyla görebilecek, kendine özgü cümlelerle yorumlayabilecek, anlayabilecek, anlatabilecek özelliklerle yaratılmıştır. "A insan, Tanrı kitabı sensin, sen. Padişahın güzelliğine bir aynasın sen. Kâinatta ne varsa senden dışarıda değil; Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara... Ne arıyorsan sensin, sen." (16.Bölüm, F)
Sanatçı hiçbir amaç gütmeden hikâye, masal yazmaz, anlatmaz, resim çizmez, eser ortaya koymaz. Sanatçı, çizdiği resmin, yazdığı hikâyenin, ürettiği eserin okur ya da dinleyici tarafından yorumlanması, anlaşılması, anlatılması için onların beğenisine sunar. "Hiçbir ressam var mıdır ki yaptığı resmi, hiçbir menfaat ümidi gözetmeden yalnız resim yapmak için yapsın. Hem resim yapmak için yapar, hem de uluların büyüklerin bir vesile ile kederlerinden kurtulmalarını ister. Çocukların neşelenmesini, bu resimle ölüp gitmiş dostların, dostlar tarafından hatırlanmasını diler. Hiçbir testici yoktur ki içine su konmasını düşünmeden testisini, sırf testi yapmak için yapsın! Hiçbir kâseci yoktur ki kâseyi ancak kâse olmak için yapsın da içine yemek konmak için yapmasın! Hiçbir hattat yoktur ki özene bezene yazdığı yazıyı yalnız yazısını, yazısının güzelliğini göstermek için yazsın da okumak için yazmasın." (2881-2886, M4)
Tanrı tarafından yaratılan eserlerin harfleri, cümleleri olarak kabul edilebilecek birey, diğer eserleri, canlı ve cansız tüm varlıkları, insanları dilediği gibi okumakta, yorumlamakta elbette özgürdür. Fakat eseri oluşturan harflere, noktalama işaretlerine, sayfalarına, bölümlerine, ya da tümüyle esere zarar vermek, hem Sanatçı'nın eserlerinin anlaşılmasını ortadan kaldırır, hem de Sanatçı'nın insanları yaratma amacına karşı yöneltilebilecek en büyük saygısızlık, en büyük hakaret, Tanrı'nın gücüne meydan okuma, hatta O'nu inkâr etme anlamına gelir. Hz. Muhammed Tanrı'nın eseri olan bir bedeni incitmenin, O'nu incitmeye "Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı'yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir."(2520, M1) insanın organlarına zarar vermenin, onları katletmenin, organlarını bedenlerinden ayırmanın, koparmanın, O'nun bedeninden parçalar koparmaya, kesmeye, doğramaya, O'nu katletmeye eşdeğer olduğunu, Tanrı'nın yüceliğinin anlaşılmasına zerre kadar katkı sağlamadığını, tam tersine Tanrı'nın anlaşılabileceği iletişim ortamlarını ortadan kaldırdığını belirtmiştir. "Peygamber: …'Ey ulular, ben size baba gibi şefkat ederim, sizi babanız gibi severim. Çünkü siz benim cüz'lerimsiniz. Neden cüz'ü külden ayırırsınız?' demiştir. Cüz, külden ayrıldı mı bir işe yaramaz. Tenden bir uzuv kesildi mi o uzuv, murdar olur. Tekrar aslına ulaşmazsa ölür kalır, candan haberi bile olmaz. Oynasa, hareket etse bile bu, onun diriliğine delil olamaz. Senin kesilen uzvun da bir müddet oynar, hareket eder. Cüz, külden ayrılırsa bir tarafa gider, kaybolur, kül de noksan kalır. Fakat bu bahsettiğimiz kül o noksan kalan kül değildir." (1934-1939, M3) Değil öldürmek, yaşamak, Hak ve hakikati aramak için yaratılan bir bedene en küçük zarar vermek, her zerresi yaşama hizmet eden doğanın tüm unsurlarını mateme büründürmeye yetmektedir. "Böyle bir yüzü tırnakla yaralamak kâfirliktir. Ay bile onun ayrılığı ile ağlamada." (555, M5)
İbadet
Tanrı inancını para kazanmak amacıyla kötüye kullananlar, toplumsal saygınlıklarını arttırmaya indirgeyenler, "Ekmek isteyen yıllardır Allah der, fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer. Dudağındaki gönlünden doğsa, gönlünü aydınlatsaydı bedeni zerre zerre olurdu. Şeytan'ın adı büyü yapmaya yarar, sen de Tanrı adıyla mangır elde edersin!"(500-502, M2) öldükten sonra cennete gidebilme beklentisiyle ibadetin sadece simgesel boyutunu yerine getirmekten, ezberciliğin, taklitçiliğin tutsağı olmaktan öteye geçememişlerdir. "Şu halde Tanrı'dan bir şey umarak, Tanrı'dan korkarak sevenler, taklit defterinden ders okumaktadırlar."(4595, M3)
Hak ve hakikati araştırmaksızın yerine getirilen ibadet, taklitçiliğe, dolaylı olarak da katliamlara neden olmaktadır. "Taklit, her iyiliğin afetidir." (484, M2) İbadet ettiği için, kendini kamil insan saymak, sadece kendi vicdanını rahatlatmaya yönelen, fakat gelecekte bireysel ve toplumsal felaketlere neden olabilecek bir yaklaşımdır. "Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz, çimensiz kapkara topraktır. Gar gur edip duran boş buluta benzer. ...Hileli ve yalan vâde gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak görünür." (1056-1058, M6)
Katliamların tüm insanlığı büyük acılarla karşı karşıya bıraktığı dönemlerde edindiği/edineceği mal, mülk, şan ve şöhretten dolayı kendini başarılı, akıllı insan görme kolaycılığına kapılmak, "Ahmaklar baş oldular da akıllılar başlarını kilime çektiler!" (1452, M4) toplumsal sorunlarla ilgilenmemek, toplumsal yaşama sırt çevirmek, "Topluluktan bir an bile ayrılmak bil ki Şeytan'ın hilesinden ibarettir." (2166, M2) katliamları oluşturan çarklarla yüzleşmemek, bunların dua ve ibadet ederek çözüleceğine inanmak, toplumu inandırmaya çalışmak, "Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir? Bu, şeraitte görülmüş bir şey mi? Ya paranla alarak bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar, yahut vasiyet eder, yahut da gönlünden kopar, sana verir. Bu çeşit bir şey olmadıkça bir şeye sahip olamazsın ki." (2328-2329, M3) kafir olarak yaftalananların katledilmesi gerektiğini dayatan toplumsal bakışın etkisinde kalmak, katliamları durdurma mücadelesine girişmemek, katliamları olumlamaya eşdeğerdir. "Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir." (943, M1)
Dini, dili, ırkı, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların kendisi gibi Tanrı'nın kulu olduğunun, onlarla kurduğu iletişimde hem onları hem kendini, hem de Tanrı'yı daha iyi tanıyacağının bilincine eremeyenler, onlara bırakın hizmet etmeyi, onlarla iletişim kurmayı reddedenler,"Âdem'e secde edin diye ses gelip durmada. Âdem'seniz bir an olsun kendinizi görün!" (2264, M6) namaz kılmanın, zekât vermenin, oruç tutmanın önemini kavrayamamış, "Dışta olan namaz, oruç ve sair ibadetler, içteki nura tanıktır. Bu namaz, oruç ve savaş da inanışa tanıktır. Bu zekat, hediye, bu hasedi bırakma da kendi sırrından haber vermedir." (183-184, M5) yumurtanın kabuktan ibaret olduğu yanılgısına kapılmış, yumurtanın içinde bir canlı barındığının farkına varamamış, ibadetin özünü kavrayamamışlardır. "Namaz yumurtasından civcivi çıkarmaya bak!... Yoksa tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi boş yere başvurup durma." (2175, M3)
Hac ibadetinin asıl anlamının, kendini biçimlendiren dinsel, mezhepsel ön yargılardan arınmak, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan onlarla iletişim kurmak,"Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Onun şekline rengine bakma; azmine ve maksadına bak. Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de." (2894-2896, M1) ordaki insanların gönlüne girmek, gönlünde kalmak olduğunu kavramayanlar, orada taş ve topraktan başka bir şey görememişlerdir. "Eğer senin gönlün varsa, gönül kabesini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kabe'nin manası gönüldür! Cenab-ı Hakk, görünen ve bilinen suret kabesini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül kabesi elde edesin diye sana farz kılmıştır! " (3104, DK6)
Kabe'ye gidebilmek amacıyla Hac yolunda büyük özverilere katlananların, zekât verme ibadetini yerine getirebilmek için cami inşa edenlerin, adeta ibadet edilen camiyi kutsamaları, Hak ve hakikati öğrenme konusunda hiçbir çaba göstermemeleri, "Bu halk, Allah için paralar verir, yüzlerce hayrın temelini atar, mescitler yaparlar. Sarhoş âşıklar gibi uzun bir yol olan Hacca giderler, seve seve canları ile, malları ile oynarlar. Hiç o evde kimse yok derler mi? Ev sahibi, ev içinde gizlenen cana benzer." (862-864, M6) camide namaz kılanları incitmeleri, bireysel özelliklerinden dolayı onlarla alay etmeleri, incittikleri insanların da Tanrı tarafından yaratıldığının farkına varamadıklarının, onları Tanrı'nın bir kulu olarak göremediklerinin bir göstergesidir. "Ahmaklar, mescide… hürmet gösterirken, secde edenin kalbini kırmaya çalışırlar. Gerçekteyse ey aptallar; o mecaz, bu hakikattir." (39-41, M2)
Cennet ve Cehennem
Din, dil, ırk ayrımı yapmadan nimetlerini bütün insanlara sunan Tanrı, yer- ve gökyüzünü, evreni zaten cennet olarak yaratmıştır. "Ben cihanı nimetlerle dopdolu görüyorum... sular kaynaklardan coşup akmada...Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum. Her cüzün, bana bir cennet göründü." (1089, M6) Sevap, günah, ibadet gibi kavramların göreceli olduğuna, zamandan zamana, toplumdan topluma değişkenlik gösterebileceğine, haram, günah diye yasaklanan düşüncelerin farklı zamanlarda, farklı toplumlarda ibadet, sevap olarak yorumlanabileceğine, yöneticilerin bu kavramları saltanatlarını sürdürmek, çıkarlarını korumak, halkı uyutmak, amacıyla kötüye kullandıklarına, katliam üreten toplumsal koşulların ancak devlet aygıtının sevap olarak yorumladığı eylemlerin günah, günah olarak yorumladığı eylemlerin sevap olarak değerlendirilmesiyle cennete dönüştürülebileceğine, "Tanrı ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Çünkü günah ve suç ibadet olmuştur." (3835- 3836, M1)cennet ve cehennemin mekân olarak tasarlanmadığına vurgu yapan Mevlana, cennet ve cehennemi bireyin hayatta gerçekleştirmeyi amaçladığı ya da gerçekleştirdiği eylemlerin ruhsal dünyasında oluşturduğu hissiyatı olarak yorumlar. "Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... orası amellerden, niyetlerden yapılmadır." (475, M4)
Cennet ve cehennem yaşamdan, bu dünyadan ayrı değildir. İnsan kendinin bazen cennette, bazen de cehennemde yaşadığını hisseder. Sevgi ve saygı temelinde şekillenen ilişkilerde hissedilen mutlu anlar cenneti, maddi değerlere bağlı kalmanın, nefsine, bencilliğine kapılmanın, gündelik yaşamda diğer insanları kendi emellerine ulaşabilmek amacıyla araç olarak kullanmanın, birbirlerini incitmenin, birbirlerine zarar vermenin neden olduğu mutsuz anlar cehennemi simgelemektedir. "O âlem, ne bu âlemin içindedir, ne dışında. Ne altında, ne üstünde. Ne bu âleme bitişiktir, ne bu âlemde ne ayrı. Neliksiz, niteliksiz bir âlemdir o âlem. Her an, o âlemden binlerce eser ve numune görünür." (2787- 2789, M5)
Nefsini dizginleyememek, bencilliğini kontrol edememek, maddi değerler peşinde koşmak, kendi dinini hakikat, diğer dinlere, mezheplere aidiyetleri olanları kafir olarak nitelemek, yaşamı cehenneme dönüştürmekte, "Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzüler daima küllün tabiatındadır." (1382, M1) öldükten sonra cennete gidebilmek amacıyla sevap kazanmak için çırpınıp durmak, cehenneme gitmemek için toplumsal yapıların günah olarak yorumladığı eylemlerden uzak durmak, sadece maddi değerlere odaklanmaya neden olmakta, Hak ve hakikati, aşkı kavramayı ise engellemektedir. "Şehvet peşinde koşanlara, bedenlere gönül verenlere aşktan pek söz açma! Çünkü onlar, korku ve ümit arasında yaşamakta, sevap ve günah hesabıyla uğraşmaktadırlar." (313, DK1)
Yaşanmakta olan kıyametle, katliamlarla, yüzleşmeden, kopacağına inanılan kıyametten korkmanın, "Sen bugünkü kıyameti gör de, yarınki kıyameti hiç sorma!" (1208, DK3) bireysel sorunların, katliam üreten toplumsal koşulların dua ve ibadet ederek çözüleceğine inanmanın, hiçbir anlamı olmadığını belirten Mevlana, "Ey bahtlı kişi! Kuru duayı bırak….Ağaç mı istiyorsun, tohum ekmelisin." (1187, M1) katliam üreten toplumsal koşullarla hesaplaşmayı, "Şekilden geç, mânâya ulaş!.. Ne güzel ibadet ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor; fakat bir parçacık bile tat yok. İbadet kabuktan ibaret, içi yok; cevizler çok, ama içleri boş. İbadetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için iç gerek! İçsiz tohum fidan olur mu?"(3394-3397, M2) olumsuz toplumsal koşullarda bireysel sorumluluk aramayı, daha insancıl, daha barışçıl bir toplumsal yaşam kurabilecek söylemi dolaşıma sokma, daha barışçıl toplumsal koşullar oluşturma mücadelesine girmeyi, ibadetin özü olarak yorumlar. "Bostan ekmek arazdır, bostanda biten mahsul cevheridir. zaten maksat da budur. Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir. ...Şu halde 'ben ibadette bulundum' deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme. Köle dedi ki: 'Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir. Padişahım, araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı; iş bâtıl olur, sözler manâsız bir hale gelirdi. Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp haşrolur. Her şey, neye lâyıksa o şekle tebeddül eder.' " (953- 961, M2)
Yaşamda kalmaktan, yaşamını sürdürmekten başka amacı olmayan, katliamlara seyirci kalan halkın değer yargılarından uzaklaşmak, "Halkın yelinden, nefesinden bedenini ört. Onların havaları, kış rüzgârlarından da soğuktur. Örtün, bürün de burnuna girmesin. Onlar, cansız, donmuş kişilerdir." (88-89, M6) savaşları kazanan padişahları, komutanları kahramanlaştıran halkın dolaşımda tuttuğu cihat söylemine katılmamak, "...bu halkın sohbetini de tûfan say. ... akrabalarından daha fazla sakın." (2225-2226, M6) yeryüzünü cehenneme çeviren din yorumlarının etkisinde kalmamak, "Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir." (577, M3) kâfir oldukları gerekçesiyle katledilmesi gerekenler olarak yaftalanları yaşatma mücadelesine girmek, "Senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. Böylece o düşman senin dostun olur." yoksulların, hor görülenlerin yaşama tutunmasını destek vermek, "Yoksullara ihsanda bulundun, zekât verdin, elinle bir hayırda bulundun mu o âlemde bu hayır, ağaçlık, çayırlık, çimenlik olur. Sabır suyun, cennetteki nehirler… cennetin süt ırmağı, sevgin, aşkındır." (3460-3461, M3) ötekileştirilene karşı hissedilen ön yargılardan arınmanın kendi mutluluğunu sağlayacağının, kendi yaşam sevincini arttıracağının bilincine varmak, "Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun. İşte o sevinç cennetin ta kendisidir. Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir. Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Düşmanları andığın vakit, için, dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir." din, dil, mezhep, ırk ayrımı gözetmeksizin bütün insanları sevmeyi ibadet olarak yorumlamak, "Namaz ve yol gösteren ibadet beş vakit olarak farz edildi. Fakat aşıklar daima namazdadır." (1669, M6) cehennem haline getirilen yeryüzünü yeniden cennete dönüştürecek, daha insancıl, daha barışçıl bir Tanrı inancının ete kemiğe bürünmesine, yaşamla buluşmasına katkı sağlayacaktır. "Zorla, yahut sevaba girmek için değil de bu razılık, kendiliğinden meydana gelir, .... Yaşarsa Tanrı için yaşar, mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Tanrı için ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, onun dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir." (1907-1912, M3)
Bireysel ve Toplumsal Yaşamın Kurucusu Sözdür
Ateş gibi gözle görülebilen somut varlıkların algılanması bile, dile getirilmesine bağlıdır. Dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların barış ve huzur içinde yaşayabilmesini sağlayabilecek bir Tanrı inancı inşa etmek, katliamları durdurabilmenin, evrensel barışı kurabilmenin ön koşuludur. "Ateşin varlığını sözle bildin, …" (860, M2)
Yaşamda söylenilen sözlerin, gerçekleştirilen eylemlerin gelecekte daha güzel bir hayatın kurulmasına, "Şeriatın canı da âriftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş zamanlardaki zâhitliğin mahsulüdür. Zâhitlik, ekmeye çalışmaktır. Marifet de o ekilenin bitmesidir. Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. " (2092-2094, M6) dini, dili, mezhebi farklı toplumların aydınlanmasına, adalet, huzur ve refah içinde yaşamasına katkı sağlayabileceğine, "Senin sözünle yüz binlerce kişinin can gözü açıldı, gayb âlemine hazırlandı." (2500, M3) ölümlü/fani bedenin varoluşunu inşa edeceğine, öldükten sonra daha önce yaşadığını, varolduğunu kanıtlayacağına inanmak ise, iman etmenin temelidir. "İm'an ne demektir? Kaynaktan su akıtmak. Bedenden can gitti mi o cana 'giden revan' derler. Canı beden bağından çözüp kurtararak çayırlığa, çimenliğe salıveren hakîm. Hayatla ruhu ayırt etmek için ona bu iki lâkabı taktı." (2187- 2189, M6)
Katliamların durdurulmasına, daha barışçıl toplumsal koşulların oluşmasına katkı sağlamayı düşünen birey, barış söyleminin inşa edilmesinin de, dolaşıma girmesinin de zannedildiği kadar kolay olmadığının, bunun ancak kuşaklar boyu sürecek mücadelelerle gerçekleşeceğinin, "Bu âlem de daimî olarak doğurur, o âlem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana getirir. Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep haline gelir. Bu sebepler, nesilden nesile yürür gider. Fakat görmek için adamakıllı aydın bir göz lâzım dedi" dedi." (1000-1002, M2) yeryüzünün farklı mekânlarında yaşamakta olan toplumların barış içinde yaşamasına hizmet eden eylemlerinin ve düşüncelerinin kendisine döneceğinin, bedenini ebedileştireceğinin bilincinde olması gerekir. "Fakat o suretler, gayp âleminde doğarlar. …Kendine gel de her eşe hemen sevinme. Vaktini bekle. O zürriyetlerin sana ulaşacağından emin ol. Onlar, amelden ve sebeplerden doğmuşlardır. Her birinin sözü vardır, mekânı vardır." (3895-3898, M5)
Toplumlar arasında pompalanan düşmanlık düşüncelerine kapılmayı, kendi dininden, mezhebinden, ırkından olmayanlardan nefret etmeyi, "Şeytan sıfatı olan kin, ona çattı, sataştı! Hiddetin, kinin yapılıp düzüldüğü tezgâh oldu... bil ki kin, sapıklığın, kâfirliğin temelidir!" (110-115, M4) dinleri, ırkları, mezhepleri kendine benzemeyenlere aşağılayıcı, küçümseyici gözlerle bakmayı, "Kafirler gözlerini işin içine atmadılar da o yüzden deriyi iç sandılar." (1949, M5) katliamları oluşturan nedenleri gördüğü halde, yaptırım uygulanacağı korkusuyla, gördüklerini, bildiklerini kamusal alanda dile getirmemeyi, Tanrı inancını kandan beslenenlerin iktidarda kalabilmesine katkı sağlayabilecek düşünce sistemi olarak yorumlamayı kafirlik olarak değerlendiren Mevlana, "Ben, Hakk aşığı olduğum için şu dünyada gizliyi sezersem, tanırsam, bilirsem, durumu açığa vuramadığım için bana 'aşk mümini' deme, 'kafir' de!" (1968, DK4) katliamlardan perişan olmuşların sesine kulak vermeyi, onların ayağa kalkmalarına, yaşama tutunmalarına, sarılmalarına katkı sağlayabilecek düşünceleri dile getirmeyi, eylemlerde bulunmayı ibadet, zekat olarak yorumlar. "Şimdi sen de kulağını gafletten temizle de o dertlinin ayrılık derdini dinle. Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekâttır. Gönül hastalarının dertlerini dinler, yüce canın su ve toprak ihtiyacını anlarsan, bu bir zekâttır."(482-484, M3)
Katliam üreten toplumsal yapıların, doğal olaylar gibi, olması gereken, değiştirilemez, kader, tartışılamaz, sorgulanamaz, Tanrı buyruğu olarak yorumlanması bireyleri putperestliğe, taklitçiliğe, mahkum etmektedir. "Surette kalırsan putperestsin."(2893, M1) Yaşamın, toplumsal olayların dinsel, dilsel, mezhepsel aidiyetlere göre algılanmasına neden olan toplumsal bakış, "Sen göz usturlabı ile bakıp gördükçe alemi pek dar görürüsün." (1905, M5) savaşların arkasında tezgahlanan oyunların gün ışığına çıkmasını engelleyen en önemli etkendir. "Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy: bir şey görebilir misin? İnsaf et! Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom nefsin parmağında. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör." (1401-1403, M1)
Devlet yönetimini elinde bulunduran güçler, iyi, kötü, sevap, günah, iman edenler, kafirler gibi kavramları kullanarak dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanların katledilmesi gerektiğini iddia eden cihat söylemini dolaşımda tutarak, oyunlar sahneye koyabilmekte, toplumun gözünü bağlayabilmekte, savaşlar çıkartabilmekte, ganimetler elde edebilmekte, uzun yıllar toplumları diledikleri gibi sömürebilmektedir. "Bu iyi ve kötü dünyası, gayp âlemi haline gelsin, iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir. ....Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydana bulunsaydı küfür ve iman, apaçık meydana çıkar, alında yazılırdı. O takdirde nasıl olurdu da bu âlemde put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur da kimsenin kimseyle alay etmeye mecali kalırdı?" (983-987, M2)
Oynanan oyunlar, ancak katliam üreten inanç sistemlerinin, din yorumlarının sorgulanmasıyla, perde arkasındaki yönetmenlerin, yazarların ve oyuncuların gerçek amaçlarının gözler önüne serilmesiyle, barış düşüncesinin toplumsal bilince ulaşmasıyla, gündelik yaşamın bir parçası olarak duyumsanmasıyla bozulabilecektir. "Bu oyunu, o gizli oyunu oynamak için, onu da diğer bir oyun için... nihayet o oyunu da bir başka oyun için oynarlar. Gözünü böylece etraftan ileriye çevir de ta karşındakini mat edip oyunu kazanıncaya dek ne oyunlar oynayacaksan hepsini gör. Merdiven basamaklarına çıkmak için önce birincisine, sonra ikincisine basmak lazım. ikincisi de bil ki üçüncüsüne çıkmak için kurulmuştur... böyle, böyle merdivenin son basamağına çıkar dama varırsın." (2890-2893, M4)
Sadece bir avuç insanın servetlerine servet, mülklerine mülk, güçlerine güç, şöhretlerine şöhret katan, Tanrı adına yapıldığı süsü verilen savaşların arkasında dönen kirli oyunları, katliamlardan çıkar sağlayan güç ve makam sahiplerinin kirli emellerini, perde arkasındaki gerçekleri gün ışığına çıkarmak, "Söz söylemek kabiliyeti ayıbı açar; gayb perdelerini yırtar."(3609, M1) mevcut din anlayışlarını al aşağı etmek, dini, dili, mezhebi farklı olduğu gerekçesiyle katledilmek istenen insanların Tanrı'nın kulları, Tanrı inancının tüm insanları sevmek, onların yaşama tutunmasına katkı sağlamak olduğunu haykırmak, "Can padişahının aşkıyla, putları kır, dök de onları yapanı, onları nakş edeni apaçık gör!" (2931, DK6) insanlığın aydınlanmasına, barışın kurulmasına hizmet edecek "define" kadar değerli veriler sağlayacaktır. "Gül dikenden meydana gelmiştir, diken de gülden... böyle olduğu halde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse (bil ki bu) Ya hakikatta savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır; Yahut ne savaş ne hikmet...Hayretten ibarettir. Bu, viraneliktir, içinde define aramak gerek." (2472-2480, M1)
Cihat söyleminin meşru görüldüğü toplumlarda bireylerin katliamları gündelik yaşamın parçası olarak deneyimlediklerini, barış söyleminin egemen olduğu toplumların ise huzur, güven ve refah içinde bir yaşam sürdürdüklerini, "Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir." (265-266, M3) Tanrı inancının asla katliamların gerekçesi olarak meşrulaştırılamayacağını, insan doğasının barış söylemine daha yatkın olduğunu, peygamberlerin şiddet kullanmayı reddettiklerini, düşünceleriyle daha barışçıl, daha insancıl bir dünya kurma mücadelesi verdiklerini, cihat söyleminin insanlığa büyük felaketler yaşattığını belirten Mevlana, "Canlar aslen İsâ nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem olurlar." (1598-1599, M1) Hz. Muhammed'in, cehenneme dönüşen dünyayı ancak barışı inşa edebilecek bir Tanrı yorumunun cennnete dönüştürülebileceğini aktardığına vurgu yapar. "Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder… benim sözüm de sihir ama onun sihrini defeder' der! ..."O güzel yiğit, o Peygamber 'Sözde sihir hassası var' dedi, doğru da söyledi." (4077-4079, M3)
Devletin etkin kademelerindeki dinsel, mezhepsel aidiyetlerini önceleyenleri deli, "Onun canı delidir, teni de elindeki kılıçtır... o çirkin huylunun elindeki kılıcı al!"(1440, M4) düşüncelerin özgürce dile getirilebileceği, Hak ve hakikatin öğrenilebileceği iletişim ortamlarını ortadan kaldıranları, dayatmacı anlayışın toplumsal yapıları şekillendirmesine neden olanları ise şeytan olarak niteleyen Mevlana, "Kim seni haktan, hakikatten soğutursa bil ki Şeytan o adamın içindedir. Derisinin altında gizlenmiştir." (639, M2) doğal yaşamda da iyilerle kötüler arasında kıyasıya bir mücadele sergilendiğini vurgulayarak, "Bütün çiçekler barış taraftan, barış istemede; fakat kötü huylu diken kılıcını çekmiş, savaşa hazırlanmada!" (1961, DK4) katliamlara karşı sessiz kalmamayı, katliamların sona ermesine, toplumsal aydınlanmanın gerçekleşebileceği iletişim ortamlarının oluşmasına bireysel katkı sağlamayı, "Ağyarın başına kılıç kesil; kendine gel; tilkilik etme, aslan ol. Ki dostlar gayretleri yüzünden senden kesilmesinler! Çünkü o dikenler, bu güle düşmandır." (125- 126,M2) hem insan olmanın, hem de Tanrı inancının gereği olarak değerlendirir. "Penceresi olmayan ev cehennemdir. Ey kul, dinin aslı pencere açmıştır."(2404, M3)
Savaşa o kadar karşıdır ki, savaş alanlarında insanları katletmeye yarayabilecek tüm araç ve gereçlerin, bu sopa dahi olsa, yok edilmesini önerir. "Sopa, mademki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!" (2137, M1) Savaşları durdurmayı sağlayabilecek en etkili mücadele, kafir olarak damgalananları katletmeyi Tanrı buyruğu olarak yorumlayan, "Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harap eder, her tarafı yıkar."(1743, M1) Hak ve hakikatin ortaya çıkmasına engel olan devlet aygıtının tekelinde bulundurduğu dayatmacı "bilgi üretimini" "Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir. Savaş delilerin ellerindeki kılıçları alsınlar diye müminlere farz olmuştur."(1338-1340, M4) tüm insanlığı yok edebilecek silaha dönüşen din yorumunu, "Sana zulmeden mahluk, hakikatte bir alete benzer." (1683, M5) ve cihat söylemini etkisiz hale getirmek, "Delinin elinden silahı al da adalet ve barış, senden razı olsun!"(1434, M4) bencilliğinin, ihtiraslarının kurbanı olan idarecilerin çıkarttıkları kirli savaşlara katılmamak ve barış söylemini dolaşıma sokma mücadelesi vermektir. "Kendindeki şu müthiş savaşa bak. Başkalarının savaşı ile ne meşgul olup durursun? ... Savaşların aslı, barışlardır." (54-59, M6)
Bireysel gelişimin ancak söz söyleme becerilerini arttırarak gerçekleşebileceğini, "Söz söylemeden yücelik aramayın..."(3316, M4) Hak ve hakikatin üzerini örten perdelerin ancak söz söylemekle aralanabileceğini belirten Mevlana, "Sırrı atıp ortaya koyamazsan kabuklarını anlat, onunla anlayışları tazele!"(19, M5) Tanrı'nın ebedi yaşamda toplumsal koşulların kutsadığı altının, paranın hiçbir önemi olmadığını, ebedi yaşamda bedenlerini var etmek, diriltmek, diri tutmak isteyenlere, şiddetin, dayatmanın sökemeyeceği gönüle girmelerini, orda kalmalarını aktardığını, "Allah'ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenab-ı Hakk; 'Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!' diye buyurur!" (3104, DK6) bedenini Hak ve hakikati, evrensel barışı, aşkı anlatabilecek zerrelere -sözlere, harflere, cümlelere, hikâyelere, eserlere- dönüştürmenin, "Güneşi bırak da zerre ol!" (413, M5) bugünün dünyasında da, gelecekte de savaşları engelleyeceğini, barışı inşa etmeye hizmet edeceğini, "Bu ekmenin canı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir. Doğruluğu emretmek de odur, doğruluk da o. Bu günümüzün de padişahıdır, yarınımızın da." (2092-2094, M6) aynı zamanda toprak altında kalan bedenin daha önce yaşamış olduğunu kanıtlayacağını, "Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin...Bu duyduğun âbıhayattır, afiyet olsun! Bu söze söz deme, âbıhayat de." (2595-2596, M1) Hak ve hakikati şiddet kullanmaksızın düşünceleriyle anlatan peygamberlerin katliamları durdurma, evrensel barışı dolaşıma sokma ve yeryüzünde barışı kurma mücadelesi verdiklerini, dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı bütün insanları Allah'ın kulu olarak gördüklerini, hiçbir ayrım yapmadan onları sevdiklerini belirtir. "Onun huyu bu değil, onun huyu, ulu Allah'ın huyu. Savaşlara da bak. O savaşlar, barışların asılları. Allah uğrunda savaşan Peygamber gibi hani." (63-64, M6)
Tanrı inancını dini ve mezhebi farklı insanların bedenlerini silahlarla parçalara ayırmak olarak yorumlayanları, kendi aklıyla hareket edemeyen sarhoşlar olarak değerlendiren Mevlana, kâfir olarak yaftalananları katletmek amacıyla bir avuç insanın çıkarlarına hizmet eden savaşlara katılanların, asıl savaş olan barışı inşa etmede tek bir söz bile söyleyemediklerini, "Sarhoşlar, savaş lâfına kalkıştılar mı ağızlarından köpük saçarlar ama savaş kızışınca köpük gibi kalırlar, hiçbir işe yaramazlar. Bu çeşit adamın kılıcı savaş sözü olunca, uzar. Asıl savaştaysa soğan gibi kat, kat kınlara gömülür! Savaşı düşündüğü zaman gönlü, yaraları arar, saflara dalar, erlikler gösterir. Savaş zamanındaysa bucak bucak kaçar?" (4005-4007, M2) asıl kahramanlığın, çıkartılan savaşlarda bedenini başkaları için feda etmek değil, uygulanabilecek tüm yaptırımları göze alarak bu kirli savaşlara katılmamak, savaşlara gönüllü olarak katılan halkın tuzağa düşürüldüğünü kamusal alanda dile getirmek, "Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha lâyık mı, degil mi? Bir anla da sonra gönder! Bir bucağa git, mektubu aç, oku... bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara lâyık olan sözler? Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz! Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü! Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi degil!" (1564-1568, M4) dini, dili, mezhebi farklı tüm insanları, peygamberlerin dile getirdikleri düşünceleri, Tanrı'nın yazdığı bir mektup, O'nun evrensel barışı, aşkı anlatan hikâyesi, sanat eseri olarak yorumlamak olduğunu belirtir. "Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız! Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır. ... halbuki sen gönül mektubunun metnini sına!" (1569-1572, M4)
Varoluş
Yok olmaya mahkum bedenin varoluşunu inşa edebilmek, sadece savaşların gündelik yaşamı belirlediği dönemlerde değil, barışın egemen olduğu toplumsal koşullarda bile oldukça zor ve çetin mücadeleler sonucunda gerçekleştirilebilecek bir hedeftir. "Ben iyiyle, kötüyle kavga edemem; kavga ile işim yok! Savaşmak şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte."(2392, M1) Taşın dahi kırılarak, yontularak istenilen şekle bürenebileceğini belirten Mevlana, "Taş taşlıktan fani olmadıkça yüzüğe takılır mı?" (1945, M5) savaş alanlarında yöneticilerin çıkarları uğruna ölmeye hazır hale getirilen, adeta taşa dönüştürülen bireyin, "Hem hala taşsın, hem de ben diyor, varlık güdüyorsun." (1946, M5) Tanrı'nın bütün özelliklerini kendi bedeninde barındırdığının, evrenin tüm gizemlerini ortaya çıkarabileceğinin, Tanrı'yı görebileceğinin, Tanrı katına çıkabileceğinin bilincine varması halinde, "Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz." (667, M6) yeryüzünü cennete dönüştürebilecek, tüm insanlığın beklentilerini karşılayabilecek düşünceleri insancıl ve barışçıl bir şekilde dile getirebileceğini belirtir. "A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam değilsin ki. Sen bir âlemsin, sen bir derin denizsin. O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce âlem, o denize dalar gark olup gider." (1302- 1303, M3)
Tanrı'yı, aşkı anlama ve anlatma çabalarıyla birlikte yürüyecek olan bedenin varoluşunu inşa etme mücadelesi, toplumsal değerlere eklemlenerek, alışkanlıklarının rahat kollarında, köşklerde, saraylarda yaşayarak değil, toplumsal koşullardan kaynaklanabilecek olumsuz etkilere kapılmadan, hiçbir toplumsal destek beklemeden sadece kendi yapabileceklerine odaklanmayı, "Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir. İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini, gör." (262-263, M2) kendi iç dinamiklerini, bilgi ve donanımını harekete geçirmeyi, "Lezzet dışarıdan gelmez içten gelir. Bunu böyle bil. Köşkleri kaleleri aramayı ahmaklık say. ...Köşk bir şey değildir. Bedenini yık. Define yıkık yerdedir a benim beyim." (3422-3424, M6) edinilen deneyimlerden, alışkanlıklardan kopabilmeyi, yaptığını yeniden bozmayı, ardından yeniden inşa etmeyi, özgürlüğünü, özgünlüğünü, yaratıcılığını sergilemeyi kapsayan, yaşam boyu kesintisiz devam edecek süreçler bütünüdür. "Ev suretlerle dolu ama yık onu. Yık da defineyi bul sonra yine yap." (3424, M6)
Güç sahiplerinin kendilerini eleştirenleri yok edebilecek yaptırımlar, cezalar uygulayacaklarını bilmelerine, "Sebeplerin de başka sebepleri var. Sebebe bakma da asıl ona bak! Peygamberler, sebepleri gidermek için geldiler. Mucizelerini ta Zuhal yıldızına ulaştırdılar. Sebep ve vesilesiz denizi böldüler, ekmeksizin buğday yığınını buldular. Çalışmaları yüzünden kum taneleri un olurdu. Keçinin yünlerini çektiler mi ellerinde ibrişim olurdu." (2517-2519, M3) devleti yönetenlerin oldukça güçlü silahlara, donanımlı ordulara, kendilerine körü körüne bağlı yöneticilere sahip olduğunu farkında olmalarına rağmen, Hak ve hakikati, sadece düşünceleriyle şiddet kullanmadan anlatan, toplumsal koşulları barışçıl, insancıl ve özgürlükçü bir anlayışla dönüştürme mücadelesi sergileyen peygamberler, "Mevlâ kimdir? Seni azadeden, ayağındaki kulluk prangasını çözüp atan! Hürlük yolunu gösteren peygamberliktir. Müminler, peygamberlerden azatlık bulurlar. Ey inananlar, sevinin. Selvi gibi, süsen gibi hür olun." (4540-4542, M6) asla ümitsizliğie kapılmamış, tüm dünyaya meydan okumaktan korkmamış, "Her peygamberin dünyada yüzü pektir, bir tek binici olduğu halde padişahların ordularına saldırır, onları ezer, bozar! Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz; bu yüzden de hiçbir şeyden yüz çevirmez… tek başına bütün dünyayı mağlûp eder."(4141- 4142, M3) düşünceleriyle karanlıkları aydınlatacaklarından, mücadelelerinin zaferle sonuçlanacağından, dayatmacı toplumsal yapıları dize getireceklerinden, son derece emindirler. "Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi düşmanı yakar, perdeleri yırtar." (4140, M3)
Hak ve hakikati şiddet kullanarak anlatma yöntemine ilkesel olarak karşı çıkan İsa peygamber, savaşlardan uzaklaşmayı, ölmeden önce bedenine Hak ve hakikat yazılımını yüklemeyi, bedeninin varoluşunu inşa etmeyi, ebediyete kadar Hak ve hakikati anlatmayı yeğlemiştir. "İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı." (2789, M1) Hz. Muhammed ise, namaz kılmanın, bencillik duygusundan uzaklaşmak, ebedi varlık Tanrı'ya yakınlaşmak, "Nitekim secdenin karşılığı, Tanrı'ya yakın olmaktır. Tanrımız 'Secde et de yaklaş' dedi... bedenlerimizin secde etmesi, canlarımızın Tanrı'ya yaklaşmasına sebeptir." (10-11, M4) bedenin ürettiği düşüncelerin ebediyete kadar yaşamı biçimlendirecek olan Tanrı'nın varlığına eşlik edeceğine, yok olmaya mahkum bedenin varoluşunu inşa edeceğine, bedenin tanıklığını yapacağına inanmak anlamına geldiğini aktarmıştır. "Rukü ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır' dedi" (2048, M5)
Katliamların gündelik yaşamı belirlediği dönemlerde padişahların çıkarttıkları cihat savaşlarına katılmayan, düşüncelerini hikâyelerle anlatmayı, eserlere dönüştürmeyi amaçlayan Mevlana, "Mesnevi o kadar büyük ki kırk deve bile âciz olur, çekemez! El, kafirin aleyhine şahadette bulunur; Tanrı askeri olur, Tanrı'nın buyruğuna baş kor! Ey işte, güçte Tanrı'nın zıddına ders gösteren, kork... sen de Tanrı askerleri arasındasın. Cüz'ünün cüz'ü bile ona uymuştur, onun askeridir. Şimdi nifak yüzünden sana muti görünür!" (790-793, M4) bedeninin hikâyeye, masala dönüşeceğinden, hayatının hikâye olacağından, "Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gitti. Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti." (1147-1148, M3) bedeni toprak altında kalsa bile, ürettiği eserler hakkında yazılar yazılacağından, hikâyelerinin geleceğin düşünce dünyasını biçimlendireceğinden, "Hem söz söylüyorum, hem de susmadayım, hem de susarak, ağızsız, dilsiz olarak konuşanların yazı tahtasıyım." (1598, DK3) toplumları savaşlara sokanların, insan bedeninden güç, mal, mülk devşirenlerin, emellerine ulaşmalarına engel olacağından, "Her kimde daha çok peri huyu varsa, hemen onu yakalar, şişeye kapatırım. Ona bir efsun okurum, keskin kılıcımı sallaya sallaya onu korkuturum."(1466, DK3) düşüncelerinin Tanrı'nın ebedi varlığına eşlik edeceğinden, okurlarına evrensel barışı, Hak ve hakikati ebediyete kadar anlatacağından emindir. "Fakat güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan, hesaptan dışarıdır. Zerrenin kendisi de, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır. Onun kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? 'Biz Allah'a dönenleriz' sırrından." (40-42, M6)
Ahiret Yaşamaya Devam Edecek Bedenlerdedir
Ezelden beri işleyen ve ebediyete kadar işleyecek olan ilahi/doğal yasalar bedene sillesini vuracak, bedenin toprağın üstündeki hareket kabiliyetine son verecek, fani/ölümlü beden toprağın altına girecektir. Yaşamında edindiği mal, mülk, şan, şöhret, sahip olduğu askerler, hizmetçiler toprağın altında kalmaya mahkum olan beden için hiçbir değer ifade etmeyecek, yerin altında emirleriyle yeri göğü inletemeyecek, cezalarla kimseyi korkutamayacak, zorbalıkla, silahla, malıyla, mülküyle saltanat sürdüremeyecektir. Fakat yaşam sadece toprağın altındaki ölümlü beden için sona ermiştir. Beden toprağın altında kalmaya mahkum olduğu andan itibaren, yeryüzünde ağaçlar meyve vermeye, testiler dolmaya, ebedi yaşam akmaya, sözler söylenmeye devam etmektedir. "Bilseniz ahiret, ebedî hayat yurdudur" âyetinin tefsiri. Yani o âlemin kapısı, duvarı, suyu, testisi, meyvası, ağacı hep diridir. Söz söyler ve söz duyar." (3591, M5)
Tüm canlı ve cansız varlıkların yaşamı oluşturmak, sürdürmek adına her daim değişim, dönüşüm ve birbirleriyle etkileşim halinde bulunduklarına, ölümlü bedenlerin kendilerini hareket ettiren, yaşamda tutan Can'ı ölmeden önce diğer bedenlere aktarmakla, ebedi yaşamın diğer bedenlerde sürmesine aracılık ettiklerine, ebedi yaşamın toprak üstünde yaşamaya devam edecek bedenlerle sağlandığına dikkat çeken Mevlana, "Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimîlik gösterir."(1145, M1) ahiretin -bedenin toprağa girmesinden sonraki yaşamın- yanlış yorumlandığını, yaşamda gerçekleştirilen eylemlerin, dile getirilen düşüncelerin, üretilen sanat eserlerinin, gelecek kuşakların yaşamlarını şekillendirebilme gücüne sahip olduğunu, "Mahşerde her arazın bir sureti vardır, her araz suretinin de bir nöbeti. " (963, M2) toprak altına girmeye mahkum bedenin yaşamında ürettiği bilgi gelecek kuşaklar tarafından alımlandıkça, "kokmama", "eskimeme", "sararmama", "dirilme", "diri kalma" özelliğine bürünerek yaşamı şekillendirmeyi sürdüreceğini, daha önce yaşamış olduğunu kanıtlayacağını, yorumlandıkça, güncelliğini korudukça, diriliğini devam ettireceğini, "Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne eskir, ne de sararır! Kaynağın yolu bağlı ise ne gam! Çünkü o anbean ev içinden coşup durmaktadır! Tahsil ile elde edilen akıl, ırmaklara benzer... o, şuradan buradan çıkar, evlere gider. Yolu kapandı mı çaresiz kalır, akmaz! Sen, çeşmeyi gönlünde ara." (1965-1968, M4) buna karşın yaşamı biçimlendiren en önemli gücün düşünce olduğunun fakına varamayan, yaşamında maddi değerlere odaklanan bedenlerin toprağın altına girdikten sonra, gelecek kuşaklar tarafından daha önce yaşamış olduğunun fark edilmesinin, isimlerin anılmasının, bedenlerinin dirilmesinin, varoluşunu sürdürebilmelerinin mümkün olamayacağını belirtir. "Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra amel gelir. Bu suretle de amel, bir müddet mühletten, yahut ecelden sonra gayda verir." (1055, M5)
Mevlana'ya göre, Hz. Muhammed ''Ölmeden Önce Ölmek'' hadisiyle yaşamın anlamının, ölüme mahkum bedenin varoluşunu sağlamak olduğunu özlü bir şekilde açıklığa kavuşturmuştur. ''Ölmeden önce ölmek'' yaşamdan elini ayağını çekerek ölümü beklemek, toplumsal sorunlardan kaçmak, dünyadan uzaklaşmak, yaşamdan kopmak değil, "Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl diliyle 'Mahşerden haşri soruyor' derdi. İşte onun için o güzel haberler veren peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün!"(754, M6) toprağın altında kalmaya, yok olmaya mahkum bedenin amel defterine, toprak üzerinde yaşamaya devam edecek gelecek kuşaklara Hak ve hakikati, adaleti, barışı anlatabilecek eylemleri, düşünceleri, buluşları yazılım olarak kaydetmeye odaklanmaktır. "Çünkü bilir ki bu ekim dünyası, mahşere hazırlanmak, ahirette burada ektiğini toplamak, devşirmek için yaratılmıştır."(2979, M4)
Gelecek kuşakların huzur, güven ve barış içinde yaşayabileceğini anlatabilecek eylemleri yaşamında gerçekleştiren, düşünceleri dile getiren beden, toprak altında kaldıktan yıllarca sonra bile, daha önce yaşamış olduğunun hatırlanacağını, "Mustafa Aleyhisselam'ın 'Sana, seninle beraber mezara gömülecek bir eş, bir arkadaş lazım. Sen, onunla gömülürsün, sen ölüsün ama o diridir. İyi ise sana iyilikte bulunur, kötüyse senden kurtuluşu giderir. Bu eş, bu arkadaş, senin yaptığın işlerdir. Elinden geldiği kadar işlerini iyileştir, iyi amelde bulun "hadisinin tefsiri.…Peygamber dedi ki: Bu yol için amelden daha vefalı bir arkadaş, bir yoldaş yoktur. Amelin, iyiyse sana ebediyen dost olur." (1050- 1053, M5) fakat yaşamlarında maddi değerleri edinmeye odaklanan beden toprak altında kalmaya başladıktan sonra, yeryüzünde devam edecek olan ebedi yaşamda onun eylemlerinden ve düşüncelerinden söz edilmesinin mümkün olmadığını Hz. Muhammed'in aktardığını belirten Mevlana, "Onun için Mustafa Aleyhisselâm 'Dünya bir leştir, onu isteyenler de köpeklerdir' buyurdu. ...O âlem, zerre zerre diridir. Her zerresi nükteden anlar, söz söyler. Onlar, ölü olan cihanda oturmaz, dinlenmezler." (3591-3593, M5) bedeninin fani/ölümlü olduğunun bilinciyle yaşamında ölümlü bedenlerine varoluşlarını inşa edebilecek eylemleri, bilgileri, düşünceleri yüklemeye odaklananların, toprağın üstünde yaşamaya devam edecek insanların yaşamlarını biçimlendireceklerini, diri kalacaklarını, maddi değerlerden, çıkar kavgalarından pay kapma derdine düşen, şan, şöhret, makam, mevki edinme peşinde koşan bedenlerin isimlerinin anılmalarının, daha önce yaşamış olduklarının farkına varılmasının söz konusu olamayacağını belirtir."Barışı arayanlar, huzur içinde yaşamak isteyenler, bu dünya hayatındaki savaşları bıraktılar, didinmekten vazgeçtiler. Adam olmayanlar ise, hayat mücadelesini devam ettirdiler, dünya nimetleri için çırpınıp durdular." (2961, DK6)
Bilgi Tanrısal Özellikler Taşır
Yeryüzünün dört bir tarafındaki peygamberlerin, yazarların, bilim insanlarının eserlerinde, kitaplarında kaydedilen bilgi "Tanrı nuru"dur, (1083,M2) "Tanrı yemeği"dir. (2898, M3) Yaşamın sürdüğü, kalplerin attığı her yerde, her noktada, her daim güncellenebilen, güncellendikçe hafızalara kazınan, her an yaşamı biçimlendiren, biçimlendirmeye devam edecek olan, kaşık, çatal, bıçak kullanmaksızın, boğazdan geçmeksizin, "boğazsız ve aletsiz"(1086, M2) tüketilen gıda olan Tanrı yemeği, -bilgi- dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı ne olursa olursun, bütün insanların emrine amadedir. "Akıl zaten ona derler ki Tanrı yaylasında yayılmış, Tanrı nimetlerini yemiş olsun... Utaritten gelen akla akıl demezler! Yemekten, içmekten ağzını yum, gök sofrasına koş. Her an ümidini gökyüzüne bağla... Sana anbean gökten su ve ateş gelip durmada, rızkını arttırmadadır."(1730-1732, M5)
Tüm canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle etkileşimini sağlayarak yaşamı oluşturan "Tanrı Aklı" bireyler ve toplumlar tarafından yorumlanarak binalar, yollar, şehirler, toplumlar, ülkeler oluşturulmakta, yaşam şekillenmektedir. "Allah'ım, senin lütfunla toprak beden olmuş. Topraktan yarattığın beden de düşünmeye, söz söylemeye başlamış. Sonra söz de, düşünce de gayb aleminde nice suretlere, şekillere gebe kalmış." (2281, DK5) Yaşamı oluşturan fiziksel ve kimyasal yasaları yorumlama ve hayata uygulama aşamasında bireylerin ve toplumların edindikleri bilgi ve deneyimler düşüncelere dönüşmeye, düşünceler yeniden değerlendirilerek yaşamı biçimlendirmeye devam eder. "Aman ya Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar yüz binlerce kervan gelip durmakta!" (1889, M1)
Düşüncenin eyleme, eylemin düşünceye, düşüncenin hikâyeye, hikâyenin yaşama dönüşmesi yeni yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına katkı sağlar. Değişen yaşam, yeni sanat eserlerinin oluşması, yeni hikâyelerin yazılması için gerekli verileri tüm insanlığa sunma konusunda hiç de cimri değildir. Göklerdeki güneş gibi tüm insanlığı aydınlatan, kitapların içinde muhafaza edilen bilgi, binaların, yolların, köprülerin, bireysel ve toplumsal yaşamın, devlet yapısının yeni biçimlere, şekillere bürünmesini sağlamakta, değişimini, dönüşümünü başlatmakta, devam ettirmekte, her an her yerde güncellenmekte, güncellendikçe yeniden kitaplara kaydedilmekte, insanlar tarafından yorumlanarak her daim çoğalmayı sürdürmektedir. "Kervan, daima göklerden gelmekte, alışverişte bulunup yine göklere gitmekte." (4191, M3)
İnsanları hayvanlardan ayıran en önemli özellik, insanların bilginin bireysel ve toplumsal yaşamı şekillendirdiğinin bilincinde olması, hayvanların yaşamlarının ise içgüdüleri tarafından belirlenmesi, hayvanların bilgiye ihtiyacı olmamasıdır. İnsan olabilmek, insan kalabilmek, kendi olabilmek, insanca yaşayabilmek, bilgi edinmeye, öğrenmeye değer verip vermemekle doğru orantılıdır. "Can, tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim, daha fazla haberdarsa daha ziyade canlıdır. Canımız hayvan canından daha üstündür, neden? Çünkü daha fazla biliyoruz." (3326-3327, M2)
Hz. Muhammed kendi dininin, mezhebinin, dilinin düşünce dünyasının sınırlarını aşmayı sağlayan kitaplara başvurmadan, varlığını ezelden ebediyete kadar yeryüzünün her noktasında sürdürecek olan Tanrı'nın kavranılmasının mümkün olamayacağını belirtmesine rağmen, "Tanrı, 'Tanrı kudreti ve gökten gelen vahiy olmadıkça size bu göklerden yücelere çıkacak bir delik yoktur' demiştir." (4514, M6) inananlar kolaycılığı tercih etmiş, bedensel gereksinimlere yarayan gıdalara yönelmiş, kendilerini kuşatan düşünce kalıplarına hapsolmuş, "İnsanın asıl gıdası Tanrı nurudur; ona hayvan gıdası lâyık değil!" (1083, M2) bilgi edinmeye değer vermemiş, Hak ve hakikati araştırmamış, dayatılan toplumsal bakışı sorgulama cesareti gösterememiş, bireysel ve toplumsal olarak gelişememişlerdir."Rızkınız gökyüzündedir" âyetini duymadın mı? Neden bu aşağılık yere saplanıp kaldın?" (1956, M2)
Hz. Muhammed oruç tutmayı bedeni besleyen gıdalara, maddi değerlere sırt çevirmek, Tanrı yemeğine, kitaplara yönelmek, bilgi edinmek olarak yorumlamış, bedenin dirilişinin bilgi dünyasından beslenmekle gerçekleşeceğine vurgu yapmış, "Dünyanın yağlı, ballı nimetlerini yemek tehlikelidir. Tanrı yemeğine mani olur. Nitekim Peygamber, 'Açlık, Tanrı yemeğidir. Onunla, yani açlıkla sözü doğruların bedenlerini diriltir' demiştir." (1743-1744, M5) Hak ve hakikatin ortaya çıkması için eserler üreten peygamberlerin, yazarların, bilim insanlarının hikâyelerini, masallarını, eserlerini okumanın, onlardan gıdalanmanın, "Ya Ali! Sen, Tanrı yolundakini bütün ibadetler içinde Tanrıya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibadete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı. Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın. Bu, senin için bütün ibadetlerden daha iyidir." (2595-2597, M1) hem namaz kılmaktan, hem oruç tutmaktan daha iyi bir eylem olduğunu aktarmıştır. "İyi şeyleri caiz gören o Peygamber, ne de güzel söyledi: Bir zerre aklın oruçtan da yeğdir, namazdan da." (454, M5)
Toplumların pek de değer vermediği, "masal, hikâye" deyip önemsizleştirdiği, tozlu raflarda kalmaya mahkum ettiği kitaplar, hikâyeler, masallar, sanat eserleri "Hani çocuklar masal söylerler ya… fakat masallarında nice sırlar, nice öğütler vardır. Görünüşte saçma şeyler söylerler ama sen onları masal sanma sakın…bütün viranelerde define aramaya koyul!"(2602-2603, M3) karanlık dönemlerde bireylerin ve toplumların aydınlanmasına katkı sağlamakta, tanrısal bilgi kaynağı olarak dolaşımda kalmakta, "Yüce güneş, can vere gelmiştir; her nefeste boşaldıkça (nurla) doldururlar. Ey mânevi güneş, can ver de eski cihana yenilik göster. İnsanın vücuduna akıl ve ruh, gayb âleminden akar su gibi gelmekte."(2220-2222, M1) yaşamın düşünceye, düşüncenin yaşama dönüşmesi aşamalarını kayıt altına alma, tüm insanların yaşamını değiştirme, dönüştürme, biçimlendirme işlevini ebediyete kadar yerine getirmektedir. "Sen Mesnevide ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir. Harfi söyleyen de, duyan da, hattâ harfler de, bu üçü de sonunda can olur. Ekmek veren, ekmek alan ve pak ekmek, suretlerden kurtulur, toprak olur. Fakat mânaları, yine birbirinden ayrı olarak ve daimî bir surette üç makamdadır." (70-74, M6)
Kendini ve toplumsal olayları kavrama yoluna çıkan birey, öğrenmenin, bilgilenmenin sonu gelmeyeceğinin, "Bilgi, uçsuz bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Bilgi dileyense, denizlerde dalgıçlık edene benzer. Bilgi dileyenin ömrü, binlerce yıl olsa yine araştırmadan vazgeçmez, bir türlü doymaz." (3381-3382, M6) ömrünün sonuna kadar araştırsa da Tanrı'yı ve yaşamı perdeleyen gizemleri ortaya çıkaramayacağının, "Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma! Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder." (1822-1823, M1) edindiği bilgininin Tanrı'yı ve yaşamı anlamaya yetmeyeceğinin, mutlak bir Tanrı yorumu olamayacağının, "Sen de suya kanmamış bir susuz gibi, ... elde ettiğine kanaat etme, durma! Bu kapıda nihayetsiz makamlar var. Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur!" (1960-1961, M3) kendini ve toplumu biçimlendiren din ve mezhep yorumlarından kopmak gerektiğinin, "Bu gölcükten denize doğru git... denizi ara, şu girdabı bırak."(2234, M4) devamlı değişim ve dönüşüm halindeki yaşamın her daim yeni bir oluşuma evrildiğinin, Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek sıfatını da terk etmek gerek" (3904, M3) ne kadar anlamaya, anlatmaya çabalasa da, Hak ve hakikati anlayamayacağının, anlatamayacağının, "Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevi'nin biteceğini umma. Toprak oldukça ve kerpiç dökücü, toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe bu kitabın şiiri de uzar gider." (2248-2249, M6) Hak ve hakikati yorumlama çabalarının ebediyete kadar devam edeceğinin, "Her, şey fanidir, helâk olur… ancak onun hakikati bakidir." (3904, M3) bilgilenme arayışını yaşam boyu sürdürmek gerektiğinin bilincinde olması gerekir. "Gafil olma, ara…ara ki devlet, aramaktadır." (2302 M3)
Tanrı hakkında yapılan tüm yorumların eksik kalmaya mahkum olduğunu, kendi toplumu tarafından kafir olarak yaftalanan peygamberlerin, bilginlerin düşüncelerinin kendi bakış açısını zenginleştirebileceğini, toplumsal değerlerin göreceli, sorgulanabilir olabileceğini, iyinin kötüye, kötünün iyiye, kutlunun kutsuza, kutsuzun kutluya, kafirin mümine, müminin kafire dönüşebileceğini, bireyin yaşadığı toplumsal koşullarda kavramasının söz konusu olamayacağını, bireyin bunu sadece kitaplarda deneyimleyebileceğini belirten Mevlana, "O âlem, bir âlemdir ki o âlemde eline toprak alsan altın olur. O âleme ölü girse dirilir. En büyük kutsuzluk, oraya girince en büyük kutluluk haline gelir. Küfür, orada iman olur, zehir tiryak kesilir."(2786-2788, M5) hikâye, masal okumayı, anlatmayı, öğrenmeyi kendini anlamak, Tanrı'nın huzuruna çıkmak, huzurunda kalmak, "İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikaye değil. Halimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!" (1149, M3) yaşamayı ise hikâye okumaktan, hikâye yorumlamaktan, Hak ve hakikati anlamaktan, anlatmaktan, öğrenmekten kopmamak olarak yorumlar. "Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki?" (1509, M1)
Kitaplara başvurmadan duyduklarına, gördüklerine göre yaşamını şekillendirmek, yer-ve gökyüzünün her noktasında her daim eyleyen, yaşamı oluşturan, fakat kendisi görünmeyen Tanrı'yı anlamayı engellemekte, "Tanrı sanatının tezgâh evi, mademki yokluktur... O halde tezgâh evinin dışında ne varsa değersizdir." (690, M2) ölümlü varlıkların, maddi değerlerin peşinde koşmaya, "Bu sevgi de bilgi neticesidir. ….Noksan bilgi nerden aşkı doğuracak? Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir. "(1532-1533, M2) taklitçiliğe, ezberciliğe, hayatta karşılaşılan zorluklara çözüm bulamamaya, çareler üretememeye neden olmaktadır. "Kitaptan, üstattan, düşünceden, anıştan, manalardan, güzel ve dokunulmadık bilgilerden, aklın artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun... fakat bu ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın! Geze dolaşa âdeta bir ezberleme levhası kesilirsin." (1961-1963, M4)
Bilgi dünyasına başvurmak, Tanrı yemeğinden gıdalanmak ise, yaşamın gizemlerini ortaya çıkarmaya, "Duyma yoluyla değil, aklına gelen ilham yoluyla bu sırrı buldu. Sırlar, onun gözünün önünde apaçıktı." (3788, M6) bireysel ve toplumsal sorunlarla ilgili sorumluluk almaya, toplumları birbirine düşüren düşmanlık akımlarına kapılmamaya, "Akılsız kişileri her türlü yel kapıp gider. Çünkü onların kuvvetleri sağlam değildir. Kötü ve hayırsız adam, lengersiz gemidir; ne demir atmıştır, ne bir yere bağlıdır; deli rüzgârlardan kurtulamaz ki. Akıllıya emniyet ve huzur veren akıl lengeridir… akıllılardan bir lenger dilen! İnsan, o cömertlik denizinin inci hazinesinden akıl, fikir kazanırsa, bunların yardımıyla gönlü marifetler elde eder, gönüllükten çıkar, yücelir… gözleri de nurlanır." (4310-4314, M3) karşı karşıya kaldığı sorunlara çözüm aramaya, "Yüzme bilenin hareketsiz durması, aceminin elle ayakla savaşmasından iyidir. Acemi, elini ayağını oynatır durur, fakat boğulur. Yüzme bilense denizdeki dalgıç gibi yüzer durur." (3879-3880 M6) en olumsuz koşullarda bile hayata küsmemeye, asla pes etmemeye, geleceğe ümitle bakabilmeye, "Âdemoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlaşır. Yok... Eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşten eriyen mum gibi erir gider. Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Allah, seni güzel hayallerle avutursa, Yılanlar, akrepler sana munis olur. Çünkü, hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır. Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin." (594-598, M2) toplumsal kurumların uygulayabileceği yaptırımlara karşı korkusuzca direnebilmeye, "Göklere çıkan adama yeryüzünde yürümek güç gelir mi?" (1482, M2) kendi ayakları üzerinde durmaya, aldığı kararları hayata uyarlamaya, "Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, ....elbette ayağımı küstahça basarım… ayağım titremez, körcesine gitmem ki!" (4127, M3) toplumsal bakışa teslim olmamaya, evrensel ve bütüncül bakış açısına erişebilmeye, toplumsal yaşamda dizginlenen özgürlüğünü, özgünlüğünü, yaratıcılığını harekete geçirmeye katkı sağlamaktadır. "Tanrı'da senin bu aklından başka akıllar var ki gökyüzünün sebepleri onlarla tedbire girer. Rızıklarını bu akılla elde dersin. Öbür akla gelince: Onunla yedi kat gökleri, kendine bir döşeme yaparsın, Tanrı sevgisine düşer, aklınla oynarsan Tanrı, sana o aklın onlarca fazlasını, hattâ yedi yüzünü ihsan eder" (3235-3237, M5)
Kendi din ve mezhep anlayışını sınırlayan düşünce kalıplarının üzerine çıkabildiğini, "İnsan uyanıkken rüyalar da görür, insana gök kapıları da açılır." (1834, M3) daha önce adını dahi koyamadığı yeni ufuklarla baş başa kalabildiğini, gelecekte yaşama dönüşebilecek hayallerin belirginleştiğini, "Gayb âlemine ait yüz binlerce şey, gözünün önünde aşikâr oldu. Mahremlerin gözü neleri görüyorsa onun gözü de gördü. Kitaplarda okumuş olduğu şeyler, suretlere bürünüp gözüne görünmeye başladı. O er, padişahın atının tozundan gözüne kadri yüce bir sürme çekmişti. Böyle bir gül bahçesinde eteğini sürmede, her cüzü, daha yok mu diye naralar atmadaydı. Yeşilliklerden, çiçeklerden meydana gelen bahçe bir an içindir. Fakat akıldan meydana gelen gül bahçesi, daimî olarak yeşildir, güzeldir, hoştur." (4645-4649, M6) aklına düşen soruların cevaplanmasının ardından cevaplanacak yeni soruların ortaya çıktığını, yaşama dair ip uçları edindiğini, yeni bir insan olmaya evrilebileceğini, kitaplarla baş başa kaldığı anlarda algılayabilmektedir. "Ören, duvar, dağdaki madenler.... Her şey, onun önünde nar gibi yarılıyordu. Her şey, anbean ona karşı zerre zerre yarılmada, kubbeler gibi yarılıp ona yüzlerce kapı açılmadaydı. Kapı, gah pencere haline gelmede, gâh nur halini almadaydı. Toprak, gâh buğday oluyordu, gâh kile. Gözlere pek köhne, pek kuru bir halde görünen gök; onun gözü önünde her an yeni bir surette yarılmadaydı. Güzelim ruh, kalıptan kurtulunca insana takdir, böyle bir göz verir elbet."(4640-4644,M6)
Yücelebilmenin, Tanrı katına erişebilmenin, Tanrı katından bakabilmenin, "Pir gökyüzü merdivenidir." (3884, M6) kendini, Tanrı'yı, "Kim kendini bilirse Tanrı'sını bilir" (2114, M5) ve aşkı anlayabilmenin, "Ben, aşkın yüceliğini anlayasın diye kadri yüce göğü yücelttim." (2740,M5) kendi dininden, mezhebinden olmayanları Tanrı'nın kulu olarak görebilmenin bireysel gelişimine katkı sağlayacağının, "Hakikatte her düşman senin ilâcındır... sana kimyadır, seni faydalandırır, gönlünü alır senin!" (94, M4) kendini biçimlendiren dinsel, mezhepsel, dilsel aidiyetlerini belirleyen anlayış sınırlarını aşabilmenin, toplumlar arasında çıkartılan savaşlara neden olan kirli oyunların farkına varabilmenin, dolaşımdaki ayrımcılık akımlarına, bilgi kirliliğine kapılmamanın, "O güzelim perdelerden sesleri erişir:" (3899, M5) dini, dili, mezhebi, yaşam tarzı farklı insanları Tanrı adıyla yorumlayabilmenin, onlarda kendini ve Tanrı'yı görebilmenin, "Seni ebedî olarak küllî bir ayna gördüm. Gözünden kendi suretimi müşahede ettim. Nihayet ben, beni buldum, iki gözünde aydın bir yol gördüm, dedim Vehmin; kendine gel, o senin hayalindir. Kendini hayalinden ayırdet dedi. Suretim gözünden seslendi: Birlikte ben senim, sen de bensin."(100-103, M2) evrenin ve yaşamın tüm güzelliklerinin farkına varabilmenin yolunu, "Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır." (2383, M1) katliamlar nedeniyle cehenneme dönüşen toplumsal koşulları tüm insanların barış içinde yaşayabileceği iletişim ortamlarına, cennete dönüştürme mücadelesi veren, "Kadı rahmettir, savaşı defeder, kıyametteki adalet denizinden bir katradır o." (1495, M6) bütün insanlara karşı adaletli olabilen, "Tanrı'nın adı 'adalet sahibi'dir, şahit de onun adamıdır. Onun için sevgilinin gözü adalet sahibi bir şahittir." (2181, M6) toplumsal olayları sadece kendi dinlerinin, toplumlarının gözlüğüyle değil, Tanrı adıyla yorumlayan, "Onların bilgileri, adaletleri, lûtufları akar suya aksetmiş yıldıza benzer. Padişahlar, Tanrı saltanatına mazhardır; bilgi sahipleri, Tanrı bilgisinin aynasıdır." (3173-3174, M6) yokluk çekenlerin yaşama tutunabilmesi için edindiği tüm serveti, malı, mülkü, tüm imkanlarını seferber edebilen, Tanrı gibi cömert davranabilen, "Şu halde yoksullar, Tanrı cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve varlıktan tamamı ile geçen hakikî yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır." (2750, M1) katliamların kökeninde toplumlar arasında iletişimsizliğin yattığını, tüm sorunların ancak iletişimle çözülebileceğini kamusal alanda korkusuzca dile getiren, "Âlemin sarsıntılarına, yıkıntılarına direk, destek olan.. gizli dertlerin tabibi bulunan o erler; Muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler. Onlar, Hak gibi illetsiz, rüşvetsiz kişilerdir."(1935-1936, M2) hor görülenlerin, eşlerini, evlatlarını, yakınlarını kaybedenlerin hayata tutunmasına katkı sağlayan, peygamberlerin, bilgelerin, yazarların gönüllerinden çıkan sözlerin, düşüncelerin kaydedildiği, "Harap gönül, Hakk'ın nazargahıdır, Hakk'ın baktığı, Hakk'ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kuvvetlidir!....Alemde kırık gönülleri onaran, eksiklikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmaya gücü yeten, her izi olanı, her izi bulunmayanı gereği gibi gören Allah'tan başkasında gönlü bulamazsın. Çünkü Allah, gönlü ev edinmiştir."(2962, DK6) varlığını ebediyete kadar sürdürecek olan kitaplar gösterecek, "Bu cihan tamamiyle fânidir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mâna âleminde dile!" (2241, M1) bilgi dünyasında bulabilecektir. "Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleri ile dopdolu bir yol. Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost." (510-511, M6)
Yaşadığı toplumsal koşullarda yazdığı eserler nedeniyle her tür yaptırımla karşı karşıya kalan, toplumsal yaşamdan dışlanan Mevlana, çareyi dini, dili, mezhebi farklı kültürlere ait hikâyelerin, masalların kaydedildiği düşünce dünyasına yönelmekte, oralarda konaklamakta bulur. "Benim gönlüm düşünceler yurdu oldu." (2295, DK5) Kitaplar dünyasına öylesine dalar, hikâyelerdeki, masallardaki kahramanlarla öylesine özdeşleşir ki, gündelik yaşamda karşılaştığı insanlardan duyabildiği düşünceler okuma deneyiminde tanık olduklarıyla kaşılaştırılamayacak derecede sönük kalır. Örnek alabileceği insanları yaşayanlar arasında değil, gerçek yaşamda her türlü yaptırıma maruz kaldığı halde boyun eğmemeyi göze alabilen, şiddet kullanmayı asla düşünmeyen, Hak ve hakikati sadece düşünceleriye anlatmayı yaşamın birincil amacı olarak gören peygamberlerin, yazarların, bilgelerin hikâyelere, masallara, sanat eserlerine konu olmuş destansı mücadelelerinde bulur. Sanal dünyanın kahramanları, gerçek yaşamda gördüklerinden çok daha sahici, çok daha gerçekçi, çok daha canlıdırlar. "Aslında sen gerçekten yaşayanları ebedî hayatta bulursun. Bu yaşayanlar kimdir? Yaşayış aleminde gönülleri daralanlar, gönülleri kırılanlar." (2961, DK6)
Aynı anda, farklı zamanlarda, farklı mekânlarda anlatılabilme, bedenin varlığını gelecek zamana, yaşadığı ülke sınırlarının ötelerine ulaştırabilen hikâyeleri, masalları yazanların bedenleri zaman ve mekân sınırlarının ötelerinde kalmasına rağmen, varoluşlarını zamansal olarak sadece yaşadığı dönemde değil, mekânsal olarak sadece kendi toplumunda, ülkesinde değil, dilleri, dinleri, mezhepleri, yaşam tarzları farklı insanların yaşadığı yeryüzünün her noktasında sürdürebilirler. "Bu helva, dünyada yapılan helvalardan değildir. O taraftandır. Onu görünmez el pişirmiştir. O eldendir. O helva, o görünmez alemde süt içti, hurma yedi de tatlılaştı. Bu yüzden o, ötelerin helvası oldu." (106, DK1)
Dinleyenin, okurun kendi yorumunu ekleyerek istediği kadar kısaltabildiği, genişletebildiği hikâyeler sonsuzluğa, ebediyete gebedirler. Başları da, sonları da olmayan, diğerlerinden beslenen, onları zenginleştiren hikâyeler, Tanrı'nın ebedi varlığının algılanmasına aracılık eden sular, nehirler, bulutlar, yağmur, güneş gibi, ezelden beri devam eden olayların gelecek kuşaklara aktarılmasına, geçmişin, şimdinin ve geleceğin aydınlanmasına, şekillenmesine katkı sağlayabilme, varlıklarını, Tanrı gibi, ebediyete kadar devam ettirebilme özelliğine sahiptir."Bu hikâye parça buçuk söylendi (araya sözler karıştı, başka hikâyeler girdi). Âşıkların işi gibi başsız, ayaksız nakledildi. Fakat hakikatte başı yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. sonu da yok. ebedle eş! Hattâ su gibidir; her katrası hem baştır, hem ayak... hem de başsız, ayaksız koşup gider." (2897-2899, M1) Daha önceki zamanlarda, çok uzak ülkelerde gerçekleşen, gerçekleşebilecek olayları anlatmalarına rağmen, olası bir ülkede, olası bir gelecek zamanda yaşayan okur ya da dinleyici tarafından yorumlanabilecek hikâyeler, masallar, sanat eserleri, bireylerin hayal dünyasına birikim olarak kaydedilebilmekte, yaşamlarını şekillendirebilmekte, yaşamlarının bir parçası, hatta ta kendisi olabilmektedir. "Haşa, bu hikâye değil, kendine gel! bizim ve senin bugünkü halimizdir, dikkat et!" (2900, M1)
Kitaplar okurun geçmiş zamandan şimdiki ve gelecek zamana, şimdiki zamandan geçmiş ve gelecek zamana, bulunduğu ülke sınırlarının öte tarafında kalan düşünce dünyalarına uzanabilmesine, kendini biçimlendiren düşünce kalıplarından kurtulabilmesine, içinde yaşadığı zaman ve mekân sınırlarının ötelerinden, ötelerin de çok ötelerinden haberdar olabilmesine, tüm toplumların geçmişini ve geleceğini anlamasına,"Gözünü ardına çevirdi mi varlığın başladığı zamandan itibaren bütün macera ve âlemin yaradılışı gözüne görünür! …Ön tarafa baktı mı mahşere kadar ne olacaksa onların da hepsi gözünün önünde canlanır. Şu halde arkaya bakınca aslın aslına kadar... önüne bakınca kıyamete kadar her şey gözüne apaçık görünür." (2905- 2908, M4) bir saatle yüzyıl arasında hiçbir farkın kalmadığı, geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman arasında sınırların buharlaştığı, yok olduğu ebedi zamanı, zamansızlığı, mekânsızlığı, sınırsızlığı, evrenselliği, tanrısallığı hayalinde canlandırabilmesine aracılık ederler. "Bizce yüzyılla bir saat birdir… uzun yol, kısa zaman bize göre değil! O uzunluk, kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar." (2938, M3)
Gönül Gözü
Tanrı'yı göremeyecek, tanımlamayacak durumdaki birey, Tanrı'ya eşdeğer özelliklere sahip olan aşkı da anlama ve anlatma karşısında aciz ve çaresiz kalmaktadır. "Aşkın sıfatını söylemeye koyulursam yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır." (2189, M5) İçinde bulundukları ruh hallerine göre tüm insanlar da sonsuz gizemler barındırırlar. Yaşamın, tüm insanlığın geçmişini, geleceğini, toplumsal olayların ardında yatan gerçekleri, gizemleri araştırabilen, incelediklerini kamusal alanda paylaşmayı yaşamın anlamı olarak gören somut bir varlık olan insanı, hele hele bilim insanını anlamak, kendisi görünmeyen, fakat varlığına inanılan, soyut bir varlık olan perileri anlamaktan, anlatmaktan bile oldukça zordur. "Hani zâhiren peri gözden gizlidir ya… insan, perilerden daha gizlidir. Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz kat daha gizli! Akıllıya nazaran insan bu kadar gizli olunca gayb âlemindeki seçilmiş insan nasıl olur?" (4256-4257, M3)
Fakat Tanrı'yı, aşkı, yaşamı, bireyi, toplumsal olayları örten gizemler sadece maddi değerlere odaklananlar için söz konusudur. "Padişah 'Allah bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi, kendi haslarından değil. .. Ben bilirim ama sen de bir nişane ver. Ay, bulutla örtülse de bana gizli değildir' dedi." (989-992, M2) Tüm canlı ve cansız varlıkların, kendisi görünmeyen, fakat yaşamı biçimlendiren Tanrı'yı yansıttığının, O'nun aynası olduğunun bilincine erişebilenlere, "Tanrı'nın sanat yurdu da yokluktandır, hazinesi de. Sen, varlığa aldanmış kalmışsın, yokluk nedir, ne bileceksin? ... Bu çeşit adamın malı, geliri, yokluk varlığından ibarettir. Yoksulluk, horluk, ona iftihardır, yüceliktir."(4516-4519, M3) düşünce dünyasını şekillendiren dinsel, dilsel, mezhepsel yorum sınırlarını aşabilenlere, bütün insanları Tanrı'nın kulu olarak değerlendirebilenlere, onları anlamak, onlarla ön yargısızca iletişim kurmak isteyenlere, gönül gözüyle görebilenlere, "Fakat bir adamın gönlüne güneşin nuru vurdu mu onca yıldızın bir kadri, kıymeti kalmaz artık. Sırları perdesiz olarak görür." (2875, M6) Tanrı'yı, yaşamı ve toplumsal olayları örten perdeler, gizemler ardına kadar aralanmıştır. "Ay ışıkların doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere 'kapıları açılmıştır' sırrıdır. Sana duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce bir kerpiç parçasında görür." (165-167, M2)
Diğer organlarla karşılaştırıldığında, insanın en önemli organı gözüdür. "Fakat iki gözün, bütün âzadan daha kıymetli olduğu meydandadır."(1028, M2) Bireyin eylemleri edindiği bilgi doğrultusunda verdiği kararlar bağlamında şekillenmektedir. "Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin fer'idir. Şu halde insan, ancak göz bebeğinden ibarettir." (1679, M1) Bireyin kendine özgü bakış açısına sahip olabilmesi, kendi kişiliğini geliştirebilmesi, bilgilenmesiyle mümkün olabilmektedir. "Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür." (4123, M3) Yaşamın güzelliklerinin farkına varabilmek, bireysel ve toplumsal olayları, yaşamı kendine özgü bakış açısıyla yorumlayabilmek için, "Bütün alem nurla, suretlerle dolsa o güzellikten ancak göz haberdar olur." (2386- 2387, M4) tüm canlı ve cansız varlıkların en küçük parçasında Tanrı'yı görebilecek göze sahip olmak gerekir. "Gözler, perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan, dışa bakar, içi görür. Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi." (1481-1482, M6)
Aklın kavrayamadığını görebilmeyi, denizlerin derinliklerinin daha diplerine inebilmeyi, dağların yüksekliklerinin daha da üstüne çıkabilmeyi, zaman ve mekân sınırlarını aşabilmeyi, zamansızlığı, sınırsızlığı, mekânsızlığı, insanlık tarihinin geçmişini anlayabilmeyi, geleceğini öngörebilmeyi, bütün insanları Tanrı'nın kulu olarak değerlendirebilmeyi, sevebilmeyi sağlayabilecek göz, sadece gönül gözüdür. "Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Halbuki gönül aynasının hududu yoktur. Burada akıl, ya susar, yahut şaşırıp kalır. Sebebi de şu: Gönül mü Tanrı'dır, Tanrı mı gönül?" (3488-3489, M1)
Farklı dine, dile, mezhebe, yaşam tarzına sahip olan insanları Tanrı'nın kulu olarak görebilme yetisine sahip gönül gözüyle görebildiğinde "Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler! Kimya gibi olan bakışınızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz." (2780-2781, M1) bütün organları göz kesilecek, göz görme işlevini yerine getirecek, "Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da." (2400, M4) dinine diline, mezhebine, yaşam tarzına bakmaksızın tüm insanları birey olarak yorumlayabilecek, "Hele gönül gözü yok mu? O, bu göze nispetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece kuvvetlidir." (333, M4) toplumsal olayları kendine özgü bir bakış açısıyla değerlendirebilecek, "Gözün varsa kendi gözünle bir bak. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir ahmağın gözüyle bakma. Kulağın varsa kendi kulağınla dinle duy. Neden sersemlerin kulağına kapılıyorsun? Taklide uymaksızın bakmayı adet edin, kendi aklını koru, onu düşün sen." (3343-3344, M6) bütün insanlara karşı adil olan Tanrı gibi adaletli davranabilecek, "Der ki: Yürü gönüle git... çünkü sen gönlün cüzüsün; kendine gel, sen âdil padişahın kulusun!"(3341, M4) sınırın beri tarafındakileri "biz" öte tarafındakileri "düşmanlar, kafirler" olarak değerlendirilmesine neden olan ön yargılardan sıyrılabilecektir. "Pak kişilerin sence perde ardında olması, onları görmemen, pis duygundandır. Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka... sofilerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir... bunu böyle bil. Sen temizlendin mi perde yırtılır... pak kişilerin canları sana görünmeye başlar."(2384-2386, M4)
Sahip olma dürtüsüyle mal, mülk, şan, şöhret edinmeyi yaşamın en önemli amacı olarak görenlerin, iletişimlerini mallarından, mevkilerinden aldıkları güçle, dayatmalarla şekillendirdiklerini, "Akıllıların yuları 'zorla gelin' emridir; gönlünü kaptıranların baharı 'dileyerek gelin' emri!" (4471, M3) katliamların dişlisi olmayı dayatan toplumsal bakışa esir olduklarını,"Dünya ehlinin bu sebeple gönül gözleri kördür; onlar, balçıkla bulanmış su içerler." (815, M5) toplumsal koşulları sorgulayan düşünceleri algılayamadıklarını, "Tabiat mıhına kurumuş et gibi asılı kalan kişinin canı, sebeplere bağlanmıştı... bundan ötesini göremez." (2380, M4) maddi değerleri ilahlaştırdıklarının farkında bile olmadıklarını, "Zannınızca taştan yapılma putlarınız Tanrı'ya eş oluyor da akıllı can nasıl Tanrı sırrına sahip olmuyor? Demek ki bir ölü sinek Tanrı'ya eş oluyor sizce" (2765-2766, M3) aşkı ıskaladıklarını, Tanrı'yı kavrayamadıklarını, ömürlerini boşa geçirdiklerini, kendine ve tüm insanlığa yabancılaştıklarını, "Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü, gül bahçesini temaşa etmedikçe lokma nasıl siner? Tanrı'yı ummadan bu suyu bir an bile kim içer? .... Zamanı geçip gitmiş, günü bir türlü gelmez olmuştur. Düşüncesi körleşmiş, aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir. Elif gibi hiçbir şeyi yoktur!" (3080-3084, M2) dini, dili, mezhebi farklı insanları düşman gördükleri, dost göremedikleri için körleştiklerini, "İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler. İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi." (1406-1407, M1) güç sahiplerinin çıkarttıkları savaşlarda cennete gidebilme beklentisiyle gönüllü olarak ölmek, öldürmek için cepheye koştuklarını, hem kendisine hem de tüm insanlığa düşman olduklarını, "Sen, onun düşmanı değilsin, kendinin düşmanısın." (3630, M3) yaşamlarını ölüm kusarak somutlaştırdıklarını belirten Mevlana, "Tanrı ilhamına erenler, hayatın ta kendisi kesilirler, hava ve hevesle süslenenler ise ölüm zehiri!" (3295, M3) buna karşın hiçbir karşılık beklemeksizin sevebilen, din, dil, ırk mezhep ayrımı yapmadan Tanrı'yı ve aşkı öğrenebilmek, anlatabilmek, yaşamda yansıtabilmek adına çektikleri çilelerin halk tarafından delilik olarak değerlendirilmesinin umurunda olmayan aşıkların, gönül gözüyle görebilenlerin ise, "Akılı başında olanlar, bağla bağlanmış kullardır, âşıklar ise hürdür, şekerlenmiş, ballanmış canlardır onlar!" (4471 M3) halkın değer yargılarına, toplumsal bakışa eklemlenmeden bütün insanları Tanrı'nın kulu olarak gördüklerini, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan onları sevdiklerini,"Akıllı kişi, her zaman kendini göstermek sevdasındadır; herkesin kendisini tanımasını, sevmesini arzu eder! Halbuki Hakk aşığı, her zaman kendinden geçmek, deli divane olmak ister!" (1957, DK4) hiçbir dayatmanın giremeyeceği gönüllere girmeyi, gönüllerde kalmayı, ötekileştirilenleri, hor görülenleri yaşatmayı amaçladıklarını, "Yolcu, kalbe yürü, orada seyret, orada gez dolaş. Ağaçlar var orada, akan sular var orada." (516, M3) iletişimlerini birlikte oldukları insanların olurlarıyla sürdürdüklerini, hayır dediklerinde ise sonlandırdıklarını vurgular. "Şu halde hırsız gibi acılıkla zorla değil de istekle istekle tatlı tatlı, güzel güzel git!" (4192, M3)
Tanrı'yı ve Aşkı Kavrayan Bedenin Ölümü
Ebedi Yaşama Merhabadır
İnsanlığın tarih sahnesine çıkmasından beri, toplumlar, devletler, siyasal ya da ekonomik açıdan uygun gördüklerinde, dinleri, dilleri, ırkları, mezhepleri ve yaşam tarzları farklı toplumları katletmeyi, Tanrı inancı olarak değerlendirmişlerdir. Bireylerin, toplumların yaratıcı, öznel yorumlama yeteneğini harekete geçirebilecek, yeryüzündeki bütün insanları kucaklayabilecek, barış içinde yaşamasını sağlayabilecek, dağları bile yerinden oynatabilecek Tanrı inancı öylesine yanlış yorumlanmıştır ki, devlet aygıtı ve etrafına mal, mülk, şan, şöhret, makam elde etmek amacıyla çöreklenen aydınlar, kendi sınırları dışındaki toprak parçalarını kendi ülkelerine katabilmek için, kendi diline, dinine, mezhebine, yaşam tarzına uymayan, kadın, kız, çoluk, çocuk, ihtiyar demeden, önlerine çıkan tüm bedenleri paramparça etmenin, dağları, şehirleri yakıp yıkmanın, Tanrı buyruğu, vatan sevgisi olduğunu iddia etmişler ve katliamları meşrulaştırmışlardır.
Devlet yönetiminin etkin kademelerinde görev yapan yöneticiler fani/ölümlü olduklarını unutmuşlar, tüm dünyayı egemenlikleri altına alabileceklerini düşünebilecek kadar çılgınca hayaller kurmuşlardır. Onlar Tanrı'ya değil, sadece yaşam yasalarını diledikleri gibi belirleyebileceklerine, yönlendirebileceklerine inanmış, kendilerini Tanrı olarak görmüş, geride gözü yaşlı binlerce, milyonlarca insan bırakmış, bir o kadarını da katletmişlerdir. Doğal yasalar gereği yaşamları sona ermiş, bedenleri toprağın altına girmiştir. Fakat yer-ve gökyüzünde canlı ve cansız varlıkların etkileşimiyle işleyen Tanrı Aklı, onlardan önce olduğu gibi onlardan sonra da, yaşamı oluşturmaya, sürdürmeye ebediyete kadar devam etmiştir. "Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar; O bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılırdı. Tanrı, onların hile ve tedbirlerini 'O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu' diye öğdü. (Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı'nın işi ve hükümleri kaldı" (950-954, M1)
Buna karşın insan bedeninden mal, mülk, mevki, makam sağlayanlara hizmet eden düşünce sistemini sorgulayan, yaşama, olaylara kendi dininin, ırkının, mezhebinin dayattığı toplumsal bakıştan sıyrılabilen, geniş halk kitlelerinin Hak ve hakikate erişebilmesine katkı sağlayan, yeryüzündeki tüm insanları Tanrı'nın kulları olarak görebilen, onları ön yargısızca sevebilen, "Kimseden ücret istemeyiz, ücretimiz, noksanlardan ari olan Tanrı'dan gelir." (2708, M3) tüm insanların barış içinde yaşamasına katkı sağlayabilecek düşünceleri,"Allah güneşi, bir zerreyi bile örtüp kaybetmez. Şu cismani güneş karşısında bile bu cismani zerreler görünürse, Elbette hatıra ve düşünce zerreleri, hakikatler güneşine karşı görünecek." (432-434, M6) kamusal alanda maruz kaldığı tüm baskılara rağmen hikâyelere, sanat eserlerine dönüştürebilen bedenler toprağın altında kalsalar bile "Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur." (1612, M2) eserleriyle, düşünceleriyle gelecek kuşakların yaşamını aydınlatmaya devam edecek, "Senin canın Hakk meclisine, ilahî aşkla mest olarak gelsin, bedenini bırak halk arasında, halktan biri olarak dolaşsın dursun!" (1258, DK3) yaşam devam ettikçe, insanlık var oldukça, güncellenerek ebedi yaşamın simgesi Tanrı'nın varlığına eşlik edecek, "Fakat bizim ashabımız; hakikat ehlidir. Tanrı, onlara kapı açmış, onları odanın baş köşesine geçirmiştir." (2314, M6) dini, dili, mezhebi farklı insanların yaşamlarını biçimlendirmesine hizmet edecek,"Yerdeki, gökteki zerrelerin hepsi, sınama çağında Tanrı askeridir." (783, M4) onlara Hak ve hakikati anlatacak, "O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Tanrı görüşüdür." (885, M2) ebediyete kadar yaşamın hizmetinde kalacak olan Tanrı'nın eserleri, güneş, ay, yağmur, akarsular gibi, yaşamın ve yaşatmanın sesi olarak yorumlanacak, "Bu sebepler, o eserlere benzemez. Fakat Tanrı, nasıl oldu da bu sebeplerin yerine o eserleri getirdi? Kimse bilmez. Bu sebepler, dünyada nasıl senin ihtiyarınla, senin fermanınla meydana geldiyse o dört ırmak da ahrette şüphe yok, senin fermanına tabi olur."(3462-3464, M3) evrensel barış söylemi olarak dolaşımda kalacak, akışkanlığını sürdürecek, ürettikleri düşünceler sayesinde varoluşlarını, daha önce yaşamış olduklarını kanıtlayacak, tüm insanların barış içinde yaşamasına katkı sağlayacaklardır. "Sonunda biz bildik ve anladık ki, biz şu tenden ibaret değiliz. Beden olmaksızın da Hakk ile yaşarız." (3340, M5)
Yaşamı kuran en önemli etkenin söz, düşünce olduğunun, sözün bedenin varoluşunu ebediyete kadar sürdüreceğinin bilincine varan, "Şair, ihsan ölmedi ya diye evvelce nail olduğu ihsana şükran olarak yazdığı şiiri alıp padişaha götürdü, sundu. İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı... ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zâlimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı... vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı! Peygamber 'Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı' demiştir. İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki... Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir!" (1200-1204, M4) Hak ve hakikati hiçbir beklenti ve çıkar gözetmeksizin gelecek kuşaklara anlatmaya, eser yazmaya adayan, "Alimin azığı ve sermayesi, kalemden meydana gelen eserlerdir." (160, M2) cömertliğin simgesi Tanrı'ya özgü -almadan veren- bir yaklaşım sergileyen yeryüzünde O'nu yansıtmakta olan şairler, yazarlar, bilim insanları, "Şairin hediyesi ne olacak? Yeni bir şiir... onu ihsan sahibine götürür, sunar, adeta rehin bırakır! İhsan sahipleri, yüzlerce kerem ve cömertlikle altınlar yığarlar, şairleri beklerler. Onlarca bir şiir, yüz denk kumaştan daha iyidir... hele denize dalıp da dibinden inciler çıkaran bir şairin şiiri olursa! …. Bu suretle de onun lûtfu, ihsanı, altın bağışlaması, söz arasında amber gibi koksun! Tanrı, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir örnektir." (1185-1189, M4) mal, mülk, makam ve mevki, şan ve şöhretlerinden aldıkları güçle tüm insanları kendi emellerine ulaştırabilecek bir araç olarak gören padişahlara, yöneticilere göre, bedenlerinin varoluşlarını daha uzun süre devam ettirmektedirler. "Saltanatı nöbetten üstün olan, ikbali ebedî bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar. Nöbetten üstün olanlar, bâki padişahlardır; onlar daima ruhlara sâkidir." (1370-1371, M1)
Yorumlar
Yorum Gönder